Düşünce ile hayatın yolları çatallaştığında, entelektüellerin nasıl konumlandığı sorusu yakıcı aslında. Etyen Mahçupyan’ın “Oyum AK Partiye!” diyebilecek kadar sınırları genişleyebilen konjonktürel pragmatizmi, bu soruya verilecek cevapların en tartışmalı örneklerinden biri olarak tarihteki yerini almış durumda.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Önce zorunlu bir not düşeyim.
Hayat bazen o kadar hızlı akıyor ki, zihin ve düşüncenin hızı ona yetişemiyor. Yetiştiğinde ise, çok geç kalmış olabiliyor. Nepal konusundaki detaylı çalışmamı henüz bitiremeden, aylardır üzerinde çalıştığım “Rıza” merkezli yazı serisi ile doğrudan ilintili olabilecek olan Etyen Mahçupyan’ın bir Youtube kaydını tesadüfen izleme şansım oldu. Dolayısıyla, Nepal meselesine Etyen Mahçupyan ile ara verip, daha sonra Nepal bahsini tamamlayıp hemen peşinden rıza konusuna geçmenin daha doğru bir kronoloji oluşturacağına kanaat getirdim. Birazdan okuyacağınız ve belki birkaç bölüm sürecek olan bu seri, böylesi bir zihinsel düşüncenin ürünü.
Önemle ifade etmek isterim.
Evvelen hak teslim edelim: Etyen Mahçupyan, Türkiye’nin son otuz yılında fikirlerini tutarlı şekilde dile getiren değerli entelektüellerden biri. Onun meselelere bakış açısı her zaman farklı, kuşatıcı ve ufuk açıcı olmuştur. Türk düşünce yaşamında özgün bir konum işgal eden Mahçupyan’ın analizlerinin, dönemin siyasal atmosferini aşan teorik derinlik taşıdığına olana inancım bakidir.
Ancak Türk aydının temel sorunlarından biri, fikirleri ile gerçek hayatın çakışması durumunda, yaşamsal koşulların düşünceyi adeta bir “zihin bozucu” gibi darmadağın edebilmesidir.
Ne yazık ki bu böyle.
Yanlış anlaşılmasın: Bundan kastım, başta Mahçupyan olmak üzere hiç kimseyi iki yüzlülük ya da korkaklıkla suçlamak değil. Aksine, bu duruma her ne kadar eleştirel yaklaşsam da anlaşılabilir buluyorum.
Şunu söylemek istiyorum; Mahçupyan’ın zor zamanlarda (belki 10, belki 15 yıl) zihnindeki analitik çerçeveyi tam olarak ifade etmekten biraz çekindiğini, söyleyeceklerini daha yuvarlaklaştırıp köşeli halden çıkarmaya azami gayret ve otoriteyi rahatsız etmemeye özen gösterdiğini düşündüğümü belirtmeliyim.
Türkiye, 15 Temmuz gibi korkunç bir deneyimden geçerken, toplumun en çok ihtiyaç duyduğu şey bu tür analitik beyinlerin kuşatıcı bakış açılarıydı. Ancak Ahmet Altan ve birkaç kişi dışında bunu yapabilecek yüreklilikte kimseyi görmediğimi üzülerek kaydetmek durumundayım. Mahçupyan’ın “İktidar bugünlerde normatif hukukun dışına çıktı.” türünden romantik tespitlerle bu süreci atlatabilmeyi hedefleyecek kadar zihnini geri çekti bu süreçte.
Meraksına not Etyen Mahçupyan’ın zihin haritasını kuşatıcı bir perspektifte görebilmek adına şu iki röportajı okumanız iyi olabilir. (Aslında iki röportaj arasında tam bir yıllık bir süre var ve aynı kişi aynı medyada yapmış ama birincisinin orijinal metnine ulaşamadım) (Röportaj1 Röpotaj2)
Mahçupyan’ın gerçek hayattaki konumlanması -önceki dönemlerini tam olarak bilemiyorum ama son süreci yakından takip eden biri olarak- “Bunlar daha en az on beş yıl iktidarda kalacak, ona göre pozisyon alayım” ruh halinin pratiği olarak göründü bana. Şunu da memnuniyetle ifade etmek isterim elbette: Nispeten suların çekilmesi, ortalığın biraz durulmasıyla, Davutoğlu/Babacan sınırlarına kadar ilerleyen Mahçupyan’ın zihin sahası, bugünlerde yine göreceli olarak eski cesaretine tam yaklaşamasa da belirli sınırları zorladığı için aslında memnunum.
