Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

AİHM kararlarını doğru okumak-4

Osman Zerey


OSMAN ZEREY | YORUM

Bugün bir soru ile başlamak istiyorum. Yalçınkaya ve devamı kararları okuduğunuzda siz de hemen şu fikirlere mi kapılıyorsunuz: “AİHM, Türk mahkemelerin bağımsızlığını kabul etti! AİHM Türkiye rejimini akladı! AİHM mağdur gruba karşı “terör örgütü iması” yaptı! AİHM, mahkemeleri bağımsız kabul ederek Türkiye’deki rejimin soykırımcı olamayacağını tescil etti! Bu kararlar sadece karşı tarafın işine gelir!”

Eğer bu kararları okuduğunuzda zihninizde bu cümleler yankılanıyorsa, ciddi bir hukuki illüzyonun pençesindesiniz demektir. Çünkü bu iddiaların tamamı, uluslararası hukukun teknik dilini, mağduriyetin yarattığı duygusal beklentiyle tercüme etmeye çalışmanın bir sonucudur.

Gelin, bu ‘aklama’ ve ‘onaylama’ efsanelerini, kararların satır aralarına gizlenmiş gerçeklerle çarpıştıralım.

En büyük yanılgı, AİHM’nin incelemediği her şeyi “onayladığı” sanrısıdır. AİHM’nin Yalçınkaya kararının hiçbir yerinde “Türk mahkemeleri bağımsızdır” gibi bir ibare yoktur. AİHM, başvurucunun 6. madde kapsamındaki “bağımsızlık ve tarafsızlık” şikayetini, zaten 7. maddeden (yasallık) ve 6. maddeden (adil yargılanma) ihlal verdiği için incelemeye gerek görmemiştir. Yani AİHM, Yalçınkaya kararında mahkemelerin bağımsızlığına ‘onay’ vermemiştir. Davanın özünü oluşturan 7. madde ihlali o kadar büyüktü ki, ‘başka bir maddeye (bağımsızlık şikâyetine) bakmaya gerek bile kalmadan’ sistemi mahkûm etmiştir. Yani incelemeye gerek görmemek, “onaylamak” demek değildir. Bu, AİHM’nin “dosyayı en kestirme ve en güçlü yoldan çözme” usulüdür.

“AİHM rejimi akladı” iddiası, sadece hukuki bir hata değil, aynı zamanda rasyonel bir mantık çöküşüdür. Bir mahkemenin, bir devletin on yıldır üzerine titrediği en büyük yargı operasyonunun “temelini” yerle bir etmesine “aklama” demek, yenilgiyi zafer gibi pazarlayan bir algı oyununa gelmektir.

Bir öğrenci düşünün, girdiği en kritik sınavda (ceza hukuku sınavı) kağıdına bakılıyor ve hoca sadece bazı yanlışlarını çizmekle kalmıyor, en alta şu notu düşüyor: “Senin yazdığın hiçbir şeyin bilimsel bir geçerliliği yok, tüm metodun yanlış.” Öğrencinin “Bakın hoca beni okuldan atmadı, sadece kağıdıma sıfır verdi, demek ki beni akladı” demesi ne kadar komikse; binlerce mahkûmiyetin temelini “yasallık ilkesine aykırı” bularak geçersiz kılan bir karara “aklama” demek de o kadar absürttür.

AİHM, Türkiye’ye “İyi gidiyorsun” dememiş; “Yaptığın işin hukukla ilgisi yok”” demiştir. Hayatın en basit kuralıdır: Eğer bir mahkeme sizi aklarsa, o mahkemeye teşekkür eder, kararını çerçeveletip duvarınıza asarsınız. Türkiye rejimi Yalçınkaya kararından sonra ne yaptı? Kararı veren hakimleri “terör destekçisi” ilan etti, Avrupa Konseyi’nden çıkma tehditleri savurdu ve kararı uygulamamak için yargı tarihinde görülmemiş bir direnç mekanizması kurdu.

Eğer AİHM rejimi aklasaydı, bugün meydanlarda, “Bakın Avrupa bile bizi haklı buldu!” nutukları dinliyor olurduk. Rejimin bu karara karşı gösterdiği “ölüm-kalım savaşı” refleksi, kararın onları aklamadığının, aksine en zayıf yerlerinden vurduğunun en net kanıtıdır. “Rejim aklandı” diyenler, AİHM’den bir mahkeme gibi değil, bir “siyasi cellat” gibi davranmasını bekliyorlar. AİHM rejimi devirmediği için onu “aklamış” sayıyorlar.

