Alpaslan Özerdem*
“Terörsüz Türkiye” adı altında yürütülen süreç, kamuoyunun bazı kesimlerinde farklı bir gelecek için beklentiler ve ihtiyatlı bir umut yarattı. Yıllardır süren çatışma döngüsünün bitmesi, her kesimin arzuladığı bir sonuç. Ancak bu sürecin içeriğine ve eşlik eden siyasal iklime daha yakından baktığımızda, önümüzde duran manzaranın “barış” kavramının çok ötesinde başka bir tablo sunduğunu görüyoruz. Belki de bu süreç sadece bir “peacewashing”!
Negatif barışın sınırları
Barış çalışmalarında en temel ayrımlardan biri “negatif” ve “pozitif” barış kavramlarıdır. Negatif barış, çatışmanın görünen, şiddet içeren biçiminin son bulmasını ifade eder. Silahların susması, saldırıların durması ve tarafların ateşkese uyması bu evreye aittir. Elbette bu aşama hayati bir başlangıçtır; toplumlar ancak bu sayede nefes alabilir, kayıplar azalır, siyasi ve toplumsal atmosfer sakinleşir. Ancak barışın kalıcı ve dönüştürücü olabilmesi için pozitif barışa, yani çatışmanın kök nedenlerine inen, adalet, eşitlik ve kapsayıcılık üreten bir sürece ihtiyaç vardır.
Türkiye’de PKK ile yürütülen ve “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılan girişim, tam da bu noktada kritik bir sınavla karşı karşıya. Silahların susması, tek başına barışı garanti etmez. Eğer bu süreç, toplumsal barışın inşası, demokratikleşme ve hukukun üstünlüğüyle desteklenmezse, uzun vadede sadece bir “negatif barış” tablosuna sıkışıp kalır.
Demokratikleşmenin eksikliği ve çelişkiler
Türkiye’nin çatışma sorununu çözmekte bu kadar zorlanmasının önemli nedenlerinden biri, yüksek seviyede bir demokrasiyi bir türlü kurumsallaştıramamış olmasıdır. Demokrasi yalnızca seçimlerden ibaret değil; ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, medya çoğulculuğu ve sivil toplumun katılımı gibi unsurlarla tamamlanan bir sistemdir. Ne var ki, barış yapmak için görüşmeler sürerken bile ülkede demokratik standartların gerilemesi dikkat çekiyor.
Son yıllarda yürürlüğe konan veya fiilen uygulanan birçok politika, demokratikleşmeyi derinleştirmek bir yana, daha da daraltıyor. Yargı bağımsızlığı tartışmalı hale gelirken; ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar, kayyumlar, gazetecilere ve aktivistlere açılan davalar, toplantı ve gösteri hakkının kısıtlanması gibi uygulamalar, toplumsal uzlaşma ve güven inşasının önünde ciddi engeller yaratıyor.
Bu çelişkili tablo, barış fikrinin samimiyetini sorgulatıyor. Demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü gibi konular, barış süreçlerinin olmazsa olmaz ihtiyaçlarıdır. Bu ana destekleyiciler olmadan yürütülen her girişim, ancak sınırlı bir “ateşkes” görünümü yaratır; toplumun derin fay hatlarını onaramaz, şiddeti doğuran yapısal sorunları ortadan kaldırmaz.
Peacewashing: Barış söylemiyle beyazlatma
İngilizcedeki “whitewashing” kavramı, hataları veya eksikleri parlak bir cilayla örtmeyi anlatır. Barış süreçlerinde de benzer bir mekanizma işleyebilir; bu nedenle “peacewashing” kavramını barış söylemi üzerinden siyasi amaçları aklamak, demokrasi ve adalet eksiklerini perdelemek ve kamuoyuna sahte bir barış illüzyonu sunmak olarak tanımlayabiliriz. Bu yaklaşımda barış söylemi, içi doldurulmamış ya da sahici olmayan reformları meşrulaştırmanın aracına dönüşür.
“Terörsüz Türkiye” süreci bu açıdan çarpıcı bir örnek. Silahların susması kuşkusuz önemli bir beklenti yaratıyor; ancak demokratikleşme ve hukuk devleti konularındaki gerileme, sürecin güvenlik eksenine sıkıştığını gösteriyor. Barış masasında kullanılan kavramlar, atılan sembolik adımlar ve umut verici açıklamalar gerçek reformlar ve yapısal dönüşümlerle desteklenmediğinde “peacewashing” riski kaçınılmaz hale geliyor. Bu ise hem hayal kırıklığına hem de gelecekte barışa dair güvenin zedelenmesine yol açıyor.
