İDRİS GÜRSOY | YORUM
Türkiye’nin siyasî tarihi, sadece darbelerin meydana getirdiği kırılmalarla değil; devlet gücünü elinde tutan merkezlerin kendi vatandaşına yönelttiği psikolojik harp operasyonlarıyla şekillendi. Ülkede farklı düşünen hemen herkes “tehlikeli unsur” damgasıyla hedef gösterildi. Bu tarihsel sürekliliği fark etmeden bugünün hak ihlallerini anlamak mümkün değildir. Çünkü aynı yöntemler, devleti kontrol eden AKP–Ergenekon ortaklığının elinde çok daha geniş bir kesime yönelmiş durumda.
Psikolojik harp, yöntemini üç aşama üzerine kurar:
1. Şeytanlaştırma
2. Tehdit ilanı
3. Toplu cezalandırmanın meşrulaştırılması
Böylece devlet, kendi vatandaşını hedef alırken bir “meşruiyet zırhı” elde eder. Hukuksuzluk, baskı ve şiddet, “milli güvenlik” gerekçesiyle görünmez hâle gelir.
1960’larda Said Nursi’ye “bölücü, sapkın, tehlikeli, mason-komünist” deniyordu. Bugün aynı mantıkla milyonlarca insana, “terörist, sızmacı, hain, dış güç maşası” deniyor. İsterseniz biraz daha yakından bakalım; benzerliğin ne kadar çarpıcı olduğunu göreceksiniz.
1960 darbesinin ardından yönetimi devralan askerî yapı, kendi iktidarını meşrulaştırmak için topluma mutlaka bir “iç düşman” sunmak zorundaydı. Bu düşman olarak da dönemin en büyük âlimlerinden—üstelik o tarihte artık hayatta olmayan—Said Nursi seçildi.
Bediüzzüman, siyasete karışmamıştı, şiddet çağrısı yapmamıştı, devlet için tehdit oluşturan bir faaliyeti yoktu. Buna rağmen darbeciler, kurdukları hükümetle birlikte üniversiteyi ve Diyanet’i devreye sokarak onun hatırasını, eserlerini ve takipçilerini hedef alan kapsamlı bir kara propaganda kampanyası yürüttüler.
Üniversite, Diyanet ve basın: Propaganda ağının 3 ayağı
O dönemde ilahiyatçı İbrahim Ağah Çubukçu ve hukukçu Çetin Özek tarafından kaleme alınan kitaplar, “akademik çalışma” görüntüsü altında yürütülen siyasal operasyonlardı.
1964’te Varlık Yayınları’ndan çıkan Nurculuğun İç Yüzü isimli kitap, Said Nursi’ye “akıl hastası”, “kendini evliya sanan biri” gibi ifadelerle saldırıyordu. Bu metinler, akademinin nasıl bir ideolojik silaha dönüştürüldüğünün açık göstergesidir.
1965’te Ankara’da hazırlanan 15 sayfalık Said-i Kürdi ve Şahsiyeti broşürü ise bu kez Diyanet üzerinden camilere dağıtıldı. Broşürde Said Nursi’ye şu ithamlarda bulunuluyordu:
- “Deli ve imansızdır.”
- “Kürtcüdür, bölücüdür.”
- “Ermeni’yi alkışlayacak kadar sapkındır.”
- “Mason ve komünist kadar tehlikelidir.”
- “Gayesi memleketi bölmektir.”
Bugün 2016 sonrasında aynı kalıp şöyle yeniden üretiliyor:
- “FETÖ’cü, terörist, vatan haini.”
- “Dış güçlerin maşası.”
- “Milli iradeye savaş açan yapı.”
- “Devlete sızmış örgüt.”
1965’te Risale-i Nur’un satışı yasaklandı. 1967’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, “Nurculuk anayasaya aykırıdır” diyerek kriminalizasyonu resmileştirdi. Ülkenin dört bir yanında Nur talebelerine yönelik bir cadı avı başlatıldı.
Güncellenen yöntemler, aynı zihniyet
2016 sonrasında yaşananlar uzun bir devlet geleneğinin güncellenmiş hâlidir. Değişen sadece aktörler ve araçlardır. Artık:
- Medya daha merkezi,
- Propaganda daha sistematik,
- Yargısız infaz daha yaygın,
- “Terör” etiketi daha sınırsız,
- Toplu cezalandırma ise daha görünür bir yönetim aracıdır.
Türkiye’nin temel meselesi; devletin, kendi vatandaşını düşmanlaştırarak yönetme alışkanlığını terk etmemesidir. Bu zihniyet değişmeği sürece ne yazık ki, zulüm de, hukuksuzluk da, toplu cezalandırma da bitmeyecektir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

