Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türkiye’nin AİHM karnesi; 3 şaşırtıcı gerçek

Melike Demir


MELİKE DEMİR | ANALİZ

Adalet Bakanlığı’nın, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına uyum oranının Avrupa ortalamasının üzerinde, yüzde 91 gibi yüksek bir seviyede olduğuna dair açıklamaları zaman zaman kamuoyu gündemine geliyor. Selahattin Demirtaş davasında olduğu gibi, AİHM’in bağlayıcı kararları sonrası gözler bir kez daha Adalet Bakanlığına çevrilmiş durumda.

Peki, Ankara ile Strazburg arasındaki bu karmaşık hukuki mücadelenin perde arkasında gerçekte neler yaşanıyor? Rakamlar bize hikayenin tamamını anlatıyor mu?

Resmi tablonun ötesine baktığımızda, Türkiye’nin insan hakları karnesi hakkında çok daha farklı ve şaşırtıcı gerçeklerle karşılaşıyoruz. İşte o gerçeklerden bazıları:

  1. Yüzde 91’lik uyum oranı aslında bir illüzyon

İstatistiklerin Gizlediği Gerçek: “Öncü Kararlar” ve Nicelik Krizi

İlk bakışta, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç tarafından dile getirilen yüzde 91’lik uyum oranı, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi ülkeler arasındaki ortalama olan yüzde 79’un oldukça üzerinde bir başarıya işaret ediyor gibi görünüyor. Ancak bu istatistik, “öncü kararlar” (leading cases) adı verilen kritik bir kategoriyi göz ardı ettiği için yanıltıcı bir tablo sunuyor.

Öncü kararlar, sadece bireysel bir hak ihlalini değil, bir ülkenin hukuk sistemindeki yapısal ve sistemik bir sorunu ortaya koyan kararlardır. Bu tür kararlar, devletin sadece bir kişiye tazminat ödemesini değil, aynı zamanda mevzuatında veya yargı pratiğinde köklü reformlar yapmasını gerektirir. Milletvekili (Avukat) Mustafa Yeneroğlu’nun Avrupa Konseyi verilerine dayandırdığı rakamlara göre, Türkiye’nin bu hayati öneme sahip öncü kararlardaki uyum oranı sadece yüzde 68‘dir. Bu oranla Türkiye, 47 Avrupa ülkesi arasında 39. sırada yer alarak Avrupa ortalamasının 13 puan altına düşmektedir.

Bu durum, bir nevi ‘metrik çarpıtma’ olarak adlandırılabilecek bir olguyu gözler önüne seriyor: Türkiye aleyhine açılan dava sayısının aşırı yüksek olması, daha az önemli ve kolay çözülebilen davalardaki uyumun genel oranı yapay olarak şişirmesine neden oluyor.

Bu çarpıklığı somutlaştırmak için şu karşılaştırma yeterlidir: Türkiye’nin uygulamadığı 448 dosya varken, benzer genel uyum oranlarına sahip Belçika’da bu sayı sadece 25, Kuzey Makedonya’da ise 36‘dır. Bu da gösteriyor ki, nicelik kalitenin ve yapısal sorunların üzerini örtmektedir.

  1. AİHM’den Türk yargısına “sistemik sorun” teşhisi

ByLock Davaları ve “İnsanlığa Karşı Suç” Uyarısı

AİHM, artık yalnızca bireysel hak ihlallerini değil, Türk yargı sisteminin genel işleyişindeki köklü sorunların çözülmesi gerekliliğini de vurguluyor. Mahkemenin Yüksel Yalçınkaya v. Türkiye ve Demirhan ve Diğerleri v. Türkiye davalarında verdiği kararlar bu durumun en somut örnekleridir. AİHM bu kararlarla, özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası yargılamalarda kullanılan “ByLock”, Bankasya’ya para yatırma, çocuğunu okula gönderme, sendika ve dernek üyesi olma gibi delillere dayanarak yapılan mahkumiyetlerin, Türk yargısında “sistemik sorunlar” bulunduğunu ortaya koymuştur.

Bu sistemik sorunun boyutu, AİHM önünde benzer şikayetlerle karar bekleyen yaklaşık 8 bin 500 başvuru ile daha da netleşmektedir. Demirhan kararının, tek bir dosyada tam 239 kişi için birden hak ihlali tespiti yapması, AİHM tarihinde benzeri daha önceden görülmemiş istisnai bir durumdur ve sorunun ne denli yaygın olduğunu göstermektedir.

Konunun ciddiyeti, uluslararası alandaki yansımalarıyla en üst seviyeye çıkmaktadır. Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu (UNWGAD), Türkiye’deki bu yaygın ve sistematik tutuklamaların uluslararası hukukta “insanlığa karşı suç” teşkil edebileceği yönünde ciddi bir uyarıda bulunmuştur. Bu, sorunun artık sadece bir AİHS ihlali olmaktan çıkıp, en ağır uluslararası suçlar kategorisinde değerlendirilebileceğine dair endişeleri artırmaktadır.