Zira Türk toplumunun siyasal İslam cenderesinden çıkabilmesi için bu tür perspektiflere tereddütsüz ihtiyaç olduğunu ve bunun hayati derecede önemli olduğunu düşünüyorum. Burada iktidarın tamamen rızasına sığınmış ama bunu belli etmemeye çalışan yarı-organik entelektüelleri tamamen parantez dışında bıraktığımı belirtmek isterim.
Mahçupyan’ın son konuşmasında “Negatif Rıza” meselesinde atıfta bulunduğu Gökhan Bacık’ın temel motivasyonlarını ve entelektüel haysiyetiyle ilgili konuları daha önce kapsamlı olarak ele almıştım. Bu konuya girerek bu yazıda yer işgal etmeyeceğim. Mahçupyan ile organik entelektüeller arasındaki önemli farkı, bu yazıyı bitirdikten sonra daha iyi anlamış olma ihtimalimiz yükselecektir.
Hakikatin ifade şeklini elbette önemsiyorum; bahsettiğim kof bir diklenme değil. Zaten, rızadan isyana giden sekiz aşamayı detaylı olarak ele aldığım bir çalışmayı yaklaşık beş aydır hazırlıyorum ve ne ilginç tesadüftür ki, tam finalize ederken Mahçupyan’ın bahse konu olan konuşmasını izlemiş oldum. Dolayısıyla bu analizi, bahsedeceğim çalışmayla beraber okumanız ya da onu okurken bunu hatırlamanız halinde mesele daha vazıh şekilde anlaşılacak diye düşünüyorum.
Benim için biraz zor olan bu girizgahtan sonra esas meselemize geçebiliriz.
Entelektüel Pragmatizmin Sınırları
Etyen Mahçupyan’ın analitik çerçevesinin detaylı inceleme şansımız olursa, dönemsel gözlemlerin teorik genellemeler haline dönüştürüldüğü bir entelektüel pragmatizm sergilediğini kolaylıkla görebiliyoruz. Elbette kendi içinde mantıklı ve haklı gerekçeleri olabilecek bu yaklaşımın temel sorunu, konjonktürel dinamikleri yapısal açıklamalar olarak sunma eğiliminde yatıyor sanırım.
Bu yaklaşım, Edward Said’in “entelektüelin” tanımında vurguladığı eleştirel mesafe kurma/alma sorumluluğundan uzaklaşarak, hakim güç ilişkilerini “tarihsel zorunluluk” kategorisinde meşrulaştırma riski taşıyor. Entelektüel pratiğin gerektirdiği alternatif imkanları düşünebilme yetisi, yerini mevcut durumu açıklayan deterministik anlatılara bırakabiliyor ne yazık ki!
Tekraren ve önemle ifade edeyim; bu makalenin amacı, Mahçupyan ‘ın teorik çerçevesindeki metodolojik ve epistemolojik sorunları ortaya koymak, dönemsel analiz ile teorik genelleme arasındaki sınırları netleştirmek, başka bir şey değil! Böylelikle, Türkiye’deki siyasal değişimi anlama konusunda daha eleştirel ve çok boyutlu yaklaşımların gerekliliğine işaret etmek mümkün olacağını düşünüyorum.
Konjonktürel Gözlemden Teorik Genellemeye
Bahsi geçen “Değişen devlet mi, rejim mi?” başlıklı youtube kaydına baktığımızda (BKNZ) Mahçupyan ‘ın analitik çerçevesi beş temel tez etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu tezlerin her biri, mevcut dönemsel dinamiklerin teorik genellemeler haline dönüştürülmesi örneğini sergileyebilecek potansiyel taşıması açısından çok ilginç geldi bana. Hadi teker teker bakalım.
