Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türklük ve sonradan tarih üretme üzerine

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Hep en ilginç bulduğum şeylerden biri, Türkiye’de yaygın olan “sonradan tarih üretme” yöntemidir. Mesela Türk ordusunun tarihini Mete Han’a kadar geri götürmek gibi, ya da İstanbul üniversitesinin kuruluş tarihini 1453 olarak kabul etmek gibi; Türk elitleri ve yöneticileri kendi dönemlerinde olan yapıları geçmiş referanslarla yüceltmeyi çok sever. Esasında bu çok büyük bir aşağılık kompleksinden kaynaklanmakta olan, zavallı bir durumdur. Çünkü herkes Mete Han’ın ordusu ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında hiçbir ilişki olmadığını da, İstanbul Üniversitesinin 1863’te Darülfünun adıyla açıldığını, ondan önce bu kurumun herhangi bir geçmişi olmadığını bilir. 

Mete Han adı yaşadığı dönemin hiçbir yazılı Türkçe kaynağında geçmez. Çünkü bu dönem Türkler zaten göçebedir. Herhangi bir kentleri yoktur. İnşa ettikleri herhangi bir mimari eserleri de bulunmamaktadır. Çin yerleşik kültürü, kendilerine saldırılarda bulunan bu göçebelerin hayatlarından kesitler bulabildiğimiz yegâne kaynakları sunuyor. Mete Han’ın adı ilk olarak Çin kaynaklarında geçer. Orada yazıldığı şekliyle, Modu Chanyu, M.Ö. 209 yılında babası Teoman’ı (Çince Touman) öldürerek Kaan oldu. Hâkim oldukları bölge bugünkü Moğolistan coğrafyasıdır. Mete’nin ordusu Türkiyeli tarihçilerce ilk düzenli Türk ordusu olarak kabul edilir. Bu nedenle Kara Kuvvetleri’nin resmi kuruluş tarihinde M.Ö. 209 yazıyor. Yani Mete’nin Kaan olduğu tarih!

Türk tarihi, olmayanın yaratılması üzerine inşa edilmiştir dersek abartmış olmayız. Tarihi sürekli geriye götürmek, tarihin deformasyonunu ve belli bir manipülatif yaklaşımı gerektiriyor. Bu durum, sürekli kendini kandıran problemli bir psikolojinin varlığına işaret ediyor. Okullarda öğretilen bir resmi tarih olduğu için, bu sağlıksız psikoloji okullarda yeni nesillere, küçücük çocuklara ve gençlere aktarılıyor. Bu bir ideolojik endoktrinizasyonun temelini oluşturmaktadır. Türkiye insanı böylelikle aslında olmayan, en azından olup olmadığı konusunda çok ciddi şüpheler bulunan bir tarihi kendi tarihi olarak öğrenmektedir. Öğrenilen ve öğretilen bu tarih, salt akademik ilgi veya entelektüel ilgiye ilişkin bilgi olarak aktarılmıyor. Politik bir bağlamda, Türklerin kendi milletleriyle gurur duymasını ve başka milletlerden üstün olduklarına inanmaları için kullanılıyor. Bu masum bir aşağılık kompleksi değil, aşağılık kompleksinin antagonizmaya temayüllü bir patolojik davranış olarak yaşatılmasıdır. Mete’nin olmayan düzenli ordusunun Türkiye ile olmayan bağları üzerinden, mesela Türkiye’nin komşularının “yönetici millet” olmadıklarının Türk çocuklarının bilinçaltına yerleştirilmesidir. Buna göre, örneğin Türk ordusu ile Ermeni, Yunan veya Bulgar ordularını kıyaslayamazsınız. Ya da Türk tarihinde ilk modern üniversite vari kurumun 1863’te açıldığını gizleyerek, en eski üniversitenizi 1453’e – Konstantiniye’nin fethine – dek geri götürdüğünüzde, bu kurumun gecikmesinden duyulan emsalsiz ve derin kompleksi dışa vurmuş olursunuz. Böylece tam 410 yıl daha eski, daha köklü bir üniversiteniz olacaktır. Ne güzel! 

Gerçek şu ki bu tarih deformasyonu ve manipülatif resmi tarih uydurma yaklaşımı moderniyle beraber Osmanlı elitleri arasında yaygınlaştı. Daha önce tümüyle İslam tarihi olarak yeknesak bir anlaşışta okutulan ve devlet tarafından da kabul gören tarih, Avrupa’nın bilim, teknik, askeri teknoloji ve organizasyon, devlet bürokrasisi, eğitim gibi alanlarda hızla ilerlemesiyle birlikte Osmanlı tarih yazımı ve kimliğini de etkisi altına aldı. Türkiye’de modern bir teritoryal devlet kuruluşu ile beraber tür bir yaklaşım çok abartılı bir durum halini aldı. 1648 Westfalya Antlaşmasıyla beraber teritoryal devlet anlayışı Batı’da tek tip bir devlet modelini ortaya çıkardı. 1789 Fransız Devrimi ile beraber bu teritoryal devlet giderek daha yaygın biçimde teritoryal ulus devlete evrildi. Osmanlı’nın sınırlarının hemen dibinde gerçekleşen bu yenilikler, Osmanlı toplumunu etkilemeye başladı. Özellikle milliyetçilik bir ulus devlet oluşturma projesi olarak doğuya doğru imparatorlukları birbiri ardına sarsmaya başlayınca, bundan en fazla etkilenen çok etnisiteli imparatorluklardan biri olan Osmanlı İmparatorluğu büyük çatışmalarla mücadele etmek ve toprak kayıplarına uğramak durumunda kaldı. Bunun etkisiyle, devletin bütünlüğünü sağlayan Osmanlı aidiyeti veya daha ileriki dönemlerde düşünülen İslam ümmeti aidiyeti artık imparatorluğun toprak bütünlüğünü sağlayamamaya başladı. Balkanlardaki kopuşlarla birlikte Osmanlı elitleri artık neredeyse tümüyle Türkçülük ideolojisinin etkisi altına girmişlerdi.

