YORUM | CEMİL TOKPINAR
Yer İzmir. 1990 yılının ılık bahar esintilerinin başladığı Mart ayının yirmi beşi. Günlerden Pazar. Tarihe “Şadırvan Camii Vaazları” diye geçen “İman ve Aksiyon” konulu vaazların dördüncüsünü dinlemek için bugünü iple çeken insanlar Şadırvan Camiini tıklım tıklım doldurmuşlar. İnsanlar yan yana, diz dize. Tek boş yer caminin kubbesi gözükse de orayı da ruhanîlerin doldurduğu muhakkak. Öyle bir metafizik gerilim var ki, gözyaşı ve çığlığın olmadığı bir an yok gibi.
Kürsüde asrın vaizi var. Sohbetlerinde Asr-ı Saadeti ve selef-i salihîni anlatırken sinema perdesinde seyreder gibi konuşan ya da hadiselerin bizzat içindeymiş gibi aktaran söz sultanı var. Sanki sadece dili değil, kalbi, ruhu, duyguları, eli, kolu, gözü bütün zerreleriyle hitap eden çağın dertlisi var. Ağzından çıkan her bir kelime, sürekli hedefi vuran bir ok gibi dinleyenlerin yüreğine dokunuyor, tıpkı şalteri indirince elektrikle buluşan makinelerin ahenkle çalışması gibi, hareketsiz bedenler şahlanıyor, er meydanında vuruşmak için sabırsızlanan akıncı gibi yerinde duramıyorlar. Ancak elde kılıç yok, silah yok, çünkü muhabbet fedailerinin silahları iman, ahlâk, temsil ve tebliğden başka bir şey değil.
Şiirlerin taç beyti gibi bu vaazın da bamtelini oluşturan yeri hiç şüphesiz mana âleminden bir müşahedenin anlatıldığı bölüm. Hocaefendi daha anlatmaya başlarken cami lerzeye geliyor, çığlıklar artıyor, gözyaşları sel oluyor, yer yer âminler yükseliyor. Öyle candan, öyle samimî, öyle sadık, öyle fedakâr bir cemaat ki, bu tabloyu görünce dünyasını bir valize doldurup yeri yurdu bilinmez ülkelere hizmete koşanların sırrı anlaşılıyor.
Hocaefendi birkaç arkadaşıyla bir hizmet binası inşa edilecek bir arsayı görmeye gider. Onlar arsayı incelerken aynı dakikalarda bir arkadaşı yakazada veya rüyada bir müşahedeye mazhar olur. Arsada üç nurânî zat vardır. Müşahedeyi gören kişi onların kim olduğunu merak eder ve birisine sorar.
Sorduğu kişi Tâbiinin imamlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri olarak kendini tanıtır. Diğerleri ise İmam-ı Âzam Ebu Hanife ve Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’dir. Hasan-ı Basrî aynı zamanda üçünün sözcüsüdür.
Müşahid sözcüye sorar:
“Acaba biz nasıl bir hizmet yapıyoruz?”
Şöyle cevap verir Hasan-ı Basrî Hazretleri:
“Siz öyle bir hizmet ortaya koydunuz ki sahabenin hizmetinden farkı yok bunun.”
Mana âlemlerinden gelen bu müjde, bu tasdik, bu takdir dinleyenleri öyle bir heyecan deryasında coşturur ki, sanki cami temellerinden sökülüp cemaatle birlikte arşa yükselecekmiş gibi lerzeye gelir.
Nasıl gelmesin ki…
O Hasan-ı Basrî ki, sahabeyi görmüş, sevmiş, modellemiş ve demiş ki:
“Yetmiş Bedir gazisine yetiştim… Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlâkın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi bunların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.”
Böylesi sahabeyi bilen, tanıyan, mukayese eden bir imamın gayb âlemlerinin sultanları adına söylediği bu hüsn-ü şehadet cihandan daha değerli değil mi?
Söz sultanı, her zaman içinde bulunmakla iftihar ettiği topluluğa ötelerden gelen müjdeden memnun ve mesrur bir şekilde müşahedeyi görenin sözlerini aktarmaya devam ediyor:
“Ellerinde bir defter gördüm. Defterde isimler vardı. Bu isimlerin başında asra mühür gibi adını vuran adamın ismi vardı. Bir mühür gibi çağa ismini basmıştı. Bir düşünce çığırı açmıştı. Haklıydı. Ve haklı olarak ismi bu muhteşem defterin başına yazılmıştı. Arkadan onun nur halesinden isimler vardı. Ali’ler, Veli’ler, Hasan’lar, Abdullah’lar, Zübeyir’ler, Sungur’lar vardı. Ve arkadan sizin şu hizmet zemininizi önünüzde hazırlayan adamların isimleri vardı. Size beşaret verebilirim, tanıyıp sevdiğiniz haklarında hüsnü zan beslediğiniz o güzel isimlerin hemen hepsi vardı. Hatta soruyorlardı müşahide: ‘Samsunlu Hoca nerede, Samsunlu Hoca?’ Alnından öpeyim benim aslan hocam! Samsunlu Hoca nerede? Samsunlu Hoca kim? Yahu defterde ismi olan adamı tanımaz mısın sen? Onu size fısıldayayım. O sizin Mehmed Ali Hocanızdır.”