Türkiye’nin 2013–2015 Çözüm Süreci de benzer bir tablo sunmuştu. Başlangıçta büyük umut yaratan görüşmeler, demokratikleşme, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, ifade özgürlüğü ve adalet mekanizmaları gibi pozitif barışın temel kulvarlarında anlamlı ilerleme sağlayamadı. Sürecin siyasal krizler ve seçim dinamikleriyle iç içe yürümesi, barışın siyasi bir pazarlık unsuru olarak algılanmasını pekiştirdi ve toplumsal desteği zayıflattı.
Benzer örnekler başka ülkelerde de görüldü. Kolombiya’da 2016 Barış Anlaşması sonrasında hükümet barış söylemini uluslararası başarı hikâyesi olarak sundu, ancak toprak reformu, kırsal kalkınma ve güvenlik sektörü reformundaki eksiklikler “peacewashing” eleştirilerini tetikledi. Silahların bırakılmasına rağmen aktivistlere yönelik şiddet ve hak ihlalleri devam etti.
Peacewashing’in tipik belirtileri aslında neredeyse evrensel: sembolik jestlerin yapısal reformların önüne geçmesi; sivil toplumun ve mağdurların süreçlere dahil edilmemesi; ifade özgürlüğü ve muhalefet alanının daralması; ve vaatlerin şeffaf biçimde izlenmemesi. Barış söylemi gerçek dönüşümle desteklenmediği sürece vitrin olmaktan öteye gidemez ve vitrinler de kalıcı olamaz.
Barışın inşası: Pozitif barışın gereklilikleri
Gerçek barış, silahların susmasından ibaret değil. Bu sadece bir başlangıç; barış için bir fırsat, asıl mesele, toplumun derinlerine işlemiş nedenleri ortadan kaldırmak ve kalıcı bir huzuru inşa etmek. Türkiye’nin ikinci yüzyılında eğer gerçekten barış isteniyorsa, süreci yürütenlerin yeni bir paradigma benimsemesi şart. Bu paradigma, çatışmanın kök nedenlerini çözmeyi, pozitif barışı tesis etmeyi ve toplumsal uzlaşmayı öncelemeyi hedeflemeli. “Peacewashing” değil, “peacebuilding” yani sahici bir barış inşası yaklaşımı hâkim olmalı.
Bu da ancak demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve sosyal adaletin birlikte ilerlediği bir çerçevede mümkün olabilir. Yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi, ifade özgürlüğü ve medya çoğulculuğunun güvence altına alınması, insan hakları ihlallerinin giderilmesi ve geçmişle yüzleşme süreçlerinin işletilmesi; sivil toplumun karar mekanizmalarına dahil edilmesi ve farklı kimliklerin eşit vatandaşlık temelinde sisteme entegre edilmesi; ve kalkınma, eğitim ve istihdam perspektiflerinden bölgesel farklılıkların azaltılması.
Hepsi, bu yeni barış vizyonunun somut adımlarıdır.
Barışın samimiyet testi
“Terörsüz Türkiye” süreci, ülke için bir samimiyet testidir. Türkiye bu testten geçerse sadece silahların susmasına dayalı negatif barışla yetinmeyip pozitif barışın inşasında öncü olabilir. Ancak demokratikleşme, hukuk devleti, insan hakları ve toplumsal uzlaşma gibi temel adımlar atılmazsa süreç “peacewashing” riskine girer; yani barış söylemiyle cilalanan ama gerçekte sorunları saklayan bir vitrine dönüşür.
Gerçek barış, çatışmanın kök nedenlerini ortadan kaldıran ve toplumu dönüştüren cesur bir vizyonla mümkündür. Bunun için “peacewashing” yerine “peacebuilding” yani sahici bir barış inşası yaklaşımı hâkim olmalı. Türkiye’nin önünde iki yol var: Barışın özünü boşaltan vitrin politikalarına saplanmak ya da demokratikleşme, adalet ve kapsayıcı reformlarla kalıcı bir barış kurumsallaştırmak.
Bu tercih yalnızca bugünün siyasi dengelerini değil, gelecek kuşakların yaşamını da belirleyecek. Asıl soru şu: Türkiye barışı gerçekten inşa mı edecek, yoksa yalnızca peacewashing mi yapacak?
*Alpaslan Özerdem kimdir?Alpaslan Özerdem, George Mason Üniversitesi Jimmy ve Rosalynn Carter Barış ve Çatışma Çözümü Okulu’nun dekanı ve barış ve çatışma çalışmaları profesörüdür. Çalışmaları, çatışma sonrası yeniden yapılanma, barış inşası, güvenliğin yeniden tesisi ve eski savaşçıların topluma entegrasyonu üzerine yoğunlaşmaktadır. Çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlenen Özerdem, ayrıca Edinburgh University Press’in Modern Türkiye Serisi’nin eş editörüdür. |