Yaklaşık 20 ay hapis yatan yazar Şahin Alpay, son yazısında cezaevinde suçsuz yere tutuklu bulunan insanlara dikkat çekti. Ahmet Altan’ı ise anlamakta güçlük çektiğini de söyledi.
27 Temmuz 2016’dan 17 Mart 2018’e kadar Silivri Cezaevinde kalan yazar Şahin Alpay, p24 için yazdığı “Yeni Dünya görüşüm” adlı yazıda “Şu günlerde benim büyük derdim, cezaevlerinde çürüyen binlerce suçsuz günahsız insanların verdiği üzüntü, sıkıntı, iç daralması…” dedi.
“SİYASİ BİR DAVA UĞRUNA ZİNDANLARDA CAN VERMEYE DEĞER Mİ?
Tahliye edildikten sonra eşini kaybeden Alpay, “Ne kadar yaşayacağımızı, ne zaman, ne şekilde öleceğimizi bilmiyoruz. O hâlde dünde ya da yarında değil bugünde, şu anda yaşamayı akıl edin” önerisinde bulundu.
Alpay, hala tutuklu olan Ahmet Altan’ı anlamakta biraz güçlük çektiğini ifade ettiği yazısında “Herhangi bir dava, hele siyasi bir dava uğruna büyük sıkıntılar, eziyetler çekmeye; bu uğurda yıllarını sürgünlerde, zindanlarda geçirmeye ya da can vermeye değer mi?” diye bir soru da sordu.
ŞAHİN ALPAY’IN O YAZISI…
“Silivri’den çıktıktan, ardından Fatma’nın kaybıyla yaşadığım travma ve başıma gelen acı ve tatlı bir yığın şeyden sonra, hayatımın şu son evresinde belki de son paradigma (dünyayı algılama merceği) değişimini yaşıyorum. Okurlarım bilir, ben birkaç kez paradigma değiştirdim; dönekliğimle övünürüm; yanlış olduğu anlaşılana yanlış demeyi erdem sayarım.
Niye paradigma değişimi yaşıyorum? Bunun hâlâ (az bir ihtimalle de olsa) Silivri’ye dönebileceğim endişesiyle ilgili olduğunu sanmıyorum. Aslında Silivri o kadar da kötü bir tecrübe değildi; hayat muhasebesini teşvik etti. (Ömer, Fatma’ya “Silivri iyi gelir” demiyor muydu?) Ama oradan hoşlandığımı da hiç söyleyemem. Doğrusu Ahmet’i anlamakta biraz güçlük çekiyorum; Mümtazer’i, Mustafa’yı, Osman’ı çok iyi anlıyorum. Yeni dünya görüşümde belki yaş icabı geçirmekte olduğum biyolojik ve ruhsal değişimlerin de etkisi var. Ama esas neden, olan biten üzerine düşününce vardığım sonuçlar. Her neyse, zihnimde paradigma (genel teori) değişikliği yaşadığım bir vakıa. Değişimin ana belirleyicilerini şu noktalarda toplayabilirim:
1- İnsanlığı ve içinde yaşadığım toplumu, topluluklar (sınıf, halk, millet, etnik grup, din, ümmet, mezhep, vs. vs.) temelinde anlamaya çalışmayı artık beyhude olarak görüyorum. Nihayet dank ettim ki bütün bu kategoriler bireylerden oluşuyor ve temel aktör birey. (Demek ki liberalliğim de yüzeyselmiş; temel aktörün birey olduğunu biliyorum sanıyormuşum ama bilmiyormuşum). Muhakkak ki toplulukların hepsi de birer aktör, ama en temelde birey var. Onun için ne ekonomi, ne sosyoloji, ne siyaset bilimi, ne şu ne bu, belki psikoloji esas bilme aracı. Artık bana öyle geliyor.