Oysa hukuk dünyasında bir rejimi aklamak; onun yaptıklarını “hukuka uygun” bulmaktır. AİHM ise yapılanları “hukuka aykırı ve keyfi” bulmuştur. Bu kararlar, rejimin üzerine titrediği “hukuki kılıfı” yırtıp atmıştır. Bir hırsızın üzerindeki çalıntı ceketi alıp onu herkesin önünde ifşa eden hakime “hırsızı akladı” denemez.

Dahası, “AİHM mağdur gruba ‘terör örgütü’ iması yaptı” iddiası, mahkemenin karar yazım tekniğini ve uluslararası hukuk dilini yanlış yorumlamaktan kaynaklanan bir algı hatasıdır. Aksine, AİHM bu kararlarıyla rejimin “toptancı” ve “otomatik suçlu” yaratma mantığına karşı tarihteki en güçlü hukuki bariyeri örmüştür. AİHM, önüne gelen bir dosyada devletin iddialarını ve kullandığı kavramları (örneğin “FETÖ” tabiri) karar metnine yansıtır.

Bu, mahkemenin o tanımı kabul ettiği anlamına gelmez; aksine “davalı devletin iddiası budur” diyerek durumu tespit eder. Bir doktorun hastanın “Karnım çok ağrıyor” beyanını raporuna yazması, doktorun hastanın karnının gerçekten ağrıdığına “inandığı” değil, hastanın iddiasını kayda geçirdiği anlamına gelir. AİHM de devletin sınıflandırmasını zikreder ama hükmünü o sınıflandırma üzerinden değil, bireyin temel hakları üzerinden kurar.

Eğer AİHM bir “terör örgütü iması” yapsaydı veya bu yaftayı kabul etseydi, Yalçınkaya kararında 7. madde ihlali vermezdi. Rejim, “ByLock kullandın, o halde terör örgütü üyesisin” (A=B) şeklinde bir denklem kurmuştu. AİHM bu denklemi kökten reddetti. Mahkeme; “Yasal bir uygulamanın kullanımı veya sendika üyeliği gibi faaliyetler, kişinin suç işleme kastını (mens rea) ispat etmez!” dedi. “Terör örgütü iması” yapan bir mahkeme, o gruba mensup olduğu iddia edilen binlerce kişinin “kanunsuz yargılandığını” ilan ederek onları koruma altına alır mı?

AİHM, “ima” yapmak bir yana, rejimin bu gruba karşı uyguladığı “Düşman Ceza Hukuku” mantığını hukuken geçersiz kılmıştır. İddia sahipleri mahkemenin neden “Siz bu insanlara zulmediyorsunuz” gibi siyasi bir cümle kurmadığını sorguluyor. Oysa AİHM daha etkili bir şey yapmıştır: “Siz bu insanların niyetini kanıtlamadan onlara ceza veremezsiniz” diyerek devletin “niyet okuma” yetkisini elinden almıştır. 

Bir mahkeme için en büyük “ima”, devletin delil diye sunduğu her şeyi (Bank Asya, ByLock vb.) “yetersiz ve keyfi” bulmaktır. AİHM tam olarak bunu yapmıştır. Rejim “Bunlar terörist!” derken, AİHM “Sizin sunduğunuz bu verilerle kimseye terörist diyemezsiniz!” diyerek devletin tezini çürütmüştür.

Gelelim soykırım konusuna… “AİHM mahkemeleri bağımsız kabul ederek rejimi soykırım suçlamasından akladı!” iddiası, hem uluslararası hukukun yetki alanlarını hem de AİHM’nin karar tekniğini tamamen birbirine karıştıran, mantıksal olarak “elma ile armudu” kıyaslayan bir önermedir. Bu iddianın en temel mantık hatası, AİHM’nin görev tanımını yanlış anlamaktır. AİHM, bir Uluslararası Ceza Mahkemesi veya bir Savaş Suçları Mahkemesi değildir. AİHM’nin elindeki tek yetki belgesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir (AİHS). Bu sözleşmede “Soykırım” veya “İnsanlığa Karşı Suç” diye bir madde yoktur. AİHM’nin bu kavramları kullanmaması, rejimi “akladığı” anlamına gelmez; sadece bu konuda karar verme yetkisinin olmadığını gösterir. Yetkisi olmayan bir konuda sessiz kalan bir mahkemenin “onay verdiği” sonucuna varmak, hukuki bir zorlamadır.

