SÜHEYLA GÜLTEKİN | YORUM
Epey zamandır farkında olduğumuz, her yanımızı çepeçevre sarmış içi bomboş bir dindarlık “davası”, Habertürk TV genel yayın yönetmeni Mehmet Akif Ersoy’un mide bulandırıcı suçlamalarla tutuklanmasıyla kendini yeniden sorgulatıyor. İsimlerine bakarak bile dindar bir nesil yetiştirmeye tabi tutulmaları planlandığı anlaşılan bu insanlar nasıl oluyorlar da Ankara Ulus’da bir gazino sahibinin hayatından hallice hayatlar yaşar duruma gelebiliyorlar?
Bu yazıyı Türkiye’de İslami hareketlerin oluşumu ve Hizmet Hareketi ile Akp muhafazakarlarının karakterlerini ortaya çıkaran sebepler bakımından ele alacağım.
Malumunuz, Türkiye Cumhuriyeti’nde dindarlık, kuruluş tarihinden Akp iktidarı dönemine kadar (hatta Akp döneminin ilk 7-8 yılı da dahil) alt sınıf olarak görünmenin başlıca sebebiydi. Kamuda ve üniversitelerde başörtüsü yasakları, kamuda namaz kılan/eşi başörtülü olan/oruç tutan çalışanların fişlenmeleri, dindar olmanın sürekli olarak cumhuriyetin varlığına tehdit olarak sunulması, dindarlığın TSK’da doğrudan ihraç sebebi olarak görülmesi, medreselerin kapatılması, dini yayınlara sansür, medyada/karikatürlerde ya da popüler kültürde dindar erkeklerin geri kafalı, çıkarcı; başörtülü kadınların cahil ya da baskı altındaki zavallı kadınlar olarak sunulması ve daha yüzlerce örnek, kişisel inanç tercihleri sebebiyle hor görülen nesiller ve bununla mücadeleyle enerjisi sömürülmüş, insan kaynağı yetiştirememiş bir ülke inşa etti.
Bu baskılar, toplumun küçük bir kısmında dindar kimlik kaybına sebep olsa da büyük bir kısmında dindar kimliğini koruma içgüdüsüyle dinle alakasız şeylerin dinin içine yerleşik kabul edilmesine sebep oldu. Yine dindar bilincin kimliğini koruyarak kendini geliştirmesine izin verecek düşüncenin oluşmasına, kitapların yazılmasına, yayınların yapılmasına kısıtlı düzeyde müsaade edildiğinden; meydan, merdiven altında ulaşılan dini kaynaklarla, çarpık bir din anlayışının gelişmesine yol açtı.
Muhafazakar kesim, kimliğini korumak içgüdüsüyle seküler kesimde gördüğü her şeyi din karşıtı olarak kodlayıp, aslında dinin içinde de zaten bulunan meseleleri de reddetme eğilimine girdi. Bu da dindar insanların entelektüel olarak gerilemesine, dahası temeli sağlam bir düşünce üretememesine sebep oldu.
Bu söylediğimi bugün, Osmanlı dönemi dindar entelektüellerle cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ortaya çıkan dindar entelektüeller arasındaki farka bakarak da ayırt etmek mümkün.
Osmanlı’nin cafcaflı dönemlerinde (henüz ekonomik zorluklara da maruz kalınmadığı dönemde) din, meşru bir alan olduğundan, medreseler her açıdan dini düşünceyi besleyen eğitim kurumları olduğundan, bu kurumlarda yetişmiş Osmanlı entelektüellerinin üsluplarının daha sakin ve öğretici, daha güven dolu, daha ıslahçı ve geliştirmeye yönelik olduğunu; Cumhuriyet sonrasındaysa din, denetlenen ve hor görülen bir alan olduğundan bu dönem entelektüellerin kullandıkları dilin, sürekli olarak kimlik koruma çabasıyla eşleştiğini ve Osmanlı dönemine nispeten çok daha sert, çok daha polemikçi bir hale büründüğünü, düşünce üretmek ve geliştirmek yerine tüm enerjisini hamasi ve şiirsel söylemlerle benliğini muhafaza etme üzerine kullandığını, mevcut sorunlara çözüm bulmaya uğraşmaktan çok mevcut durumu tariflemek ve mağduriyet alanını vurgulamak üzere bir çabanın söz konusu olduğunu gözlemliyoruz.