2- Silivri’ye kadar inanıyordum ki (nasıl yapabildim?) insanlar, bireyler iyi ya da renksiz doğarlar, onları toplum (kendi –değişen- değerlerine göre) iyi veya kötü yapar. Artık öyle düşünmüyorum. Doğuştan, genlerinden iyi ve kötü olanlar olabilir. İnsanın insanın kurdu olduğu bir gerçek. Uygarlık dediğimiz şey de esas olarak bunu (kurtluğu) denetim altına alma uğraşı, ama bir türlü yerleşemiyor. İki adım ileri, bir adım geri; ya da bir adım ileri iki adım geri gidiyoruz.
3- Tarihi “son kertede” bireyler yapıyor; hepsinden önce de bireylere yön veren fikirleri üreten bireyler. Locke, Rousseau, Marx, Popper ve diğerleri olmadan bugün içinde yaşadığımız dünya anlaşılabilir mi? Ya o fikirleri uygulayanlar olmadan? Lincoln olmasa ABD olur muydu? Obama’nın ABD’si ile Trump’ın ABD’si aynı şey midir? Churchill olmasaydı Britanya olur muydu? Tony Blair I ile II arasındaki farkı bir düşünün. Fransa, Robespierre gibi bir “çatlak”sız anlaşılabilir mi? Alman tarihinden Hitler ile Merkel’i çıkarabilir misiniz? Bu kişiler koca Almanya’yı birbirinin zıddı kılmadılar mı? Franco’suz, Kral I. Juan Carlos olmadan İspanya anlaşılabilir mi? Michelangelo ve Rafael’siz; Stefania Sandrelli ve Monica Bellucci’siz İtalya olur mu? I. (Deli, Büyük) Petro, Lenin, Stalin, Gorbaçov, Putin olmadan Rusya olur muydu? Ya Maosuz, Dengsiz Çin?.. Bize gelirsek: Fatih ve Kanuni olmasaydı Osmanlı olur muydu? II. Abdülhamit ve Mustafa Kemal’siz Türkiye’den söz edilebilir mi? Atatürk bize (muhakkak ki istemeden) Erdoğan’ı hediye etmedi mi? Bu kadar örnek ne demek istediğime yetiyor olmalı…
4- Şimdilerde çok şey öğrendiğim bir arkadaşım, Stephen Jenkinson adında bir Newage filozofu dikkatime getirdi. (Sonunda buna pişman oldu ya… o başka.) Jenkinson’dan benim anladığım şu: Genç, orta yaşlı ve yaşlı / çok sağlıklı, az sağlıklı ve sağlıksız olarak hepimizin ortak olduğu bir gerçek var: Ne kadar yaşayacağımızı, ne zaman, ne şekilde öleceğimizi bilmiyoruz, bilemeyiz. O hâlde dünde ya da yarında değil bugünde, şu anda yaşamayı akıl edin… Jenkinson’a gelinceye kadar tabii ki Ömer Hayyam var: “Hayat bir mucize, hayata bir kez geliyorsun, tadını çıkar!” demiyor mu büyük düşünür? Ve pratik filozof dostum Nuri ha bire kafama vurmuyor mu: Oğlum artık geçmiş için keşke demek, gelecekten kuşku duymak yok!