İddia sahipleri, “Mahkemeler bağımsızsa soykırım olmaz!” gibi hatalı bir ikilem kuruyorlar. Bir ülkenin mahkemeleri kağıt üzerinde “bağımsız” görünüp, yine de sistematik olarak “hukuk dışı” yasaları uygulayabilir. AİHM tam olarak bunu söylemiştir: “Sizin mahkemeleriniz öyle bir hukuk mantığı yürütüyor ki, bu mantık evrensel yasallık ilkesine aykırıdır.” 

AİHM’nin 7. maddeden verdiği ihlal, aslında “insanlığa karşı suç” veya “sistematik zulüm” iddiaları için en büyük hukuki kanıttır. Çünkü bir yargı sisteminin on binlerce kişiyi “kanunsuz” yargıladığının tescil edilmesi, o yargının bir “zulüm aracı” olarak kullanıldığını gösterir. Eğer bir yargıç, AİHM’nin “suç değil” dediği bir eylemden dolayı on binlerce kişiyi bilerek ve isteyerek hapse atmaya devam ederse, işte o zaman “İnsanlığa Karşı Suç”un kast unsuru (bilerek ve isteyerek sistematik saldırıya katılma) daha net oluşur. Ancak bunun tescil yeri AİHM değildir, bunu unutmamak lazım.

Yani, “Rejim soykırımcı olamaz çünkü AİHM bağımsızlığı onayladı!” diyenler, kararın hiçbir yerinde olmayan bir cümleyi uydurmaktadırlar. AİHM ne bağımsızlığı onaylamış ne de rejimi daha ağır uluslararası suçlardan aklamıştır. Sadece kendi yetki sınırları içinde kalarak, rejimin elindeki en büyük kozu çöpe atmıştır.

Asıl soru şudur: Bir mahkemenin on binlerce kararının “hukuka aykırı ve keyfi” olduğunu tescil eden bir AİHM kararı varken, bu rejimin “bağımsız yargısı” olduğundan kim bahsedebilir? Bu sorunun üzerine gitmek yerine mantıksız akıl yürütmeler ile kararı boşa çıkarmaya çalışma çabalarını anlamak mümkün değil.

Son olarak, “Karşı tarafın işine geliyor!” iddiası da, bir hırsızın suçüstü yakalandığında, “Polis beni yakalayarak emniyet teşkilatının çalıştığını kanıtladı, bu polisin işine gelir!” diyerek suçunu örtbas etmeye çalışması kadar absürttür. Hayatın içinden bir örnekle bakarsak; bir işletme düşünün, binlerce müşterisini “Bizim kurallarımız böyle!” diyerek haksız yere mağdur ediyor. Uluslararası bir denetçi gelip, “Senin kural dediğin şey aslında bir kural değil, yaptığın düpedüz hukuksuzluk!” (Madde 7) dediğinde; bu durum işletmenin meşruiyetini artırmaz, aksine o güne kadar kullandığı, “Biz kurallara uyuyoruz!” kalkanını paramparça eder.

AİHM kararları rejim için bir “makyaj” değil, boyunlarına asılmış ve faizi her gün artan bir “hukuki borç senedidir.” Borçlu bugün kapıyı kilitleyip ödeme yapmayı reddedebilir, ancak o senet orada durduğu sürece ülkenin uluslararası kredibilitesi erimeye devam eder. Bu kararlar, rejimin elindeki en büyük koz olan “Terörle mücadele ediyoruz.” anlatısının altındaki hukuki zemini çekip almıştır.

Bir yapının “hukuk dışı” ilan edilmesi, o yapının işine gelemez; çünkü hiçbir otoriter yapı, “kanunsuz suç icat eden bir rejim” olarak tescillenmek istemez. Aksine bu kararlar, baskı mekanizmasının üzerindeki “hukuk kılıfını” yırtıp atarak, yapılanları dünyanın gözü önünde çıplak ve savunmasız bırakmıştır.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version