ADEM YAVUZ ARSLAN | YORUM
Türkiye gündemi TBMM’nin PKK lideri Öcalan’ı ziyaret ihtimaline kilitlenmişken, dünyanın öbür tarafında dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. ABD ile Venezuela arasındaki gerilim hızla yükseldi; öyle ki artık açık şekilde savaştan söz ediliyor. Maduro, Venezuela’nın bağımsızlık sembolü Simon Bolivar’ın kılıcını çekerek ABD’ye meydan okudu. Trump ise Maduro ve çevresine yönelik dosyaları açtı. Gevşetilen yaptırımlar yeniden devreye alındı. Karayipler’e askeri yığınak başladı.
Peki ne oluyor? Ve bu gerilimin, Türkiye gibi hızla “tek adamlıktan tam diktatörlüğe” geçen ülkeler açısından anlamı ne?
Ben işin askeri ya da stratejik boyutuna değil, Maduro’nun bunca baskıya rağmen koltuğu bırakmamasının arkasındaki psikolojiye dikkat çekmek istiyorum.
Venezuela son haftalarda basit ama kritik bir gerçeği yeniden hatırlattı: Otoriter liderler iktidarı kendi istekleriyle bırakmaz. Çünkü koltuk onlar için bir siyasi makam değil, bir güvenlik kalkanıdır. Maduro’nun tutumu bunu açık biçimde gösteriyor.
Koltuğu bırakmak özgürlüğü bırakmaktır
Amerika’nın baskısı arttı. Diplomatik kanallar kapandı. Askerî seçenek tartışılır hale geldi. Buna rağmen Maduro’nun geri adım atacağına dair bir işaret yok. Çünkü iktidardan ayrıldığı gün karşısına ne çıkacağını iyi biliyor. İşlediği suçların delilleri her yerde. Maduro ve çevresi uyuşturucu kaçakçılığı, kara para aklama ve terör finansmanı gibi ağır suçlamalarla karşı karşıya.
Bu dosyalar yıllardır kapıda bekliyor. O koltuktan kalktığı anda devreye girecek. Bu durum sadece Latin Amerika’ya özgü değil. Dünyanın her otoriter rejiminde aynı refleks çalışıyor; Türkiye dahil. Yolsuz ve otoriter liderler koltuğu bir nevi özgürlük garantisi olarak görüyor.
Sadakat zinciri ve paralel yapılar
Maduro’nun ikinci korkusu güvenlik. Orduyu yıllar içinde yolsuzlukla kendine bağladı. Kritik noktalara Kübalı istihbaratçıları yerleştirdi. Böylece darbe ihtimali zayıfladı. Türkiye’de de uzun süredir benzer bir güvenlik doktrini işliyor. Tasfiyeler, paralel güvenlik yapıları ve sadakat esaslı kadrolaşma bunun en görünür örnekleri.
Otoriter liderler güçlendikçe paranoyaları da büyüyor. Bu yüzden “güvenlik” bir devlet politikası olmaktan çıkıp kişisel beka meselesine dönüşüyor.
Sürgün çıkmazı: Kaçacak yer kalmadı
Eskiden diktatörlerin kaçabileceği güvenli ülkeler vardı. Bugün o kapılar kapandı. Uluslararası hukuk ve medya baskısı bu alanı daralttı. Maduro da bu yüzden ülke dışına çıkamıyor. Türkiye bağlamında da yıllardır aynı sorular konuşuluyor. “Güvenli çıkış” kavramı otoriter rejimlerin en büyük açmazı haline geldi. Diktatörler bir şekilde kendilerince güvenli bir yer bulsalarda orada da rahat edemiyor.
“Yarın ne olacak?” kaygısı
Venezuela’da muhalefet lideri María Corina Machado’nun hesap sorma söylemi rejim elitlerini daha da sertleştirdi. Türkiye’de de benzer bir psikoloji hâkim.
Özellikle 17/25 Aralık sonrası ortaya saçılan yolsuzluk dosyaları ve 15 Temmuz sonrası işlenen ağır hak ihlalleri, iktidar çevresinde “Yarın ne olacak?” kaygısını büyüttü. Bu yüzden sadece kendileri değil diğer aile fertlerinin de güvenliği büyük bir soruna dönüşüyor.
Otoriterliğin anatomisi ve Türkiye’nin eşiği
Sonuç çok net: Otoriter liderler için iktidarı devretmek demokratik bir süreç değil; kişisel bir risk hesabıdır. Özgürlüklerinin ve servetlerinin geleceği o koltuğa bağlıdır. Bu yüzden seçim kaybı kabul edilmez. Muhalefet kriminalize edilir. Krizler sürekli canlı tutulur. Toplumda korku duygusu diri tutulur.
Venezuela bugün bu tablonun aynası…
Türkiye ise aynı mekanizmaların çalıştığı, fakat kırılma anının henüz yaşanmadığı bir ülke. Otoriter rejimlerin davranış kodu değişmiyor: Korku, her zaman en güçlü yapıştırıcı. Bu döngü çözülmeden hiçbir diktatör kendi isteğiyle gitmiyor.
Türkiye’de bugün yaşananlar ve önümüzdeki döneme dair yapılan projeksiyonlar, Maduro örneğinden dikkatle dersler çıkarmalı…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

