Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

İslam ve Türk Milliyetçiliği, yine yeniden – Simten Coşar, Aylin Özman

Söylemsel olarak ön plana çıkan ve merkez sağ siyasetin temel bileşenlerinden olan din motifli muhafazakârlık, Türkiye siyaseti açısından belirleyici olan bir diğer kültürel-politik unsurla sentezleniyor. AKP, ANAP’la bağlamsal bağlantısından devşirdiği Türk milliyetçiliğini kuruluş sürecinde ve ilk iki hükümet döneminde farklı dinlere yönelik hoşgörü referansıyla ve gayrimüslim topluluklara dönük olumlu uygulamalarla liberal bir pota içerisinde sunabildi. Takip eden dönemlerde ise izlenen kültür politikaları, İslam vurgusunun Türk milliyetçiliği içerisinden güçlenerek aktarılmasını beraberinde getirdi. Söz gelimi, 2000’lerin ilk on yılında, ders kitaplarının içeriği üzerine yürütülen bir dizi araştırmanın da gösterdiği gibi ilk ve ortaöğretim ders kitaplarında Türk milliyetçiliği hâkim bir unsurken 2000’lerin ikinci on yılında Türk milliyetçiliği mitik yeniden kuruluş anlatısında Osmanlı-İslamına eşlik eden bir bileşen olarak yer alır.

Kürt meselesi

Türk milliyetçiliğinin parti siyasetinde doğrudan gözlemlenebildiği alan anaakım tanımıyla “Kürt meselesi”dir. Partinin kuruluş sürecinden günümüze kadar temel izleğini değiştirmediği bir politika alanı olarak Kürt meselesi, aynı zamanda yukarıda değindiğimiz muhafazakârlık-İslam-milliyetçilik üçlüsünün kesişme noktasını da oluşturur. AKP, merkezin diğer partilerinden farklı olarak Kürt meselesinin siyasal, ekonomik ve güvenlik eksenleri arasındaki geçişkenliği göz önüne aldı.[1] Partinin bu konudaki tavrının zaman içindeki gelişiminde birbirini reddetmeyen iki ayrı çizgiden bahsetmek mümkün. Kabaca, kuruluşundan Demokratik Açılım’ın sonlandırıldığı 2014 yılına kadar parti belgelerinde Kürt meselesinin güvenlik boyutu olarak belirlenen “terör sorunu,” devletin bireysel haklar ve özgürlükleri tanıması ve ekonomik kalkınma gereğiyle birlikte ele alındı.[2]Ancak bu, TSK’nin bu konudaki belirleyici rolünün azaltılmasını gerektirmedi.    

Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet

AKP hükümetlerinin hem Kürtçe yayın ve eğitim hakkının tanınmasına yönelik yasal düzenlemelerle sergiledikleri liberal tutum hem Kürt meselesine yönelik politika süreçlerindeki tekelci tavırları hem de milliyetçi-muhafazakâr seçmen tabanlarına hitap ederken dayandıkları devletçi-şahin dilin bir aradalığı tam da merkez siyasetinin ürünü olarak değerlendirilebilir. Nitekim, gerek 2005 yılındaki “bayrak krizi”nde gerek 2012 yılındaki açlık grevlerinde gerek bugün HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında, HDP’li belediyelere kayyum atanmasında ve Kürt meselesinin çözümüne yönelik olarak hükümet retoriğinde belli belirsiz işaret edilen Sünni-İslam ortak teması, merkez sağ siyasete içkin muhafazakârlığın ve milliyetçiliğin 2000’lerdeki görünümüne bağlı olarak okunabilir. Partinin 2007 genel seçimlerindeki kampanyasında vurgulanan ve ardından kamuoyuna özellikle Kürt meselesinin çözümüyle ilişkilendirilerek tanıtılan Demokratik Açılım paketinde (2010) toplumsal barışın ve birliğin anahtarı olarak sunulan ve akabinde 2011 genel seçimleri sonrasında Erdoğan’ın balkon konuşmasında, bu kez seçim zaferinin sembolü olarak karşımıza çıkartılan “… tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet” formülü bu açıdan önemli örneklerden biridir.[3] Yanı sıra, ortaklık “aynı dua … ve aynı cemaat”[4] üzerinden kurulmakla “Sünni İslam’ın birleştirici işlevine öncelik verilmesi”[5] hem AKP’nin milliyetçi-muhafazakâr duruşunu hem de merkez sağa özel değerleri temsil eder.