Mahçupyan ‘ın temel argümanına göre, Türkiye’de yaşanan dönüşüm sıradan bir rejim değişikliği değil, devletin kendisinin köklü bir metamorfozu. Benim “Devlet değişimi teorisi: İdeoloji+Devlet= Yeni Devlet” şeklinde şematize ettiğim bu tez, devleti iki temel ayak üzerine oturtan kavramsal çerçeveden hareket ediyor: İdeoloji ve rejim.
“Devlet dediğimiz şey iki ayak üzerine oturuyor. Bir tanesi rejim, bir tanesi ideoloji. Şu anda ikisi de değişti” diyen Mahçupyan, bu değişimin “kendiliğinden devlet değişti demek durumunda kalıyoruz” sonucunu doğurduğunu ileri sürüyor. İşte tam da bu noktada giriş faslında izah etmeye çalıştığım düşünce/hayat çatışmasının oluşturduğu ark var sanki. Mahçupyan , Bediüzzaman’ın Lübb/Kışr metaforunda bahsini ettiği, esas merkeze inmeyi riske etmiyor. Zira kabuğu gevelemek belki göreceli bir haz verebiliriz ama esas mesela o kabuğu kırıp çekirdeğe inebilmekte.
Mahçupyan’ın en çarpıcı tezlerinden biri, Türkiye’nin Kemalist ideolojiden İttihatçı ideolojiye “geri dönüş” yaptığı iddiası. Bu argümana göre, “İttihatçılık 1923’ün öncesine giden bir yaklaşım” olarak, AKP döneminde yeniden canlanmıştır. “Tanzimat’tan bu yana bakıyor olsaydık o zaman çok da yadırgayacağımız bir şey değil” ifadesi, bu dönüşümü 1850’den bugüne uzanan bir tarihsel süreklilik içinde değerlendiriyor.
Mahçupyan, mevcut rejimi “bürokrasinin yönettiği, el koyduğu bir rejim” olarak tanımlıyor. Bu bürokrasinin “bir kral ihsası” olarak cumhurbaşkanlığı sistemiyle desteklendiğini, böylece “seçilmişleri en alt kategori haline getiren neredeyse yetkisiz etkisiz bir meclis üreten bir rejim” ortaya çıktığını iddia ediyor.
“2016’da esas rejimin sahibi şu anda bürokrasi.” tespiti, siyasal iktidarın bürokrasi üzerindeki belirleyiciliğini minimize eden bir yaklaşım sergiliyor. Burada yine şuurlu bir ıskalama söz konusu. 17/25 Aralık operasyonlarını (haklı/haksız bulmak meselesinden tamamen bağımsız olarak söylüyorum) sebepleri/sonuçları bağlamında görmeden meseleyi sadece teorik bürokrasi bağlamına çekmek en hafif tabirle indirgemeciliktir kanaatimce.
Mahçupyan gibi bir münevver, özellikle sosyolojide bütünün sadece rasyonel parçalardan oluşmayacağını söylediğini bilmesi gerekir. Ve çok iyi biliyordur bence, dolayısıyla meseleyi sadece “bürokrasi iktidarı” ile izah etmek yanlış olmasa bile eksiktir.
“Türkiye isyan eden bir toplum değil.” tespitinden hareketle geliştirdiği “negatif rıza” kavramı, Mahçupyan’ın belki de en problemli kavramlaştırması. Bu kavramsallaştırma ister istemez, temelde Türk toplumunu tarihsel olarak “itaatkâr” ve “boyun eğici” olarak tanımlayan kültürel deterministik bir yaklaşım sergilemeye götürüyor bizi. Bunu da daha derinlikli bir noktaya bağlıyor. “İstesen de istemesen de razı oluyorsun sonuçta.” yaklaşımını benimseyen Türk toplumunun, “Sünni İslam devletle çok hemhal olmuş, devlete biatı öne çıkartmış olan” bir gelenek taşıdığını iddia ediyor. Devam da ediyor hatta, Latin Amerika ile karşılaştırma yaparak kültürel genellemelere başvuruyor akabinde.
“Latin Amerika’da din bir itiraz ideolojisi. Fakirlerin ideolojisi… Oysa Türkiye’de Sünni İslam devletle çok hemhal olmuş.” diyor.
