Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hizmet konferansında cevabını bulduğum soru: Zıt gruplar, Gülen’e karşıtlıkta nasıl buluştu?

Hizmet konferansında cevabını bulduğum soru: Zıt gruplar, Gülen’e karşıtlıkta nasıl buluştu?


İZLENİM | ABDÜLHAMİT BİLİCİ

Türkiye’de son on yılda yaşanan hukuksuzlukları —kadın, çocuk, yaşlı, hasta, sivil, memur ayrımı yapılmadan Hizmet hareketine mensup insanlara yapılan zulmü— anlattığım bir toplantıda bana şöyle bir soru soruldu: Erdoğan ve AKP iktidarının, Hizmet Hareketi’ne ve Fethullah Gülen’e 2013’ten sonra neden düşman hale geldiğini biliyoruz. Ama Erdoğan’a muhalif olan ve ideolojik olarak taban tabana zıt kesimler de Hizmet hakkında olumsuz düşünüyor. Bu nasıl oluyor?

Sık duyulan bir soru değildi bu. Ama Türkiye’nin son 30-40 yılına ışık tutan derin bir meseleyi işaret ediyordu. Soruya cevap ararken, önce siyasetin kronolojisine bakmak gerekiyor. 2013 öncesi Türkiye’sinde AKP, Avrupa Birliği perspektifine yönelmiş, askeri vesayetin geriletilmesi ve demokrasinin güçlenmesi söylemiyle ilerliyordu. Bu dönemde Hizmet hareketi de aynı hedefleri benimsiyor, demokratikleşme sürecine güçlü destek veriyordu.

Oysa devletteki sivil-askeri bürokrasi ve onların çizgisindeki partiler, AB sürecine şüpheyle yaklaşıyor, hatta bunu rejim için tehdit görüyordu. Bu nedenle, demokrasiye ve AKP’ye destek veren Hizmet Hareketi, o çevrelerin gözünde zaten “sevimsiz, sakıncalı, tehlikeli” bir aktör haline gelmişti.

Ergenekon ve Balyoz davaları döneminde bu rahatsızlık zirveye çıktı. Devletin köklü, dokunulmaz kabul edilen yapıları ilk kez sorgulanıyor, derin yapılar yargı önüne çıkarılıyordu. Bu süreçten en çok rahatsız olanlar, eski düzenin sahipleriydi. Hizmet’in bu davalarda oynadığı rol, zaten kara listelerinde olan hareketi daha da hedef haline getirdi. Alper Görmüş’ün Büyük Medyada Ergenekon Haberciliği kitabında ayrıntılı biçimde gösterdiği gibi, devlet gazetesi olarak bilinen Hürriyet ve benzeri medya organlarının o günlerdeki yayın çizgisi o dönemde bu düşmanlığı besledi.

Özetle, demokrasiye ve AKP’ye destek verdiği için Cemaat, devlet içindeki vesayetçi odakların hedefi olmuştu. 2013 sonrasında ise tablo tersine döndü; Erdoğan, kendinden menkul “dünya müslümanlarının lideri, halifesi” kurgusuna biat etmediği, aksine yolsuzluklarına ve otoriterleşme eğilimine karşı çıktığı için Hizmet’le köprüleri attı. Bu kez AKP, kısa süre önce kendisini iktidardan uzaklaştırmak isteyen derin yapılarla ve Perinçek gibi eski düşmanlarıyla ittifak kurdu.

Böylece daire tamamlandı: Daha önce AKP karşıtlarının hedefe koyduğu Cemaat, şimdi AKP tarafından da düşman ilan ediliyordu.

