Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Medyanın dönüşümü: Cumhuriyet’ten günümüze

İdris Gürsoy


İDRİS GÜRSOY | YORUM 

Türkiye’de medya, demokratik denetim işlevini giderek yitirerek iktidarın bir uzantısı hâline dönüştü. Basın özgürlüğü, anayasal güvence olmaktan çıkıp yalnızca iktidarın izin verdiği sınırlar içinde var olabilen bir ayrıcalığa indirgenmiş durumda. Haberin yerini yorum, yorumun yerini ise çoğu zaman doğrudan propaganda aldı. Kamu yararını önceleyen gazetecilik anlayışı; tiraj, reyting ve algoritma uğruna biçimlenen manipülatif içeriklere evrildi.

Bu dönüşümde dijitalleşme, sosyal medya platformları ve ekonomik kırılganlıkların etkisi yadsınamaz. Ancak medya üzerindeki asıl baskı, siyasal iktidarın mutlak denetim arzusu ve eleştirisiz alan meydana getirme isteğinden kaynaklandı. Gazeteler ve televizyon kanalları ya el değiştirdi ya da ilan, reklam ve kredi mekanizmalarıyla hizaya getirildi. Gazeteciler soru soramaz hale geldi; soranlar ise ya işsiz kaldı ya da cezaevine gönderildi.

Toplum, bu dönüşüme adım adım şahitlik etti. Başlangıçta “bizden olmayanlara” uygulanan baskı, zamanla herkesi kapsayan bir denetim sistemine dönüştü. Medya sustukça hakikat de karartıldı. Gerçeklerin üzeri örtüldü; toplum, yapay tartışmalar ve gündelik kaygılarla meşgul edilerek kolektif hafızasından koparıldı.

Devletle iç içe geçmiş bir medya

Cumhuriyet’in ilk yıllarında gazeteciler neredeyse devlet memuru gibi çalışıyordu. Temel görevleri, yeni rejimin ideolojisini halka anlatmak ve muhalif sesleri susturmaktı. Gazete patronlarının büyük kısmı aynı zamanda CHP milletvekiliydi. Hakkı Tarık Us (Vakit, 1917) ve Yunus Nadi (Cumhuriyet, 1924) gibi isimler, hem siyasetçi hem yayıncı kimliğiyle ön plandaydı.

1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile muhalif basın susturuldu, tek sesli bir medya düzeni oluşturuldu. Gazete sahibi olmak belirli kriterlere bağlandı; “millî güvenliğe aykırı yayın” gerekçesiyle çok sayıda yayın organı kapatıldı. Muhalif gazeteler “rejim düşmanı” ve “vatan haini” ilan edildi. Gazeteciler ağır cezalarla yargılandı, birçoğu tutuklandı.

1931 Basın Kanunu ile medya fiilen Halk Partisi’nin kontrolüne girdi. İsmet İnönü’nün ziyaretlerinin gazetelerin birinci sayfasında fotoğraflı biçimde yayımlanması zorunlu hale getirildi. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nden gelen bir telefonla gazeteler kapatılabiliyordu.

Darbeler ve medyanın rolü

1950’de Demokrat Parti (DP) iktidara geldikten sonra medya alanında görece bir özgürleşme yaşandı. Ancak DP’nin üçüncü döneminde CHP’ye yakın yayınlara yönelik baskılar yeniden arttı.

27 Mayıs 1960 darbesiyle medya, bir kez daha vesayet rejiminin hizmetine sokuldu. Millî Birlik Komitesi, gazetecilere “bağlılık bildirisi” imzalattı. Devletin doğrudan finanse ettiği Öncü Gazetesi darbe ideolojisini yaymak için kuruldu. Darbeye destek veren gazeteciler ödüllendirildi; kimileri yurtdışına ataşe, kimileri meclis üyesi yapıldı. Demokrat Parti’yi destekleyen gazeteler kapatıldı; Zafer gazetesinin matbaası mühürlenip kâğıtlarına el konuldu.

Benzer örnekler sonraki askerî müdahalelerde de tekrarlandı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 süreçlerinde medya, darbeye zemin hazırlayan propaganda faaliyetlerinde aktif rol oynadı. Manşetler operasyonel şekilde belirlendi, kamuoyuna korku pompalanarak müdahale çağrıları yapıldı.

28 Şubat ve medya darbesi

1997’de yaşanan 28 Şubat süreci ise medya üzerinden yürütülen bir psikolojik harekât örneğiydi. Batı Çalışma Grubu tarafından üretilen kaset ve belgeler, büyük medya gruplarına servis edildi. Gazeteler ve televizyonlar, Refahyol hükümetini düşürme hedefiyle yoğun bir karalama kampanyası yürüttü. Medya patronları banka sahibi yapıldı; bir yandan askerî vesayetle işbirliği yapılırken diğer yandan büyük bir ekonomik soygun perde arkasında sürdü.

Bu medya-vesayet ilişkisi zamanla yalnızca askerî otoritelerle değil, seçilmiş iktidarlarla da benzer biçimde kuruldu. Medya artık sadece ulaşılabilir değil, doğrudan yönlendirilebilir bir araç haline geldi. Holdingler, çıkarlarını siyasi ilişkiler üzerinden korumaya yöneldi. İktidara koşulsuz destek sunan medya patronlarına kamu kaynakları, ihaleler, krediler ve reklamlar aktarıldı. Gazeteciler kamu kurumlarına yönetici ya da büyükelçi olarak atandı.

AK Parti dönemi: Tam kontrol

2002’de iktidara gelen AK Parti, medya üzerindeki denetimi yeni bir düzeye taşıdı. TMSF eliyle çok sayıda yayın organına el konuldu. Eleştirel sesler ya susturuldu ya da işsiz bırakıldı. TRT, iktidarın yayın organına dönüştürüldü. Yüzlerce gazete, televizyon, radyo ve haber sitesi kapatıldı; Türkiye, kısa sürede dünyadaki en büyük gazeteci hapishanesi hâline geldi.

Gazetecilik mesleği bugün tarihî bir sınavdan geçiyor. Dışlanan, itibarsızlaştırılan, kriminalize edilen gazetecilere rağmen; hâlâ hakikatin peşinden gitmeyi sürdüren basın mensupları var. Onların varlığı, mesleğin bütünüyle teslim alınmadığını gösteriyor.

Bir demokratik görev olarak basın özgürlüğü

Medyanın dönüşümünü sadece teknolojik evrimle açıklamak mümkün değil. Karşımızda, vatandaş-iktidar ilişkisini yeniden tanımlayan; denetim mekanizmalarını devre dışı bırakan ve hakikatin dolaşımını engelleyen bir sistem var. Bu yapının karşısında durmak, sadece gazetecilerin değil, demokrasiden yana olan her bireyin sorumluluğudur. Zira hakikat, susturulduğunda sadece gazetecilik değil, toplumsal vicdan da susturulmuş olur.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version