Bu yaklaşım pek çok açıdan sorunlu. Birincisi olarak, toplumsal rızayı “kültürel gen” gibi değişmez bir özellik olarak sunmak ciddi bir hata. İkinci olarak, tarihsel örnekleri göz ardı ederek toplumsal dinamikleri dondurucu bir determinizmle açıklamaya kalkışmak ise en hafif tabiriyle kolaycılık. Üçüncü olarak, “Türk-İslam” ile “Latin-Hristiyan” arasında oryantalist bir ikili karşıtlık kuruyor ki bu da sıkıntılı ve son olarak, mevcut güç ilişkilerini “kültürel zorunluluk” olarak meşrulaştırma riski taşıması. Yani, “devlet bir grup adi (bayağı) hırsız çetecinin elinde bu hale gelmedi, işin sosyolojisinde ve genlerimizde bu var.” demek gibi bir anlam çıkıyor.
Mahçupyan’ın son tezi ise, mevcut iktidarın “100 seneyi düşünen” (Allah’tan hemen sonra 30 yıl olarak revize ediyor ki arada 3 jenerasyon var!) bir perspektifle “Türkiye yüzyılı” vizyonu geliştirdiği ve bunun gerçekçi bir proje olduğu yönünde bir kanaate sahip. “2,5 milyar Müslümanın bir sesinin olması” bağlamında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’de veto yetkili altıncı ülke olma potansiyeline sahip olduğunu ileri sürüyor.
Bu tezlerin detaylandırmaya geçmeden evvela son diyeceğimizi söyleyeyim. Mahçupyan’ın analitik çerçevesindeki bu tezlerin bazıları kısmen doğruluk içerse de tamamı sorunlu. Bunun için Fernand Braduel isimli bir muhteşem kafaya müracaat etmemiz gerekiyor.
Modern tarih yazımının yönünü değiştiren “Annales ekolü”nün en güçlü temsilcilerinden biridir Fransuz Braduel. (Kendisini 1985’te kaybettik maalesef) Tarihi yalnızca olayların kronolojik sıralanışı olarak değil, katmanlı bir zaman anlayışı içinde ele alması onu farklı kılan unsurlardan biriydi.
İspanya Kralı II. Felipe’nin hükümdarlık döneminde Akdeniz coğrafyasını çok katmanlı bir tarih perspektifiyle incelediği “II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” isimli kitabında (ki Mehmet Ali Kılıçbay’ın muhteşem çevirisiyle 3 cilt halinde Doğu Batı Yayınları’ndan çıkmıştı) Akdeniz coğrafyasını çok katmanlı bir tarihsel perspektifle ele alır.
Kitapta Baudel, Akdeniz dünyasını sadece siyasi mücadeleler veya hükümdarların iradeleri üzerinden değil, coğrafi koşullar, iktisadi yapılar ve kolektif zihniyetlerin yüzyıllar boyu oluşturduğu derin ritimler üzerinden çözümler. Bu yaklaşım, tarihe uzun erimli süreçlerin belirleyici ağırlığını hatırlatan ve sosyal bilimlerin birçok alanına nüfuz eden bir metodoloji geliştirmesi açısından mühim.
Ancak ünlü tarihçinin bence esas biricikliği “Longue Duree” diye bir kavram ortaya atmasıdır. Dilimize tam olarak “Uzun Süreç (Erim)” olarak çevirebileceğimiz bu kavram tarihte hızlı olayların arkasında çok daha yavaş değişen, derin yapılar bulunduğu tezini ifade ediyor. Braudel’e göre günlük siyaset, savaşlar veya hükümdar değişiklikleri kısa vadeli dalgalanmalardır; oysa coğrafyanın dayattığı sınırlar, iklimin ritimleri, üretim biçimleri ya da toplumsal alışkanlıklar yüzyıllar boyunca hemen hiç değişmeden sürer ve toplumların kaderini sessizce şekillendirirler. Yani longue duree, tarihin esas akışını belirleyen bu ağır, yavaş ama kalıcı altyapıyı görmeyi mümkün kılıyor.
Yani, öyle iki somut olaya bakıp “hoppidik” bir stereotipleştirip ellerini çırparak işin içinden çıkmak mümkün değil. Şunu demek istiyorum; tarihin karmaşık çok katmanlı/etmenli yapısını tek boyutlu bir süreklilik anlatısına indirgemek çok mantıklı ve tutarlı değildir.
Devam edeceğiz…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***