5- Evet, insan herhangi bir davaya (bir şeyi keşfetmek, bir şeyi icat etmek, bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeyi / kişiyi sevmek, vs.) inanmadan yaşayamıyor. Ne var ki, insan yaşadıkça görüyor ki, zamanla her şey değişiyor, dün doğru görünen bugün farklı görünebiliyor. Dolayısıyla yanlış çıkabilecek toptan çözümler yerine, düzeltilebilecek kısmi çözümler daha mantıklı değil mi? Herhangi bir dava, hele siyasi bir dava uğruna büyük sıkıntılar, eziyetler çekmeye; bu uğurda yıllarını sürgünlerde, zindanlarda geçirmeye ya da can vermeye değer mi? Bunu tercih etmiş olan yakın arkadaşlarıma olanca saygımla, o yollardan geçmiş biri olarak da, bunu soruyorum bugün kendi kendime. İster bunu saygı duyulacak bir soru olarak görün, ister görmeyin; kabul edin ki böyle bir soru var ortada: Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve daha nice arkadaşımın benimsedikleri dava uğruna canlarını vermelerine değdi mi? Şu ülkenin, şu dünyanın geldiği yere bir bakın!!! Hayatta kalsalar farklı düşünmeyecek miydiler? Hunharca öldürülen büyük yazarımız Sabahattin Ali’ye yazık olmadı mı? “Sen yanmasan, ben yanmasam…” deyip yıllarca zindanlarda çürümüş, çok sevdiği ülkesinden sürgün yaşayıp yaban ellere gömülmüş büyük şairimiz Nazım Hikmet’e içim yanmasın mı? Evet, toplumu, dünyayı daha adil, daha özgür kılmak soylu davalar, ama insan aynı zamanda kendi yaşamının değerini de bilmemeli mi? Naçiz tecrübelerimden çıkardığım sonuç şu: inançlar / görüşler konusunda temkinli olmakta, kuşku duymakta yarar var. Erdemli atasözü de “yoğurdu üfleyerek yeyin” demiyor mu?
6- Gelecek belirsiz. Hayatımda duyduğum en büyük, en yıkıcı palavra tarihin kanunları olduğu ve toplumların önceden belirli bir geleceğe doğru ilerledikleri palavrasıydı. Kendimi bu palavranın kurbanları arasında gördüğüme daha önceki bir yazımda değinmiştim. Önce komünist olarak sınıfsız toplumun, sonra da liberal olarak hür ve eşit bireyler toplumunun kaçınılmaz olduğu gibi bir saçmalığa maalesef inandım. Artık inanmıyorum. Tahmin edeceğiniz gibi çevremde hâlâ bu tür ya da benzer saçmalıklara inananlar, yakınlarım var. Bunlara göre, dünya da Türkiye de iyiye gidecek, gitti, gidiyor… Devamlı umut pompalıyorlar. Biri bana (abartmıyorum) tam olarak dedi ki, “Yaz tahtaya: Ocak ayında bu ülkede ezan artık böyle dayak atar gibi okunmayacak!…” İnşallah haklıdır hepsi. Ben hep geleceği okumakta başarısız kaldığımdan olacak, onların (cennet kapının arkasında) iyimserliğine kanamıyorum. Bakın kapı komşumuz Putin ne yaptı? 2036’ya kadar Rusları ihya (!) etmeye devam edecek. Reyiz niye yapamasın? Bir arkadaşım diyor ki: Z kuşağı! Z kuşağı nedir onu da pek bilmiyorum, ama ona daha çok zaman olduğunu biliyorum en azından.
Anlayacağınız, şu günlerde benim büyük derdim, cezaevlerinde çürüyen binlerce suçsuz günahsız insanların verdiği üzüntü, sıkıntı, iç daralması… Küçük derdim, atın ölümü arpadan olabilir ama aptalca şu koronadan gitmeyeyim; tekrar Silivri’ye tıkılmayayım; aklanayım, pasaportumu alayım, Stockholm’e, Londra’ya, Karadağ’a, Kavala’ya gideyim… Göremediğim yerleri göreyim, yapamadığım şeyleri yapayım…
Fatma hayatta olsaydı, bana hayli kızacak ama sonunda aklın başına geldi deyip memnun olacaktı. Bir yakın dostum ise bana çok öfkeleniyor, kafayı yemek üzere olduğumdan şüpheleniyor. Hâlâ beni aslında her şeyin iyiye gittiğine inandırmaya çabalıyor. (Ortaçağ’la bugünkü dünya aynı mıymış, mesela… İyi de bugün insanlığın karşı karşıya olduğu tehlikeler o günden çok daha büyük değil mi?) Ben de diyorum ki, yahu sen ifade özgürlüğüne inanmıyor musun? Herkes düşündüğünü söylerse belki birlikte, ortak çabamızla gerçeğe ulaşabiliriz demiyor muyduk? Ben yanılıyor olabileceğimi kabul ediyorum, sen niye etmiyorsun?”