Açlık grevleri ve idam cezası

AKP’nin merkez sağ içerisinde yeniden tanımladığı bu duruşun bir diğer örneği 2012 yılında başlatılan açlık grevlerine dönemin başbakanı Erdoğan’ın tepkisinde bulunabilir. Erdoğan’ın, açlık grevleriyle eşzamanlı olarak idam cezasının yeniden yürürlüğe konulmasına işaret eden açıklamaları merkez sağın, milliyetçi-muhafazakâr özelliklerini örneklemenin ötesinde, bu siyasal pozisyonun sivil haklar ve özgürlüklere yönelik, ziyadesiyle esnek yaklaşımını da açığa çıkartır. Bu esneklik idam cezasıyla ilgili farklı dönemlerde yapılan birbirine ters önerilerde özetlenir: 2002 yılında, “Türkiye artık AB’nin kenar mahallesi olmaktan kurtarılmalı. İdam cezası tamamen kalkmalı. Bu konuda hükümete destek vermeye hazırız” beyanına on yıl içerisinde (2011’den itibaren) farklı vesilelerle idam cezasını şahsen ve parti düzeyinde onayladığına dönük açıklamalar eklenir.[6]

Güvenlikleştirme dalgası

2013/2014 dönümüyle birlikte AKP’nin liberallikle milliyetçi-muhafazakârlık arasında salınan politika tercihlerinde güvenlikçi eksenin öne çıktığını görüyoruz. Dönemin HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adaylığı, HDP’nin Kürt siyasetiyle sınırlı kalmayacak şekilde geniş demokratik bir seçmen kitlesine hitap etme kaygısıyla yürüttüğü kampanyaları, akabinde Haziran 2015 genel seçimlerinde aldığı yüzde 13.1 oyla yüzde 10 seçim barajını ilk kez parti olarak aşması, takip eden Kasım 2015 seçimlerinde yüzde 10.7 oyla yine mecliste temsiliyet elde etmesi ve dolayısıyla AKP iktidarına alternatif bir siyaset potansiyelini beraberinde getiriyor olması, bu güvenlikçi eksenin sabitlenmesi açısından belirleyicidir. Aynı dönemde, TSK ile PKK arasında karşılıklı olarak onaylanan ateşkes süreci de sona erdirildi.

Bağlantılı olarak, OHAL kapsamında 1 Eylül 2016 tarihinde yürürlüğe giren 674 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle Cumhurbaşkanına verilen belediyelere kayyum atama yetkisi çerçevesinde 11 Eylül 2016 tarihinden itibaren ağırlıklı olarak HDP’li belediye başkanlarını hedef alan bir tasfiye politikası yürütüldü. OHAL dönemi boyunca toplumsal ve siyasal muhalefetin geniş bir bölümü güvenlikleştirme dalgasından payını aldı. Bu açıdan feminist örgütler ve LGBTİ+ hareketinin eylemlilik alanlarında deneyimlenen süreğen daraltma önemlidir.[7] Bu daralma ve ifade özgürlüğüne yönelik güvenlikçi kısıtlamalardaki artış, üniversitelerden toplu tasfiyelerle sonuçlanan Barış Akademisyenleri vakası siyasetin yeni kurulmakta olan merkezinin işleyişiyle ilgili ipuçları verir.[8]

Yönetimde şahin söylem

Bu kriminalizasyon AKP’nin halihazırda alışık olduğu popülist biz-öteki ayrımıyla örtüşürken söz konusu örneklerde muhalefetin ulusal güvenlik kapsamına yerleştirilmesi, merkez siyasetinin yukarıda değindiğimiz tasfiyesi açısından altı çizilmesi gereken bir husustur. OHAL dönemi aynı zamanda siyasetin merkezinin sağa yerleştiği ve yönetim süreçlerinde şahin söyleme teslim edildiği dönemdir. Bununla bağlantılı olarak Cumhur İttifakı (2018) bir yandan merkez siyasetinin milliyetçi-muhafazakâr sağa dönüşümü vasıtasıyla çözülüşünü simgelerken merkez siyaset alanının kurucu unsurlarından olagelen Türk-İslam sentezinden vazgeçişe işaret eder. Bugün Cumhur İttifakı’nın iç ve dış politika tercihlerinde dayandığı şahin ve varoluşsal gerekçeler, Müslüman çoğunluklu toplumlara dönük Osmanlı temelli kolonyal tonlamalarla, Türklük ve yine Osmanlı’dan esinlenen Müslümanlık kimliklerinin dava birliği üzerinden bileşimine referansla bir millî kimliğin kurulma çabasına işaret eder.

Siyasetin merkezinin İslamlaşması

Bugün, merkezi kendine çeken milliyetçi-muhafazakâr Cumhur İttifakı, Türk-İslam sentezinin işlev göremediği bir sosyo-kültürel alanı talep ediyor. Diğer bir ifadeyle, merkez siyaseti artık siyasal işleyişi tanımlamıyor. Şöyle ki, hükümet ortakları olarak AKP ve MHP’nin birlikte hükümet etme pratiği, Türk-İslam sentezini arka plana atan bir İslamlaşmayı içerisinde barındırıyor. Bu İslamlaşma, parlamenter sistemin yerini şahsiyetçi yönetimle tanımlanan bir nev’i başkanlık sisteminin aldığı bir süreçte ivmelenir.

