İmamoğlu iddianamesi sadece bir dava değil, Türkiye muhalefetine vurulan son darbe. Erdoğan muhalefetin göremediği bir stratejiyle hareket ediyor; yok etmek yerine parçalamak. CHP hala hukuk ile kazanacağına inanırken, Saray parça parça muhalefeti eritiyor. Ve daha acı olan ise, kimse bunun farkında değil.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Ve nihayet Erdoğan’dan beklenen hamle geldi. Tam 3 bin 900 sayfalık iddianame yayınlandı! İmamoğlu iddianamesi yayınlandığında Türkiye muhalefeti beklendiği gibi tepki verdi. Hukukçular metni didik didik etti, siyasetçiler cümleleri analiz etti, gazeteciler maddeleri yorumladı. Oysa hiç kimse şunu görmedi: Bu metin bir hamle ve hamlenin hedefi iddianamede yazılı suçlamalardan çok daha öte. Bu hamlenin amacı bir belediye başkanını mahkum etmek değil, Türkiye muhalefetinin politik varlığını ontolojik düzeyde ortadan kaldırmak!
Eminim bu yazdığımı okuyacak bir tane muhalif siyasetçi yoktur ve okuduğunda da anlayabilecek kadar…
Maalesef durum böylesine vahim.
Normatif siyasetin ölümünü ilan eden bu hamle, aynı zamanda muhalefetin epistemolojik körlüğünü de açığa çıkarıyor. Muhalefet hala “oyun” kategorisinde düşünüyor; oysa Erdoğan savaş kategorisinde hareket ediyor. Muhalefet “hukuk” diliyle konuşuyor; oysa Erdoğan “iktidar” diliyle yazıyor. Bu kategorik uyuşmazlık, muhalefetin trajedisinin temel nedeni bence.
Erdoğan’ın stratejik dehası şu tespitten doğuyor: Karşısındaki muhalefet bloğunu yok edemez. 2019-2023 arası dönem bunu kanıtladı. İki büyük şehir kaybedildi, ekonomik kriz derinleşti, 2023 seçimleri zor kazanıldı. Muhalefet bloğunun toplumsal tabanı somut, gerçek ve dirençli. Onu kaba güç ya da baskıyla yok etmek hem imkansız hem de maliyeti çok yüksek.
Ve Erdoğan’ın stratejisi yok etmek değil parçalamak. Bilmiyorum kaç yazıda altını çizdim; hegemonya teorisine dair derin bir anlayışa sahip olan Erdoğan (bunu elbette akademik bilgiyle değil, siyasi pratiğin içinden edinmiş), muhalif bloğu yok etmeye çalışmak yerine iç çelişkilerini derinleştirerek eritmek gerektiğini biliyor.
Erdoğan’ın gücü okumaktan geliyor. Elbette klasik anlamda okumaktan bahsetmiyorum. Her toplumsal grubu, her siyasi hareketi, her özneyi kendi zaaflarından, arzularından, korkularından tanıyor Tayyip Erdoğan.
Açayım…
Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun temsil ettiği bu kesim hiçbir zaman demokratik idealler için mücadele etmedi. Onların derdi AKP içindeki konumlarını kaybetmiş olmaktı. Davutoğlu’nun başbakanlıktan tasfiye edilişi, Babacan’ın ekonomi yönetiminden uzaklaştırılışı—bunlar ideolojik değil, pozisyon kayıplardı. Erdoğan biliyor ki bu kesimdeki muhalefet geçicidir. İlk havuç uzatıldığında—bir bakan koltuğu, bir danışmanlık pozisyonu, parlamento listelerinde yer—bu muhalefet buhar olup uçacaktır.
Ve nitekim öyle de oluyor. Davutoğlu’nun MHP ile ittifak söylemi, Babacan’ın giderek yumuşayan dili—hepsi Erdoğan’ın bu okumasını doğruluyor.
Erdoğan şahane okuduğu bir başka konu ise Kürt siyasi hareketi. 2013-2015 çözüm sürecinin dramı, Kürt hareketinin ne istediğini gösterdi. Hareket iki ayrı arzunun bileşkesi: (1) demokratikleşme talebi ve (2) siyasal rant paylaşımı talebi. Erdoğan’ın ustaca yaptığı şey bu ikisini birbirinden ayırmak. Demokratikleşme söylemini karşılıksız bırakırken, siyasal rant paylaşımı konusunda somut adımlar atmak.
Yeni af yasası, bazı tutuklular için olası serbest bırakılma, yerel düzeyde belediyelere müdahale konusunda göreceli yumuşamalar. Erdoğan Kürt hareketine diyor ki: “Demokrasi olmayacak ama sizin kazanımlarınız artacak.”
Ve Kürt hareketi—açıkça olmasa da fiilen—bu denklemi kabul etmeye başladı bile. DEM’in 2023 seçimlerinde CHP ile ittifak konusundaki ince hesapları, 2024-2025’te Erdoğan ile potansiyel uzlaşma sinyalleri—hepsi Erdoğan’ın bu okumasının doğru olduğunu gösteriyor.