Türkiye’de devletin öteden beri hedefe koyduğu kişileri ve grupları şeytanlaştırmadaki ustalığının da kuşkusuz bu sonuçtaki payını unutmamak gerekir. Hiç kuşkunuz olmasın, 10 yıldır tüm devlet ve medya gücüyle, Diyanet’ten tarikatlere tüm dini grupların desteğiyle 7/24 yapılan bir nefret ve karalama kampanyası kimi veya hangi grubu hedef alsa, aynı derecede etkili olurdu. Kadınları, çocukları bile hedef alan baskı ve zulmün hala devam ediyor olması, özellikle ülke dışında gözle görülen canlılık, muhalefetin bile kısmen destek olduğu bu yok etme kampanyasına rağmen Cemaatin bu kadar ayakta kalmasına bile başarı olarak bakmak gerekir.

Zulüm ötekileştirme ile açıklanabilir mi?

Ama mesele, yani zıt kutupların bile harekete düşmanlıkta bir araya gelmesi, sadece siyasetin gelgitleriyle veya devletin ötekileştirme kampanyalarıyla açıklanamazdı. Bu durumun sosyolojik ve ideolojik kökleri de olmalıydı. Bunu daha iyi anlamamı sağlayan şey, geçtiğimiz günlerde katıldığım uluslararası bir konferans oldu.

Drew Üniversitesi, Peace Islands Institute ve Respect Graduate School’un 3–5 Ekim tarihlerinde düzenlediği “Fethullah Gülen’in Düşüncesi ve Pratiği” başlıklı toplantıda, 39 akademisyen Gülen’in fikirlerini farklı yönleriyle ele aldı. Bu oturumlar arasında, Pakistan asıllı akademisyen Dr. Inamul Haq’ın “Fethullah Gülen: Bir Derviş, Bir Reformcu ve Bir Humanist” başlıklı tebliği, aklımdaki soruya yeni bir pencere açtı.

Haq, İslam dünyasının Batı karşısındaki gerilemeye üç farklı tepki verdiğini anlattı: Birincisi, gerilemeyi geçici bir kader olarak gören ve değişime kapalı gelenekçiler. İkincisi, kurtuluşu Batı’yı taklit etmekte gören Seküler-Batıcılar. Üçüncüsü ise modernliği İslam içinde yeniden yorumlamaya çalışan ama giderek siyasallaşan İslamcılar.

Bu üç çizgi, yüzyıllardır Müslüman toplumların yönünü belirlemişti. Fakat Haq’a göre Gülen bu kategorilerin hiçbirine sığmıyordu. O, ne gelenekçilerin durağan dünyasında, ne Batıcıların seküler modernleşmesinde, ne de İslamcıların iktidar merkezli siyasetinde yer alıyordu.

Fethullah Gülen o mahalleye ait değildi

Gülen’in yaklaşımı, İslam’ın manevi özünü koruyarak modern dünyanın bilim, eğitim ve etik değerleriyle harmanlamayı hedefliyordu. Siyasi iktidarı ele geçirmeyi değil, bireyi ve toplumu ahlaki olarak dönüştürmeyi önemsiyordu. Bilimle maneviyatı, eğitimle ahlakı buluşturmaya çalışıyordu. Siyasete meydan okumak da teslim olmak da yozlaşmaydı Ona göre; asıl hedef, insanın kendi iç dünyasını arındırmasıydı.

Belki de işte bu çizgisi, Gülen’i ve öncülük ettiği Hizmet hareketini Türkiye’deki yerleşik “mahalle” düzeninin dışına itti. Bizde fikirler çoğu zaman aidiyet üzerinden değerlendirilir; hangi düşünceye sahip olduğunuzdan çok, hangi mahallede durduğunuz önemlidir. Gülen ise o mahallelerin hiçbirine ait değildi. Laikler onu fazla dindar buldu, İslamcılar yeterince cihatçı ve devrimci saymadı, gelenekçiler ise fazla modernist gördü. Sonuçta, Gülen hiç kimsenin tam olarak “bizden” demediği bir figür, Cemaat de herkesin kolayca hedef aldığı bir grup haline geldi.

Dr. Haq’ın tebliğinden çıkardığım en önemli ders buydu:
Gülen’in üç yerleşik kategorinin dışında kalışı, hem onun düşünsel özgünlüğünün hem de toplumsal yalnızlığının kaynağıydı.
Sonuçta, hiçbir ideolojik kampın koruma şemsiyesi altında olmayan Gülen ve Hizmet hareketi, her iki uç tarafından da kolayca hedef alınabilir bir konuma sürüklendi.