İşte yukarıda ele aldığım tarih deformasyonu ve tarih manipülasyonu bu dönemlerde başladı. Bu hem bilinçsiz hem de bilinçli olarak yapıldı. Bilinçsizce, çünkü elde etnik Türk tarihine dair hiçbir bilgi yoktu. Bilinçli olarak, çünkü bir “ulus oluşturma” projesi, milli mitleri, milli tarihi, milli folklör ve kültürü, milli dili vs. gerektirmekteydi. Neye göre? Elbette barem hep Avrupa’ydı. Milliyetçilik modernitenin ürünüdür. Yani Batı’da ortaya çıkmıştır. Batı’nın kendine özgü sosyolojisinin yansımasıdır. Batı’nın geçirdiği toplumsal değişim ve dönüşümlerin izlerini taşır. Hâlbuki Osmanlı’da bunlarla ilgili bir bağ yoktu. Ne Ortaçağ’da olan Katolik Kilisesi ve mahallî politik birimler arasında birbiri ile iç içe geçmiş siyasi ve ekonomik yapılar, ne de bunun Reformasyon sonucu dönüşümüyle beraber ortaya çıkan Kilise egemenliğinden ayrı – sekülerleşmiş – teritoryal devlet ile onu devamında ortaya çıkan ulus devlet, Osmanlı tarihinde karşılık bulunamayan Batı spesifik olgular ve deneyimlerdi. 

Yine de Osmanlı elitleri bu yeni kimlik (millet) ve siyasi oluşumları (teritoryal devlet / ulus devlet) kendilerini kendi ülke ve toplumlarına uyarlamak mecburiyetinde hissediyorlardı. Çünkü kendilerini yenen toplumlar gibi olmanın, çöküşü engelleyecek yegâne yol olduğunu görüyorlardı. 

Oysa teolojik ve geleneksel bir İslam halifeliğinden bir ulus devlet çıkartmak, şapkadan tavşan çıkartmaya çalışmak gibi bir şeydi. Osmanlı toplumu büyük çoğunlukla Müslümanlardan oluşsa da, bu insanlar kendilerini Türk olarak tanımlamıyorlardı. Lisan-ı Osmanî’nin bir Orta Asya kökenli Ural-Altay dili olduğuna yönelik Türkoloji çalışmaları on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başları arasında Macaristan, Almanya ve Rusya başta olmak üzere akademiya tarafından yazılmaya başlandığında bu durum Osmanlı elitlerine bekledikleri fırsatı sundu. Rus Nikolay Yadrintsev tarafından Moğolistan’da keşfedilen ve Vasili Radlov taradfından yayınlanan Orhun Yazıtları Danimarkalı Wilhelm Tomsen tarafından tercüme edilebildi ve 1899 yılında Fransızca olarak yayınlandı. İşte böylelikle Osmanlı elitleri kim olduklarına dair bu güne kadarki en eski otantik (Türkçe) kanıta ulaşmış oldular. M.S. 8. yüzyıldan kalma oldukları bilinen bu yazıtlar, Türkî dillerin en eski yazılı eseridir. Böylelikle, Osmanlı İmparatorluğu küçüldükçe, başat kimlik giderek bir Türk kimliğine dönüştü. Müslümanlık ve Osmanlılık ayırt edici kimlik olma özelliklerini yitirdi. 

Mesele şu ki Osmanlı Türkleri’nin büyük çoğunluğu Anadolu’da yaşamaktaydı. Moğolistan ve Orta Asya ile herhangi bir bağları yoktu. Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı tarihi boyunca hiçbir zaman Türk aidiyeti temelinde bir birleşme siyaseti güdülmedi veya kültürel milliyetçilik duygusu oluşmadı. Osmanlı’nın tüm mitleri ve tarihi İslam ile bağlantılıydı. Şimdi yepyeni bir kimlik inşa etmek gerekiyordu. Bu çok zor bir işti. Çünkü Türk tarihindeki boşluklar, süreklilik arz eden bir tarih anlatısına olanak vermediği gibi, göçebe kültürü, coğrafi bir vatan da sağlamamaktaydı. İslam öncesi Türklük ile ilgili çok sınırlı kaynaklar vardı. Böylece fazla ayrıntıya girmeden masalımsı ve mitleştirici bir yöntemle bir hayali cemaat için gereken aidiyet temelleri inşa edildi. Cumhuriyetin kuruluşuna dek bu böyle devam etti. İslami kimlik ve Osmanlı kimliği ile beraber bir Türk kimliği önce oluşturuldu, derken diğerlerini yakaladı ve sonra da onları geride bıraktı. Daha doğrusu jeopolitik gerçekliklerin zemininde Osmanlı aidiyeti ile İslami ümmet aidiyeti etkilerini kaybettiler ve meydan Türkçülüğe kalmış oldu. 