İşte bu düşünce anlamında içi doldurulamayan teyakkuz hali, kitleleri diri tutmaya, safları sıkılaştırmaya yönelik bu eylemler ve hamasi söylemler; dışa yönelik eylemler olduğundan, ister istemez ihlasa ket vuran, meseleyi özünden uzaklaştırıp kendini ön plana çıkarma, alkış toplama, kahramanlık hikayesinde rol kapma gibi nefse hoş gelen duyguları körükleyen ve inançları, yaratıcıyla kul arasında bir alan olarak yaşanmaktan çok toplumsal bir şovenizm alanına dönüştüren bir süreci de haliyle -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- beraberinde getirdi. (Bugün anlaşılan manadaki İslamcılık ideolojisinin nasıl ve ne sebeple ortaya çıktığı ve kimlere fayda sağladığı konuları, genişçe işlenmesi gereken ayrı konular olduğundan bu yazıda detaylara girmeyeceğim.) Başka bir deyişle kitleleri algılanan tehdite karşı diri tutmakla beraber, somut çözüm üretip onları harekete geçirmeye kafi gelmedi.
Elbette; ekonomik ve sosyolojik başka pek çok nedeni de olmakla birlikte, günümüz “dava adamları”nın, (bunlar için sürekli “siyasal İslamcı” ifadesi kullanılıyor. Ben içerisinde İslam kelimesi geçen herhangi bir tanımın bunları tariflemek için kullanılmasını doğru bulmadığımdan başka tanımlar kullanmayı uygun görüyorum) yani dinini yaşamaktan çok korumayı seven bu zevatın, parayla ya da makamla girdikleri ilk imtihanda böylesi ağır kaybetmelerinin ve bu içi bomboş dindarlık anlayışlarının altında yatan en temel nedenlerden birinin bu olduğunu, yani Cumhuriyet dönemi devlet yapılanmasının din ve dindarlık üzerinden “halka rağmen” giriştiği baskıcı mücadelenin toplum üzerindeki etkisi olduğunu düşünüyorum.
Tabi meseleyi buradan ele aldığımızda, doğal olarak akla “Hizmet insanları neden böyle değil?” sorusu geliyor.
Hizmet insanlarını seküler baskıya maruz kalmış ortalama muhafazakarlardan ayrıştıran şey; sorunu tespit etmenin dışında, salt mağduriyet tarifleme ve övgü bekleme halinden sıyrılıp kendi özüne ters düşmeyen ilim kaynaklarıyla önce kendini beslemesi, insan kaynağı yetiştirmesi, sonrasında artık içi boş olmayan donanımlı zihinlerle mevcut sorunlara çare olabilecek çözümleri ortaya koyması ve sonra da iğneyle kuyu kazar gibi çözümleri eyleme dökmesi oldu.
Hizmet hareketi, İslami ideolojiyi savunmak isteyen siyasi bir hareket olarak değil, inançlarını hor görülmeden yaşamak isteyen dini bir hareket olmak üzere ortaya çıktı. Onu siyasetle temasa zorlayan şey, kendi tercihleri değil, inançlarını layıkıyla yaşamak isteyenleri kamusal alandan uzaklaştırmayı temel görevi bilen devlet aklıydı.
Hareketin beslendiği ilk önder Bediüzzaman Said Nursi’nin yazdığı kaynakların İslami düşünce alanında son derece kapsamlı, çağın getirdiği soruların herbirine cevap veren, dopdolu içeriklere sahip olması, onu takip edenlerin İslami anlamda belirli bir derinliğe ulaşmasına çok büyük katkı sağladı. İnsan kaynağı oluştuktan sonra artık zaten sorun tespiti, çözüm belirleme ve uygulama aşamalarının arkasından gelmesi, beklenen gelişmelerdi.
Peki sonuçlar nasıl oldu?
Malumunuz 15 Temmuz’dan sonra çok daha fazla sayıda olmak üzere 17 Aralık’tan bu yana çoluk çocuk, genç yaşlı, hasta sıhhatli demeden binlerce insanın evlerine baskınlar yapıldı. Bu baskınlarda suç unsuru olarak sunulan şeyler; Khk’lılar için toplanan yardım paraları, yardım amaçlı hazırlanmış sarmalar ya da yasaklı bir yayınevinden basılmış kitaplar olmaktan öteye geçemedi.
