Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Kürt sorununun arkeolojisi (4)

Kürt sorununun arkeolojisi (4)


PROF. EFE ÇAMAN | YORUM

Ulus inşasının kendi coğrafyasından kopuk bir şekilde gerçekleşmiş olması, Türkiye’deki ulus kimliğini zorunlu olarak etnik bir ulus yapar. Civic ulus konseptinin aksine, etnik ulus konsepti kapsayıcı değil, dışlayıcıdır. Civic ulus konsepti ulus tanımını toprak ve ortak değerler üzerine inşa ederken, etnik ulus tanımı ulusu kan bağı (jus sangrius) üzerinden tanımlar.

Birçok başka örnekte jus sangrius ulus konsepti coğrafi aidiyetle desteklenir. Çünkü inşa edilen ulus kendisini yaşadığı coğrafyanın yerlisi olarak kabul eder. Almanya veya Japonya etnik tanımlı uluslardır ve Almanlar ve Japonlar kendilerinin kökenini şu anda yaşadıkları coğrafya olarak kabul ediyorlar. Coğrafya ile etnik grup arasında bir bütünlük vardır. Oysa Türk ulusu jus sangrius olarak tasarlandığında bu etnik grubun ata yurdu olarak Orta Asya kabul edildi. Tarih anlatısı, halka yaşanılan coğrafyadan binlerce kilometre ötede başka bir coğrafyadan geldiklerini öğretti. Biz Orta Asyalıydık!

Bu tarihsel gerçeklerle örtüşen bir durum değildir. Çünkü Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen siyasi ve askeri sınıf, Anadolu’da yerli nüfusa göre oranca son derece limitliydi. Ancak fatihler olarak, uzun süreli askeri güç ve siyasi egemenlikle kendi dinlerini ve siyasi-hukuki düzenlerini yerli nüfusa dayattı. Bu zamanla bölge yerlilerini asimile etti. Nüfus Müslümanlaştı ve Türkleşti.

Anadolu’da ve Balkanlarda Müslümanlığa geçen yerlilere Türkleşti, Türk oldu denirdi. Bunun nedeni, İslam’a geçmenin akabinde lisanî asimilasyonun da gerçekleşmesidir. Osmanlı siyasi ve askeri elitlerinin dili Lisan-ı Osmanî Türkçedir. Saray dili olan Osmanlı Türkçesi, Osmanlı devletinin sınırları içerisinde yayıldı. Merkeze yaklaştıkça bu dilin halkça benimsenme oranı da artıyor. Balkanlarda İslamlaşma ve Türkçenin yayılması daha yavaş oldu, çünkü Balkanlar Müslüman Türklerin egemenliğinde görece daha kısa kaldı. Oysa Anadolu’da bu egemenlik çok daha uzundur.

Türklerin Anadolu’dan kopuk millet konsepti Anadolu’nun sahiplenilmesi konusunda da ciddi bir sorun oluşturuyor. Örneğin arkeolojik kazılarda bulunan Selçuklu öncesi eserlerin yapıcısı olan halklar Türk tarihinin bir parçası olarak görülmüyor. Bunun nedeni 1071’den sonra Asya’dan göç mitidir.

Tarihsel gerçekler ne olursa olsun, modern milliyetçilik kuramlarına göre kendisini bulunduğu coğrafya üzerinden tanımlamayan başka bir millet örneği yoktur. Türk ulus inşası sürecinde İttihatçılar ve onların devamı olan Kemalist kadro bu yaman sorunu dikkate almadılar. Çünkü çok geniş topraklara egemen olmuş, savaşkan ve fetihçi bir ulus olmanın büyüsüne kapılmışlardı. Dahası, İttihatçılar zaten Türk milliyetçiliğini yeniden geniş sınırlara sahip bir imparatorluk yaratmak için aletselleştirmişlerdi. Pan-Türkî yaklaşım, Türkî bölgelerin kontrolü sayesinde (yeniden) büyük bir devlet olmak ülküsüdür. Resmi veya hâkim tarih oluşturulurken tüm “Türkleri” kapsamak için tüm Türkî halklar Türklük konsepti içerisinde modern ulus inşasına dâhil edildi.

Buna tekabül eden bir biçimde de etnik Türk olmayan tüm unsurların civic bir Türklük içerisine dahil edilmesi imkansızlaşmış oldu.

İşte Kürtlerin en önemli itirazı bu gerçeğe dayanmaktadır.

Türklük etnik ve Anadolu coğrafyasından – tarihsel olarak – kopuk bir şekilde tasarlandı. Kürtler bu aidiyete doğal olarak kendilerini ait hissetmediler. 1925 Şark Islahat Planı efendi ve fatih Türklerin kimliğini manipülasyon, baskı ve retçilik ile Kürtlere dayatmaktı. Eğer Türklük salt Anadolu coğrafyası üzerine inşa edilen ve civic bir kimlik olsaydı bu asimilasyon projesi belki de başarılı olabilirdi. Bu iyi olurdu demiyorum. Daha fazla mümkün olurdu diyorum.