Ve CHP…
Bu kesimdeki kör nokta en büyüğü. CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olmanın verdiği ontolojik güvenle hareket ediyor. “Biz varız, o halde muhalefet vardır.” mantığı. Oysa Erdoğan’ın gördüğü şey şu: CHP’nin varlığı partinin kurumsal gücünden değil, kişilerin karizmasından geliyor. Özel, İmamoğlu, Yavaş. Bu üç isim olmadan CHP bir boş gösterendir. Ve Erdoğan tam da bu üç ismi hedef alıyor:
Özgür Özel: Son seçimlerden sonra her ne kadar performans yüksekliği gösterse de, olan biteni okumaktan çok uzak.
Ekrem İmamoğlu: İddianame ile siyasi yasaklı hale getirilerek devre dışı bırakılıyor.
Mansur Yavaş: Henüz doğrudan saldırı altında değil ama beklemede. Erdoğan onu da etkisizleştirdiğinde CHP’nin elinde hiçbir şey kalmayacak.
CHP içinde bu üç ismin taraftarları arasındaki çatlaklar zaten var. İmamoğlu’nu sevenler Yavaş’tan şüphe ediyor, Yavaş’ı sevenler İmamoğlu’nun aşırı “popülist” olduğunu düşünüyor. Erdoğan bu çatlakları görebiliyor ama CHP görmüyor.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, 23 Mart’tan bu yana tutuklu…
Erdoğan’ın stratejisi, klasik siyasi mücadeleden çok, modern çok cepheli kuşatma operasyonuna benziyor. Clausewitz’in meşhur sözünü tersine çevirirsek, burada savaş siyasetin başka araçlarla devamı değil, siyaset savaşın başka araçlarla devamı haline gelmiş durumda. Bu kuşatma öyle tasarlanmış ki, muhalefet hangi noktada savunma hattı kurarsa kursun, başka bir cepheden vuruluyor ve savunma çabaları sürekli olarak dağıtılıyor.
Hukuki cephe belki de en görünür ama aynı zamanda en aldatıcı olanı. İddianameler, davalar, cezalar—bunların hiçbiri gerçek anlamda hukuki değil, tamamen performatif. Yani bunlar hukuku uygulamak için değil, hukuku bir gösteri unsuru olarak kullanmak için var.
Foucault’nun iktidar analizini hatırlarsak, modern iktidar bedenleri hapsetmekle kalmaz, aynı zamanda söylemleri de denetler ve disipline eder. İmamoğlu davasında hukuk, adaleti sağlamak için değil, muhalefetin söylemsel ve sembolik alanını daraltmak için kullanılıyor. Her yeni iddianame, muhalefet içinde yeni bir “kahraman” üretiyor gibi görünse de aslında bir “mağdur” üretiyor. Kahraman olmak, aktif bir özne olmayı gerektirir; mağdur olmak ise pasif bir nesne konumuna düşmektir. Muhalefet her defasında kendini savunmak zorunda kalırken, savunma pozisyonu onu pasifize ediyor.
Dava süreci yıllarca sürecek, bu süre içinde İmamoğlu’nun tüm enerjisi bu davaya gidecek, başka hiçbir şey yapamayacak. Bu bir tür zamana yayılan hapsetme stratejisi. Fiziksel özgürlüğünüz olsa bile zamanınızı çalındığında gerçek anlamda özgür değilsinizdir.
Medya cephesi ise hukuki cephenin dinamik karşılığı. Hukuk statik ve kurumsal bir kuşatmayken, medya cephesi sürekli hareket halinde, akışkan bir saldırı var. Her sabah yeni bir manşet, yeni bir suçlama, yeni bir yalan. Bu akış o kadar hızlı ki muhalefet daha dünün haberine cevap vermeye çabalarken bugünün haberiyle karşı karşıya kalıyor. Uzmanlar buna “gösteri toplumu dinamiği” diyor. Gerçeklik yerini gösteriye bırakmış durumda. İmamoğlu’nun gerçekte ne yaptığı değil, medyada nasıl gösterildiği önemli.
Ve medya tamamen iktidarın kontrolünde olduğu için bu gösterinin senaryosunu, yönetmenliğini, kurgulamasını iktidar yapıyor. Muhalefet ise sadece reaktif bir şekilde bu gösteriye “Hayır, aslında öyle değil!” demeye çalışıyor. Ama savunma her zaman suçlamadan zayıftır, bunun idrakinde olan kimse yok. Bir kez bir suçlama ortaya atıldığında, yalanlanması neredeyse imkansızdır çünkü toplumsal hafızada suçlama iz bırakır, yalanlama ise çoğunlukla unutulur. Bu yüzden medya cephesi sadece enformasyon savaşı değil, aynı zamanda bir hafıza savaşıdır.
Ekonomik cephe daha az görünür ama belki de en etkili olanı. Belediyelere yapılan bütçe kesintileri, projelerin onay süreçlerinde yaşanan sonsuz gecikmeler, İBB’nin su ve kanalizasyon işlerinde İSKİ üzerinden yapılan engellemeler, Ankara’da benzer şekilde Büyükşehir’in projelerinin merkezi hükümet tarafından bloke edilmesi—bunların hepsi muhalefetin somut başarılarını görünmez kılmak için tasarlanmış şeyler.