Haq’ın sunumundan dolaylı olarak çıkardığım bu sonuç, Dr. Anwar Alam’ın Mart 2024’te yayımladığı “Karşıt Uçlarca Beğenilmeyen: Türkiye’deki Laikçiler ve İslamcılar Tarafından Hizmet Hareketine Duyulan Ortak Düşmanlığın Anlaşılması” başlıklı makalesiyle de örtüşüyordu.

Türkiye’de laiklerin ve İslamcıların, tüm ideolojik farklılıklarına rağmen Hizmet’e karşı neden benzer bir düşmanlık sergilediğini incelen Alam’a göre, laikler, Hizmet’i “İslamcı etkilerin sivil alana sızması” olarak görürken, İslamcılar onu “kontrolsüz ve rakip bir güç” olarak algılıyordu

Hizmet’in eğitim, medya ve sivil toplumdaki etkisi, her iki tarafın da güç alanına dokunuyordu. Bu yüzden farklı gerekçelerle de olsa, iki ucun da aynı noktada buluşması zor olmadı.

Kuşkusuz Hizmet Hareketi de kendi içinde bu sorunun cevabı üzerine düşünmeli. Türkiye’de tüm şiddeti ve acımasızlığıyla devam eden zulüm bir gün sona erdiğinde, ortaya çıkan bu sonuçta, grup olarak veya irtibatlı şahısların yapıp ettiklerinin payı üzerine yapılacak bir muhasebeden, kuşkusuz farklı sonuçlar ve faydalı dersler çıkacaktır.

Ama şurası açık: Hizmet Hareketi veya büyük ‘C’ ile Cemaat, Türkiye’de birbiriyle kavgalı kesimleri ilk kez Abant Platformu ve başka ortamlarda bir araya getiren, inancına, etnik kökenine, ideolojisine, mezhebine bakmadan farklı kesimlerin kapısını çalan, yaralarını sarmaya çalışan, hep dışlanmış azınlıkları ilk kez iftar sofralarında ağırlayan ender oluşumlardan biriydi. Türkiye dışında, Hizmet hareketinin, farklı hatta çatışan tarafları barış için buluşturabilen bu özelliği hala çok canlı. Amerika, Avrupa veya Asya’da Hizmet kültür merkezlerinde bir araya gelen pekçok insanın, “bu birlikteliği sadece bu ortamda sağlayabiliyoruz” dediğine çokça şahit olan vardır.

Konferansta benim yaptığım sunumun ana teması da buydu: Kanlı iç savaş içinde kaosa sürüklenen Kerkük’te, birbirini yok etmeye çalışan Arap, Türkmen, Kürt, Sünni, Şii ve diğer grupların çocukları, hayati tehlikelere rağmen, modern ve başarılı eğitim hizmetlerine ara vermeden devam eden Hizmet okulunda barış içinde bir arada okuyor, babaları birbirini öldürecek kadar birbirine düşmanken, onlar okulun pansiyonunda aynı odaları paylaşıyordu.

Kim bilir, çok sistemli bir kara propagandanın da etkisiyle oluşan bu düşmanlık atmosferi ortadan kalkınca, belki Türkiye’nin birbirine zıt görüşlü mahalleleri de, Hizmet hareketinin temsil ettiği uzlaşma iklimine ihtiyaç duydukları halde, ona niye acımasızca düşmanlık ettikleri üzerine düşünecek, sadece bu zulümlere maruz kalan Hizmet hareketine değil, Türkiye’ye de kendilerine de yazık ettiklerini göreceklerdir. Zira Gülen’i ve Hizmet’i hedef alan bu düşmanlık, sadece bir cemaate değil, Türkiye’nin kendi vicdanına da zarar verdi; içte ve dışta ülkeyi en önemli yumuşak gücünden mahrum etti.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version