Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hangi devlet (2)

Hangi devlet (2)


PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM

Bir önceki bölümde toplumların homojen olmadığını ve sosyolojik trendin toplumların giderek daha da heterojenleşeceği yönünde olduğunu izah etmeye çalıştım. Bu durumun devletleri temelde iki ana tercihten birini yapmak durumunda bıraktığını söyledim. Devletler ya bu 1) heterojenleşmeyi kabul edip ona uygun pozisyon alacaklardı, ya da 2) homojenleştirici bir politika benimseyeceklerdi. İkincisinin devleti otoriterleştirmesi, hatta totaliterleştirmesi kaçınılmazdı.

Yine ilk bölümde anlattığım şekilde, birinci tercihi yapan devletlerin, eşyanın tabiatı gereği, eşit vatandaşlık ilkesini benimsemeleri kaçınılmazdı. Eşit vatandaşlık, etnik, dini, mezhepsel, cinsel, sınıfsal, eğitimsel, zekâsal, vs. farklılıklara karşın devletin vatandaşlarını hukuk önünde ve kamusal alanda eşit kabul etmesi ilkesidir.

Üçüncü olarak, ilk bölümde birinci tipte bir devletin işlevsel ve başarılı olabilmesi için, vatandaşlarının kahir ekseriyetinin üzerinde mutabık kalacağı bazı ilkelerin olması ve devletin bu ilkelere göre şekillendirilmesi gerektiğini tespit ettim. Bu devlet maksimalist olamazdı. Çünkü herkesin devleti olmak ancak tüm farklılıklarına rağmen grupların ve onları oluşturan bireylerin üzerlerinde asgari müştereklerde de olsa hemfikir olup birleşebildikleri bir yapıyı gerektiriyor.

Şimdi bu devlet fikrini biraz daha geliştirmeyi deneyelim.

İlk bölümde de değindiğim “devletin hakem olması” ve “teknik devlet” nasıl olmalıdır?

Devletin nasıl daha iyi olabileceğini anlamanın ve izah etmenin iki yolu vardır. Pratik ve teorik yollar.

Pratik yol kolay olanıdır. Karşılaştırmalı siyaset – comparative politics – alanı tümüyle farklı devlet tipolojilerinin incelenmesini konu edinir. Devletleri mukayeseli olarak inceler, onların ortak özelliklerini ve farklılıklarını ortaya koymayı dener, onları bu bağlamda gruplara ayırır, belirli düzenlilikleri ve örüntüleri saptar, rejimleri tanımlar, buna göre devletlerin, mesela, neden otoriterleştiğini veya demokratikleştiğini izah etmeye çabalar.

Teorik yol daha zordur. Devlet kuramı, ezelden beri politik felsefenin ilgi alanı olageldi. Platon, Aristo, Makyavel, İbn-i, Haldun, Marks ve birçok başka filozof devleti inceledi ve hangi devletin daha iyi olduğunu bize anlatmaya çalıştı. Elbette bu sayede çok yararlı kuramsal katkılarda bulunduklar. Sorun şu ki toplum statik değil, ilk bölümde vurguladığım gibi dinamiktir. Süreç sürekli toplumu başkalaştırıyor ve dönüştürüyor. Siyaset de – devlet kuramı özelinde olduğu gibi – bu sürece adapte olmaya çalışıyor. Bu süreçte başarılı olmak ve uyum sağlamak arasında bir korelasyon var. Diğer bir ifadeyle, uyum sağlamakta geri düşen devletler başarılı olamaz.

Bunu kuramlarla tespit etmek imkânsızdır. Bunu tespit için ampirik bilgiye – dataya – ihtiyaç duyarız. Yani gerçek hayatta işler nasıl, buna bakmamız gerekir. Bu da bizi şu sonuca götürür. Karşımızda en iyi devlet teorisi dahi olsa, eğer statik olarak kabul edilirse başarısız olmaya mahkûmdur. Bireyler değişiyor, toplumlar değişiyor; devletler de değişmek zorundadır. Başka alternatifleri yoktur. Değişememek devletler için savaşlardan, kıtlıktan, depremlerden, salgın hastalıklardan veya ekonomik türbülansların etkisinden daha yıkıcıdır.

Şimdi; esas mesele ilk bölümde ele aldığım dini-ideolojik (kuramsal) evrenin etkisindeki devletlere dair olanıdır. Şöyle ki, dinlerin ve ideolojilerin ana zeminini oluşturduğu devletler, içinde bulunduğumuz yüzyılda başarısızlığa mahkûmdur. Çünkü statik bir toplum fotoğrafından hareket ederler ve olması gerekenleri bu fotoğrafa göre belirlerler. O fotoğrafın çekildiği anda geçerli olan ihtiyaçlar, sorunlar, çatışmalar, tehlikeler, fırsatlar, beklentiler, idealler vs. ideolojik ve dinsel temeldeki devletin hareketlerini belirler ve bunu betonlaştırır.

Ana ilkeler aynı kalır, ama ihtiyaçlara göre detaylar dönüşür ve uyum başarılır diyen yaklaşıma net bir şekilde, hayır, demem gerekiyor. Çünkü değişim çoğu zaman tali olamaz. Daha derin, kapsayıcı değişimler gerekir. Siyasa, hukuk, ekonomi, finans, askeriye, diplomasi, sanat – sosyolojiye dair ne varsa değişirken, devletlerin ana çerçeveleri statükoyu diretiyorsa, kolonlar ve kirişler kırılır. Kabın kapağı sımsıkı kapatılıp, ısı yükseltilirse, tali buhar tahliyesi sağlayan ufak delikçikler infilakı engelleyemediği gibi, çoğu zaman zararı da arttırır. Zararın neresinden dönülse kardır değimindeki gibi, atılması gereken adımları geciktirir.