Eğer Araplar ve Arnavutlar Osmanlı İmparatorluğu’nda kalmayı tercih etselerdi tarih başka türlü yazılabilirdi. Ya da Balkanlar Amerika vari bir Osmanlı kimliğini benimseyerek bir tür Osmanlı federasyonunda yer alsalardı yine tarih farklı seyredebilirdi. Reel politik durum, Türklüğü yegane alternatif olarak bırakmıştı. 

Bu bağlamda Anadolululuk kimliğine de değinelim. Bu kimliğin benimsenememesindeki en önemli neden, Anadolu’nun ana vatan olarak görülmemesidir. Türkçülüğün de İslami tarih yazıcılığının da en zararlı etkisi, Anadolu yerlilerinin bulundukları coğrafya ile bağlarını kopartmış olmalarıdır. Hristiyan tarihi üzerinde var olan Anadolu’da “biz Anadoluluyuz” demek riskli olurdu. Dahası inandırıcılık sorunu ortaya çıkardı. Hatta Müslüman halkın yeni devletle olan bağlarını tehlikeye atardı. Bunun dışında, özellikle İstiklal Savaşı’nın ana ötekisi olan Yunanlıların dilini konuşmuş bir kadim Anadolu, Kemalist tarih yazımına göre kabul edilemeyecek bir durumdu. Böylece Anadolululuk kimliği, egzotik birkaç aydın dışında (Halikarnas Balıkçısı veya İskender Ohri gibi) kimse tarafından üzerinde durulmayan bir konu olarak kaldı. Ve tutmadı.

Türk tarihinin İslam öncesinde göçebe olması ve herhangi bir kent, mimari eser, kalıcı sanat eserleri, yazılı edebiyat vs. ortaya koyamamış olması, İslam öncesine ait bağların yapay olarak üretilmesini – uydurmayı – beraberinde getirdi. İslam döneminde olan, ancak latent kalan Türklük de aynı şekilde sonradan üretildi (Osman Bey’in rüyası gibi). Cumhuriyet dönemine kadar Türkçe adı bile kullanılmaz. Lisan-ı Osmanî denir. Bu dilde Türkçe sözcüklerin sayısı Farsça ve Arapça sözcüklerden çok daha azdır. Hatta dilbilgisi de Ural-Altay ailesinin dışında birçok Sami ve Hint-Avrupa kalıplarla doldurulmuştur. Yani İttihatçılar ve Kemalistler dilde bile özgün ve güvenilir bir ulus malzemesi bulamadılar. Örneğin uydurdukları birçok sözcüğün sonradan Türkçe değil Moğolca kökenli olduğu anlaşıldı. 

Bağlayacak olursak: Osmanlı’dan modern Türkiye’ye giden yol, tipik bir “ulus yaratma” sürecidir. Buna benzer süreçler birçok “yeni milletin” ortaya çıkışında ve ulus devletini kuruşunda görülüyor. Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar veya Arnavutlar da kendi tarihlerini ulus devlet projesinde “yeninden ele alırken” mitleştirmeler ve sembol yaratmalarla halklarının bu yeni kimlikleri benimsemelerine çalıştı. Daha yeni ulus devletlerde, mesela Orta Asya ve Kafkasya’da benzer dinamikleri ve süreçleri gözlemliyoruz. 

Bu konular daha iyi anlaşıldığında, aşırı milliyetçilik gibi habis ideolojilerin etkilerini kaybedecektir ve daha kozmopolit aidiyetler, daha demokratik bir devlet formatında ortaya çıkabilecektir. Türkler hiç kimseden üstün değildir. Türkler hiç kimseden aşağı da değildir. Türkler bir ırk değildir. Bir politik ve kültürel topluluktur. Daha gururlu ve kendini üstün gören bir etnik topluluk yaratmak için Çin kaynaklarından öğrenilen, hangi etnisiteye ait olduğu bilinmeyen, babasını öldürerek göçebe bir imparatorluk kurmuş bir figürün iktidara gelişini TSK’nın resmi kuruluş yılı olarak yazmak, bir modern devleti ancak komik duruma düşürür. Bir kenti fethettiği tarihi, o kentte 400 yıl sonra kurabilmiş olduğu üniversitenin kuruluş tarihi olarak yazmak, ancak derin bir kompleksin itirafı olabilir. Düzelmek, salt bir rejim meselesi değildir. Tarihe ve bugüne sağlıklı bakmaktır. Ancak bu şekilde iyi bir gelecek mümkün olabilir.

Exit mobile version