CHP lideri Özgür Özel, olan biteni anlamaktan çok uzak…
Çünkü İmamoğlu ve Yavaş’ın en büyük siyasi sermayesi, “Biz işimizi yapıyoruz, hizmet ediyoruz!” anlatısı. Eğer bu anlatı çökertilirse, onların elinde hiçbir şey kalmayacak. Ekonomik kuşatma tam olarak bunu hedefliyor. İnsanlar “İmamoğlu çok konuşuyor ama İstanbul’da ne değişti ki?” demeye başladığında, ekonomik kuşatma amacına ulaşmış demektir. Bu bir tür performansın sabote edilmesi stratejisi. Sizin sahnede konuşmanıza izin veriyorlar ama mikrofonun sesini kısıyorlar. Sonra da “Bakın işte kimse sizi duymuyor?” diye soruyorlar.
Psikolojik cephe belki de en sinsi olanı çünkü doğrudan gözle görülmüyor ama en derin etkileri yapıyor. Muhalefetin içine sistematik bir şekilde yorgunluk ve umutsuzluk enjekte ediliyor. Bu sadece politik bir taktik değil, aynı zamanda varoluşsal bir yıpratma. Her yeni dava, her yeni suçlama, her yeni engelleme muhalefet tabanında biraz daha, “Artık hiçbir şey değişmeyecek!” hissini güçlendiriyor.
Bu his yavaş yavaş birikerek bir depresyon haline dönüşüyor, dönüşecek. Siyasi depresyon, klinik depresyona çok benzer: Enerji kaybı, motivasyon kaybı, anlamsızlık hissi, gelecek vizyonunun bulanıklaşması. Ve en tehlikelisi, bu depresyon muhalefet liderleri de dahil olmak üzere herkesi etkiliyor, etkileyecek. İmamoğlu’nun son açıklamalarındaki yorgun tonlamaya, Yavaş’ın giderek azalan medya görünürlüğüne, CHP’li milletvekillerinin mecliste söyledikleri konuşmaların giderek etkisiz kalmasına bakın. Hepsi psikolojik kuşatmanın belirtileri. Çünkü savaşlar sadece kuvvet dengesiyle kazanılmaz, aynı zamanda moral ile de kazanılır. Erdoğan muhalefetin moralini sistematik olarak kırıyor.
İdeolojik cephe ise en soyut ama belki de en kalıcı olanı. Muhalefetin söylemini tutucu göstermek, onu kaos ve kriz anlatısıyla özdeşleştirmek. “İmamoğlu kaos istiyor, Özel bölücülerle iş birliği yapıyor.” gibi çerçeveler sadece suçlama değil, aynı zamanda bir sembolik şiddet. Sembolik şiddet fiziksel güç kullanmadan, sadece söylemsel ve kültürel mekanizmalarla bireyleri etkisiz hale getirir.
Muhalefetin “demokratik” olduğu iddiası, iktidar tarafından “anarşi-hainlik” olarak yeniden kodlanıyor. Muhalefetin “hukuk devleti” talebi, “sistemi çökertme girişimi” olarak çerçeveleniyor. Bu yeniden çerçeveleme o kadar etkili ki, zamanla muhalefetin kendi tabanı bile bu kodlamaları içselleştirmeye başlıyor. İmamoğlu’nun bazı açıklamalarını eleştiren CHP’liler, Yavaş’ın milliyetçi söylemine mesafeli duran sol kesim; hepsi ideolojik kuşatmanın meyvelerini vermeye başladığının işaretleri.
Bu beş cephenin aynı anda açılması, muhalefetin önünde tam bir epistemolojik kaos ispatı. Muhalefet artık hangi cephede mücadele edeceğini bilemiyor çünkü her cephe eşit derecede acil görünüyor.
Hukuki cepheye mi odaklanmalı? Ama o zaman medya cephesinde darbe yiyecek. Medya cephesine mi yoğunlaşmalı? Ama o zaman ekonomik cephede belediyelerin projeleri daha da sabote edilecek. Ekonomik cepheyi mi savunmalı? Ama o zaman psikolojik cephe iyice çökecek.
Bu tür çok cepheli kuşatmada enerjinin dağılması kaçınılmaz. Malum, savaşta “sürtünme” vardır; planlar ile uygulama arasındaki boşluk. Erdoğan bu sürtünmeyi maksimize ederek muhalefetin her hamlesini etkisiz kılıyor. Muhalefet ne yaparsa yapsın, bir cephede kazanırken başka bir cephede kaybediyor. Ve toplam etkiye bakıldığında, sürekli olarak geriliyor.
Yaşananlar gerçek anlamda bir kuşatma savaşı ve kuşatma savaşlarını savunanlar çok nadiren kazanır. Bunu anlayabilecek CHP’li sayısı yok kadar az maalesef.
Devam edeceğiz…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