Gömleğin il düğmesi yanlış iliklenmişti. Dahası milliyetçilik çalışmamış, bunu yeterince araştırmadan apar topar ve tümüyle taktiksel olarak (İmparatorluğu kurtarmak hedefiyle) bir kimlik dizayn edilmişti. Bu ne İmparatorluğu büyütmüş ne de kurtarabilmişti. Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber İttihatçıların bu yanlışı telafi edilmeden aynı politika sürdürüldü.

Atatürk Türklüğün Anadolu’da 1071’den önce de – ön-Türkler olarak – var olduğunu ileri süren birçok tez hazırlattı. Hititlerin, Sümerlerin, Troyalıların, Akadların, Friglerin ve birçok başka yerel halkın Türk kökenli oldukları “ispatlanmaya” çalışıldı. Daha da ileri gidilerek akıl almaz biçimde Türklerin tarihin ilk uygarlığı olduğu savı okul kitaplarına sokularak Malazgirt öncesi Türk olmayan Anadolu sorunu aşılmaya çalışıldı. Ama bu tarih manipülasyonu elbette ki kanıtlarla desteklenemedi ve uluslararası bilim dünyası tarafından ciddiye alınmadı. Sonra da yok olup gitti. Böylece Anadolu’dan kopuk Türklük rektifiye edilemedi. Bu majör problem bugüne dek süregeldi.

Kürtler de “Türklük üst kimliktir” propagandasını satın almadılar. Haklı olarak Türk tarih tezindeki ve onun üzerine inşa edilen kimlikteki bu önemli boşluğu Türkiye yetkililerinin yüzüne vurdular. Türklük etnik bir kimlikti. Civic bir kimlik değildi. Üst kimlik olamazdı. Kürtler ayrı bir etnisiteydiler. Onların da etnik temelli bir ulus olma hakları vardı. Makul Türkiye yöneticileri de bu sorunu elbette ki gördüler, Türklük anayasal kimlik olarak ön plana çıkartılmaya çalışıldı. Ama inandırıcı olamadılar. Çünkü Kemalistler ve öncesindeki İttihatçı atalar tarafından tasarlanan kimlik Orta Asya’ya bağlanmıştı. Türkler Orta Asyalıydılar. Anadolu yerlisi değillerdi.

Kürt meselesi kimliğe ilişkin bir sorundur. Sosyoekonomik ve siyasal boyutları olmakla beraber sorunun özünü kimlik teşkil ediyor. Kürtlerin asimilasyona direnmesi ve kendilerini etnik Türk olarak kabullenmeyi reddi meseleyi Türkiye için bir güvenlik meselesi haline getirdi. Çünkü baskılar arttıkça ayrılıkçı eğilimler de yükseldi. Kürt sorununun yaratıcısı Türk tarih tezi üzerine inşa edilen Türk üstünlükçü kimliktir ve bu kimliğin Kürtlere dayatılmış olmasıdır. Etnik ulus kimliği tasarımı bir reaksiyon olarak başka bir etnik ulus kimliği oluşumunu tetikledi. Kapsayıcı olmayan kimlik, dışlanan kimliği ayrılıkçı yönelime itti. Kürt ayrılıkçılığının baş müsebbibi İttihatçı irrasyonel politikalar ve bunların Cumhuriyet uzantılarıdır. Cumhuriyet kurulurken bu hata henüz başlangıç aşamasındaydı ve telafi edilebilirdi. Türk ulusu coğrafya temelli ve ortak değerlere dayalı olarak formüle edilebilir, Anadolu ortak ve tek vatandır şiarlı bir anlayış yerleşebilirdi. Anadoluluk ön plana çıkartılabilir, coğrafyanın birleştiriciliği üzerine inşa edilen civic bir Türk-Kürt dengesi oluşturulabilirdi.

Britanyalı olmak aidiyeti çerçevesinde İngiliz, İskoç ve Gallerli aidiyeti dengesi gibi, coğrafyanın birleştiriciliği sayesinde bütünlük oluşturulabilir, bu eşit haklar ve makul siyasetle günümüze kadar bir başarı hikâyesi yazabilirdi. Kürt ayrılıkçılığı için bir gerekçe kalmazdı. Türkçe konuşan Türkofon nüfus da etnogenez (karışımla oluşmuş halk bağlamında) Anadolu bazlı bir tarih yazımı ile de Selçuklu öncesi uygarlıklar “bizim” olarak algılanabilirdi. Bu bizleri coğrafyamızda sınırdaş olduğumuz tüm halklarla kuzen yapardı. Bölgesel yabancılaşma sorunu yaşanmazdı. Bu sürecin getirisi daha fazla iç ve dış barış olurdu.

Maalesef bu tren kaçtı.

(Devamı var)

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version