Yüzbinlerce insandan tek biri bile uyuşturucu kullanımından, sex partileri düzenlemekten, cinsel istismardan ya da benzeri yüz kızartıcı suçlardan ceza almadı. Evlerine operasyon düzenlenenlerin, evlerinde suç unsuru bulmak için polisler tarafından araştırılan ilk yerlerinin kitaplıklar olması zaten meseleyi özetlemeye tek başına yetiyor.
Diğer yandan ise; habercilikte mevcut bunca baskı ortamına rağmen; her gün bir Akp’linin, il başkanı çocuğunun ya da Akp’ye yakınlığıyla bilinen bir cemaatin skandalıyla güne uyanıyoruz. Kimisi uyuşturucu çekerken, kimisi kumarda kaybederken, kimisi sex partileriyle, kimisi çocuk istismarıyla, kimisi taciz iddialarıyla, kimisi mafyatik eylemleriyle, kimisi yolsuzluk iddialarıyla, kimisi bir zorbalığıyla gündeme geliyor.
Elimizde bir yanda Filistin her bombalandığında İsrail konsolosluğu önüne gidip ucuz kahramanlık gösterileri ve işe yaramaz sloganlarıyla kendini tatmin eden, ne Filistin’e ne de herhangi bir İslam toprağına faydası olmuş, -tabi ki hepsi değil fakat- pek çoğu anca cumadan cumaya namazını kılıp nargile kafelerde vaktini ziyan eden yığınlar; diğer yanda imtihanın her türlüsüne rağmen ibadetlerinden, inançlarından, sağlam duruşlarından vazgeçmeyen; yaşadığı her zorluğa sabırla ve duayla yaklaşabilen, sadece Türkiye’de değil dünya çapında da dinine hizmet eden, Müslüman toplumlarda bir diriliş ya da toparlanmaya yumrukla değil ancak berrak zihinlerle ulaşılabileceğinin farkında olan sünnet ehli insanlar var. (Bu saydığım insan profillerinin tam tersleri tabi ki her iki grupta da mevcut, neticede sayıca çok büyük iki topluluktan bahsediyoruz ve tamamının yaptığım genellemelere uyması imkansız fakat yazdıklarımın tamamının aşağı yukarı genel profili ya da ortalamayı yansıttığını da kabul etmek lazım.)
Aslında temelde bakınca bu iki grubu; Akp nesliyle Hizmet Hareketi mensuplarını incelediğimizde, bu insanların hemen hepsinin Anadolu’nun fakir ve eğitimsiz çocukları ya da onların evlatları olan, yani benzer sosyo-ekonomik koşullarda yetişmiş, aynı devletin zorbalıklarına maruz kalmış, aynı meselelerde devlet tarafından dışlanmış insanlar olduklarını görüyoruz.
Bu insanları iki ayrı yarım kürenin bitkisiymiş gibi farklılaştıran şey, çok açık ki, içinden geçtikleri tedrisat oldu. İşte özünde aslında bu kadar aynı olan iki grubun farklı tedrisatlardan geçtiklerinde bu kadar ayrık karakterlere dönüşmesi, yapılan işin ne kadar övgüye layık olduğunu, gören gözlere apaçık gösteriyor.
Bana kalırsa sadece Akp muhafazakarları sorunu değil, Batı ülkelerinde Müslüman göçmen sorunları, kalbimizi parçalayan Filistin meselesi, İslam ülkelerinde yozlaşmalar, parayı bulunca çığrından çıkan “dindar” nesiller, dini yaşamayı değil ahkam kesmeyi seven ateşli muhafazakarlar, eğitim sorunları, fakirlikler, kültürel sorunlar ve daha niceleri…
Müslümanlar olarak neredeyse her anlamda dibe vurmuş olduğumuzu her hücremizle hissettiğimiz şu zamanda, İslam adına sorun olarak dillendirilen ne varsa hepsinin reçetesi, bu tedrisat usülünde saklı.
Umut edilir ki idrak edebilsinler.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