Camide çığlıklar, Allah Allah sesleri artıyor, metafizik gerilim had safhada. Adeta caminin sütunları, duvarları, minberi, mihrabı, kubbesi çınlıyor. Sanki camideki bu hal, çeyrek asır sonra yeryüzünü mescide, asumanı hizmet erlerinin sedalarıyla çınlayan kubbeye çevirecek yiğitlerin habercisi gibiydi.
Hocaefendi müşahidin sözlerini aktarmaya, hem de aralara yorumlar, dualar katarak gözyaşıyla anlatmaya devam ediyor:
“Müşahedeyi gören, ‘Çok merak ettim’ diyor. ‘Acaba benim ismim de var mı?’ Defteri sonuna kadar göstermediler. Zira bazı isimler üzerine adı silindi diye çapraz işareti konulmuştu. (Burada Hocaefendi çok ağlıyor) Çapraz işaretler vardı. Allah isminizi çizmesin, isminizi çizmesin. (Cemaatte çığlıklar ve gözyaşlarıyla âminler yükseliyor.) Eğer o defterde adın çizilmesi kolay bir şey olsaydı herkes adına ve hepiniz adına kendimi ortaya atacak, hepiniz adına kendimi itlaf ediyorum diyecektim, ama çok zor. Efendimin defterinde ismimin çizilmesine ben de tahammül edemem. Edemem taşınılacak gibi şey değildir. ‘Silik isimler vardı. Çok merak ettim diyor. Acaba benim ismim silik mi?’ ‘Silikleri göstermeyiz’ dediler. ‘Göstermeyeceğiz.’ Zira Hak kapısı insanın sırtını döneceği bir kapı değildir. Adınız şakî bile yazılsa ebedlere kadar kapının tokmağına dokunacak, ‘Ey dost, her ne kadar isyan ettiysem de senden başkasına secde etmedim’ diyeceksiniz.”
Bu meşhur vaaz çok uzun, iki saate yakın sürüyor. Ne yaptığımızı, nerede durduğumuzu, nasıl bir hizmete baş koyduğumuzu idrak etmek için tıpkı “Hey gidi günler” vaazı gibi tekrar tekrar izlemeye değer.
İşte geçen hafta ebediyete uğurladığımız Mehmed Ali Şengül Ağabeyimiz, namı ötelere ulaşmış, şanı mana âlemlerinde yankılanmış, hizmeti, ihlâsı, vefası, takvası, duası, sadakati, fedakârlığı, feragati büyükler nezdinde kabul ve takdir görmüş bir adanmış ruh, bir beklentisiz gönül idi.
Sahabe efendilerimizin, Üstadın talebelerinin ve Hocaefendinin şakirtlerinin muhteşem kahramanlıklarını öğrendikçe hep “Allah’ım, bize de senin katında makbul bir hizmet ihsan eyle, bir işe yaramayı, bir güzellik başarmayı, bir özellik taşımayı lütfeyle” diye dua ettim. Hizmet büyüklerini model alarak bu idealin gerçekleşmesi için ömür boyu fiilî ve kavlî dua etmeye de devam edeceğiz. Belki bir gün duamız kabul olacak diye de ümitle koşturacağız.
Zaman Şengül Ağabey ve benzerlerini nümune-i imtisal kabul edip hizmete koşturacak kahraman gençleri yetiştirmek, onlara zemin hazırlamak, imkân sunmak, vesile olmak zamanıdır. Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dediği gibi, “Başı arşa değme istidadında olanların ayaklarının altına omzumuzu koyarız.”
Dikkat edin, “Ayağını kaydırırız, önüne engeller koyarız, pasif hale getiririz” demiyor, “Omuzlarımızı koyarız” diyor.
Bir sadakat imtihanı yaşıyoruz. Yola girmek önemli, ama yoldan çıkmamak da bir o kadar önemli. Bu yüzden ötelerdeki deftere adımızı yazdırmak ve sildirmemek için çırpınmak lazım. Rabbim adımızı hem yazdırmayı hem de sabitlemeyi nasip eylesin. Aynı zamanda bin bir güçlükle hizmete dâhil olan kardeşlerinin üstünü çizmekten kaçınmak, vefakâr olmak gerekir.
Mehmed Ali Şengül Ağabey vefakârdı, tefanî sırrına mazhardı. Fenâ fi’l-ihvandı. Kardeşleri içinde fani olmuştu. Yani “Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşardı.”
Onun meziyetlerini anlatmaya bir yazı yetmez elbette. İnşallah tıpkı Mehmed Özyurt Ağabeyimiz gibi hakkında kitaplar yazılacak, hatıraları yayınlanacak. Belki de o zaman elimizden uçup giden bu yüce kametin, aydınlık ruhun kıymetini bir derece anlayacağız.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***