Merkez siyaseti çözülmüşken, ilişkili yönetme formundan miras kalan toplumsal olanın marjinalleşmesi keskinleşerek devam ettiriliyor. AKP ve MHP milliyetçi-muhafazakâr sağdan kurdukları politika tercihlerinde yoksulluk, cinsiyet ayrımcılığı ve etnik ayrımcılık yeniden üretilir. Türkiye’nin bugün sağa kayan merkez yönetiminde yoksulluk, ekonomik büyüme ile hayırseverlik karışımında, cinsiyet ayrımcılığı ahlâkçılık ile İslam referanslı adalet önerisi karışımında -AKP’ye özgü cinsiyet adaleti –  ve etnik ayrımcılık, Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet sembolizminde eritiliyor.

Eğer kriz, “eskinin ölmekte olduğu yeninin tam olarak ortaya çıkmadığı”[9] zamanları anlatıyorsa Türkiye’deki rejim değişikliğinin bugünkü evresinin tam da böyle bir ana işaret ettiğini söyleyebiliriz. Söz konusu değişikliğin arka planı 1980 askerî darbesini takiben, merkez siyaset odaklı hükümet pratiğinde ve iktidar – muhalefet ilişkilerinde kurulur. 1980’ler boyunca yerleşikleştirilmeye çalışan neoliberal düzen, Türkiye’deki merkez siyasetinin izleyen on yıllarda dayandığı uzlaşı zeminini oluşturur. Eski ölürken parlamenter sistemi, seküler kültür politikalarını, liberal uluslararasıcılığı beraberinde götürür; henüz ortaya çıkmakta olan yeni, eskiden devraldığı adaletsiz bölüşüm pratiklerini, cinsiyetçiliği ve etnik ayrımcılığı, şahsiyetçi yürütmenin hâkim olduğu bir nev’i başkanlık sisteminde, yaygınlaşan gösterişli inşaat/tüketim ikiliğinde ve toplumsal olanı marjinalleştiren milli birlik çağrılarının eşlik ettiği şahin dış politikada yeniden üretiyor. Bu resim merkez siyasetinin çöküşüne ve siyasetin merkezinin İslamlaşarak sağa kayışını tasdikler.

[2] Örneğin bkz. Adalet ve Kalkınma Partisi Programı, Ankara, 2002.

[4] Soruları ve Cevaplarıyla Demokratik Açılım Süreci, Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, Ankara, [AKP] Tanıtım ve Medya Başkanlığı (Ocak 2010):  77.

[5] Nalân Soyarık-Şentürk, “The AKP’s Citizenisation Project: Where To?” Silent Violence: Neoliberalism, Islamist Politics and the AKP Years in Turkey içinde, 172.

[6] 2011 yılında İmralı’da tutulan Abdullah Öcalan’ın  E tipi cezaevine nakliyle ilgili olarak  yaptığı açıklamada, 2002 yılında AKP’nin hükümette bulunması durumunda bu meselenin baştan çözülmüş olacağını, zira verilmiş olan (idam) cezasını tereddütsüz uygulayacağını belirtir. Bkz. “Erdoğdan’dan İmralı Açıklaması,” Sabah (09 Haziran 2011) https://www.sabah.com.tr/gundem/2011/06/09/erdogandan-flas-imrali-aciklamasi Erişim: 22 Temmuz 2020; 2017 yılında Manisa’daki bir toplu açılış töreninde, idam talebinin parlamentodan geçmesi durumunda onaylayacağını belirtmiştir. Bkz. Erdoğan: İdam İçin Referandum Yolunu Açabiliriz, Hürriyet (24 Şubat 2017) https://www.hurriyet.com.tr/erdogan-idam-icin-referandum-yolunu-acabiliriz-40376826 Erişim: 22 Temmuz 2020; 2019’da Zonguldak Ereğli’de yerel seçimler vesilesiyle yaptığı konuşmada, 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle bağlantılı olarak idam onayını tekrarlamıştır: “Biz bir yanlış yaptık, idamı kaldırdık. 15 Temmuz gecesi 251 vatandaşımızı, askerimi, polisimi şehit edenleri; ağırlaştırılmış da olsa müebbet de olsa cezaevlerinde onları beslemek bile bana ağır geliyor. Parlamentomuz bununla ilgili karar verirse ben onaylm.” “Erdoğan Seçim Öncesi Yine “İdam”ı Hatırladı” Diken (19 Mart 2013), http://www.diken.com.tr/erdogan-secim-oncesi-yine-idami-hatirladi-parlamento-getirsin-onaylarim/ Erişim: 22 Temmuz 2020.

[7] Berrin Koyuncu ve Aylin Özman, “Women’s rights organizations and Turkish state in the post-2011 era: ideological disengagement versus conservative alignment,” Turkish Studies, cilt 20, sayı 5 (2019), 728-753.

[9] Antonio Gramsci, Selections from the Prison Notebooks, Gç N. Smith ve Q. Hoare (çev.), Londra, Lawrence & Wishart, 1971: 276.

Exit mobile version