Devletler de canlılar gibi çevre koşullarına uyum sağlamak zorundadır. Dış dinamikler ve iç dinamikler çoğunlukla devlet vasıtalarıyla – bu vasıtalar ne kadar güçlü ve etkili olurlarsa olsunlar – kontrol edilemez.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü bundan oldu. Tedavi olarak komple yeni bir devlet kurulması gerekti. Ülke parçalandı, parçaların bir kısmı daha başarılı devletler haline geldi. Diğer parçalar Sovyetler’in tutucu mirasını devraldılar. Adaptasyon yetisini kazanan parçalar ekonomik ve siyasi anlamda daha başarılı oldular. Hantallıktan kurtulamayan parçalar otoriterliğe kaydı.

Unutmayın, barem olarak otoriterleşme/totaliterleşme, ilk bölümde elediğimiz özelliklerdi. Yani bunda ne var deme noktasında değiliz. Böyle düşünenler varsa yazıyı bu noktada okumayı bırakıp ya ilk yazıyı yeniden okumalı, ya da komple okumaktan vazgeçmeli. Ancak arayışımız gayet açık – herhangi bir ön bilgi veya ideolojik/dini tercih yapmadan, teknik manada devletlerin başarılı olma konusunu araştırıyoruz.

Sovyetler Birliği dışında diğer bir örnek Almanya’dır. Hitler döneminde statik bir ideolojiyle, en teknik politik alanlar da dâhil olmak üzere, o ideolojinin değerler sistemine uygun siyasal kararlar verilmiştir. Mesela Hitler’in dış politika tercihleri, savaş stratejisi da dâhil, Nazilerin sosyal Darvinci dünya görüşlerine göre şekillendirildi. Çevresel ve içsel dinamikleri dikkate almayan Nazi rejimi ve onun türettiği devlet, korkunç bir yıkıma uğradı. Almanya ikiye bölündü.

Örnekleri çoğaltmak olasıdır.

Oysa insanların gereksinimleri çok daha basittir. Devletler bunlara odaklanırsa, birinci bölümde incelediğim ilkeler çerçevesinde hareket eden bir devlet bu gereksinimleri karşılayabilir ve vatandaşlarını mutlu eder. Refahı – kişi başı gayrı safi milli hasıladan düşen payın– arttırmak, altyapıyı geliştirmek, eğitim kalitesini arttırmak, daha iyi güvenlik sağlamak, temel özgürlükleri sağlamak, evrensel sağlık sigortası gibi sosyal hizmetler, daha temiz bir çevre, topluma ucuz ve kaliteli barınma ve ulaşım sağlama gibi birçok gelişme parametresi hiç kimsenin tartışmayacağı, üzerinde rahatlıkla uzlaşılabilecek teknik yönü ağır basan politika alanlarıdır.

Ortak iyi bu tür ölçülebilir ve sayısal olarak ifade edilebilir alanlarda rahatlıkla daha az kompleks, daha kolay konsensüs sağlanabilecek bir niteliğe bürünür. Bu alanların ne ideolojik ne de din temelli dünya görüşleriyle alakası vardır. Küçültülmüş, toplumsal mühendislikten vazgeçmiş, ajandasından tektipleştirmeye yönelik hayalleri çıkartmış, temel insan haklarına dayalı, teknik devletler bahsettiğim ilerlemeleri sağlayabiliyor. Oysa ideolojik ve dini esaslara göre işletilen devletler otoriterleşiyor/totaliterleşiyor, vatandaşlarının beklentilerini bahsettiğim alanlarda karşılayamıyor, onları mutlu edemiyor.

Özetin özeti olarak: Farklılıklarımızı kabul edelim. Toplumun yeknesak olmadığını unutmayalım. Bunun siyasete ve devlete yansıtılmasını sağlayalım. Yani devleti topluma göre şekillendirelim. Özgürlüğün sadece kendimiz için olmadığını, bizim “ötekiler” olarak gördüğümüz insanların da özgürlüğe hakkı olduğunu göz ardı etmeyelim. Karşılıklı dayatmalardan ve rövanşizmden kurtulalım, ileriye bakalım. Devletin ana ilkelerini ve normlarını asgari müştereklerimize göre, maksimalizm yapmadan saptayalım.

Otoriter ve totaliter devlet biçiminden uzak durabilmek adına hakem ve teknik devlete yönelelim. Oyunun kurallarını belirleyecek, özgürlük esaslı, hukuka dayalı, evrensel insan haklarını herkes için garanti eden bir devletin meşru ve başarılı olacağını, bunun tersine şekillenen devletlerin meşruiyetlerini yitireceğini ve ceberutlaşacağını unutmayalım. Eşit vatandaşlığın – farklı statülerin olmadığı geniş tabanlı eşitlik ilkesinin – herkesin devletini hayata geçirecek en temel ilke olduğunu bilelim.

Heterojenliğimizi zafiyet ve araz olarak görmeyi bırakalım, bunun zenginliğimiz ve sosyolojik gerçeğimiz olduğunu kabullenelim. Homojenleştiriciliğin baskıcılık, otoriterleşme ve totaliter devlet tehlikesini kaçınılmaz kılacağını hesaba katarak bundan kaçınalım.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version