Türk yargısındaki bu sistemik çöküş, AİHM’i benzer on binlerce başvuruyla karşı karşıya bırakırken, Mahkeme’nin kendi iş yükünü yönetmek için geliştirdiği bir yöntemin, mağdur bir grubunun adalet arayışını nasıl beklenmedik bir şekilde engellediğini de ortaya koymaktadır.

  1. Kararları uygulama yasası var ama uygulama iradesi yok

İşlevsiz Kalan “Yargılamanın Yenilenmesi” Mekanizması

AİHM kararlarının Türkiye’de uygulanmamasının temelinde yasal bir boşluk olduğu yanılgısı yaygındır. Oysa Türk hukuk sistemi, AİHM kararlarının gereğini yerine getirmek için özel bir mekanizmaya sahiptir: “Yargılamanın yenilenmesi” (iade-i muhakeme).

Ceza, hukuk ve idari yargılama usulü kanunlarında yer alan bu düzenleme, AİHM tarafından bir hak ihlali tespit edildiğinde, ulusal mahkemelerin davaları yeniden görmesine ve ihlali ortadan kaldıracak yeni bir karar vermesine imkan tanır.

Ancak buradaki temel çelişki, bu yasal mekanizmanın varlığına rağmen, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Yüksel Yalçınkaya gibi siyasi olarak hassas kabul edilen davalarda işletilmemesidir. Yasa açıktır, yol bellidir, ancak yargısal ve siyasi irade bu yolu kullanmayı reddetmektedir.

Bu durum, sorunun hukuki bir eksiklikten değil, çok daha derin bir “hukuk devleti krizinden” kaynaklandığını göstermektedir. Yargının bağımsızlığını yitirdiği ve siyasi iradenin hukukun üstünlüğünü engellediği bir ortamda, en mükemmel yasal mekanizmalar bile işlevsiz kalmaktadır. Sorun kanun yokluğu değil, hukukun üstünlüğünü siyasi sadakate tabi kılan yargısal ve siyasi iradenin varlığıdır.

Sonuç: Derinleşen hukuk krizi

Türkiye’nin AİHM kararlarıyla görünürde kurduğu ilişki, uluslararası hukukun öngördüğü bir uyum pratiğinden ziyade, siyasal konjonktüre göre değişen bir “seçici uygulama” alışkanlığına dönüşmüş durumdadır.

Bugün AİHM kararlarının uygulanmaması, yalnızca uluslararası yükümlülüklerin ihlali anlamına gelmemekte; aynı zamanda içeride giderek daha belirgin hale gelen bir hukuk devleti erozyonunun aynası haline gelmektedir. Çünkü AİHM’i yok sayan bir pratik, gerçekte Türkiye’de mahkemelerin kendi anayasalarını, kendi yasalarını ve kendi iç hukuk mekanizmalarını da yok sayabilen bir zihniyetin ürünüdür.

İç hukuktaki “yargılamanın yenilenmesi” mekanizmasının çalıştırılmaması, AİHM kararlarının değil; Türkiye’nin kendi hukuk kurallarının da askıya alınması demektir. Bu sürdürülebilir bir durum değildir. Zira bir ülkede hukuk dışılık kronikleştiğinde, bunun faturası dış politikada değil, ülkenin kendi toplumsal dokusunda, ekonomi-politik istikrarında ve kurumlarının meşruiyetinde kesilir.

O nedenle bugün asıl soru şudur: Türkiye daha ne kadar bu hukuksuzluk yükünü taşıyabilecek?

Çünkü AİHM kararlarını uygulamamak Türkiye’nin kendi anayasal düzenini ve demokratik kurumlarını tüketen bir iç gerilim üretmektedir. Bu gerilim, siyasi krizlerden ekonomik kırılganlıklara, toplumsal kutuplaşmadan yargıya duyulan güvensizliğe kadar geniş bir alanda birikerek ilerlemektedir.

Ve tarih bize şunu öğretir:Bir hukuk düzeni, içindeki hukuksuzluk miktarı belirli bir eşiği aştığında başka bir müdahale olmadan da çöker; çünkü toplumun güveni bittiğinde sistem kendiliğinden işlemeyi bırakır.

Bu nedenle çözüm, dışarıdan bir baskı ya da uluslararası bir yaptırım beklentisinde değil; Türkiye’nin içeride hukukun üstünlüğünü yeniden inşa edecek siyasi, toplumsal ve kurumsal iradeyi üretmesindedir.

Aksi halde sorun yalnızca insan hakları ihlali olarak kalmayacak; ülkenin geleceğini şekillendiren bir devlet kapasitesi ve meşruiyet krizi haline dönüşecektir.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version