Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hêlîn Ümit: Önderliğimiz Meclis’e gelmeli, konuşmalı


HABER MERKEZİ – Meclis’te kurulan komisyonun ürkek hareket ettiğini belirten Hêlîn Ümit, “Kürt tarafında da Kürtler baş müzakereci olarak Önder Apo’yu belirledi. Önder Apo’nun öncelikle bu komisyon tarafından dinlenmesi lazım” dedi. 

 

Kürdistan Özgürlük Hareketi Üyesi Hêlîn Ümit, Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da yaşanan siyasi gelişmeleri Medya Haber Tv’ye değerlendirdi. Kürt sorununun çözümü için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından başlatılan sürecin ilerlediğini belirten Hêlîn Ümit, “Süreç ilerliyor. Özellikle komisyon herkesin dikkat kesildiği bir çalışma. Komisyon çalışmalarını genel süreçten kopuk değerlendirmemek lazım. Önder Apo’nun büyük bir emekle, fedakarlıkla, yoğunlaşmayla, akıl gücüyle geliştirdiği bir sürecin içerisindeyiz. Komisyon kurulması ve komisyonun çalışması da bu sürecin bir parçası oluyor. Geçmişte CHP’nin de talepleri vardı; Meclis’te komisyon kurulsun, Kürt sorunu meclis çatısı altında halledilsin diye. 90’lı yıllardan sonra dile getirdiği bir argüman var ama bunun hayata geçmesini sağlayan yine Önder Apo’nun iradesi ve çabaları oldu. Bu konuyla ilgilenen tüm çevreleri süreci bütünlüklü takip etmeye, izlemeye, yorumlamaya, değerlendirmeye tekrar davet ediyorum.

 

Gerçekten çok tarihi bir dönemden geçiyoruz. Bu ne kadar anlaşılıyor, ne kadar hissediliyor, bunun ne kadar farkındayız? Soru işaretleriyle dolu. Çünkü tarihte böyle anlar, böyle zamanlar her zaman oluşmuyor. Evet, tarihin bir akışı var, gelişmenin bir diyalektiği, bir birikim süreci var. Fakat açığa çıkan emeği, birikimi, yaşananları bir süzgeçten geçirerek insanlık adına, toplum adına, halklar adına bir sıçramaya dönüştürmek ayrı bir deha, ayrı bir zeka istiyor. İşte bu noktada biz Önder Apo’nun gerçekliğini görüyoruz. Eğer biz bugün coğrafyamızda, özellikle Türkiye ve Kürdistan’da bir özgürlük zamanından, bir demokrasi zamanından bahsedebiliyorsak, bunun böyle utangaçça da olsa tartışmalarına girilmişse, kesinlikle bu emekler sayesinde oluyor. Bu anlamıyla herkesin öncelikle bunun hakkını vermesi lazım. Komisyonun kurulması, çalışması konusunda hareketimizin de değerlendirmeleri oldu. Olumludur. Türkiye’deki siyasi partiler ya da hareketler, legal alandaki siyasetin hemen hemen hepsi yer aldı içinde. Sadece Zafer Partisi, İYİ Parti gibi en uçtan kara faşizmi, inkarcılığı savunanlar içinde yer almadı. Tüm araştırmacılar, değerlendirenler, aydınlar komisyonda Türkiye siyasetinin yüzde 98’i ifadesini buluyor. O anlamıyla biz önemli görüyoruz, ciddiye alıyoruz.

 

KOMİSYON ÇALIŞMALARI 

 

Bizim de öngördüğümüz bir çalışmaydı. Neden biz böyle yaklaştık? Bu bir partinin ya da hükümetteki, iktidardaki partilerin sorunu değil; Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren,  yüz yıla yayılan, -biz Kürt Özgürlük Hareketi olarak bir 50 yıllık mücadele dönemimizden bahsediyoruz ama Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Kürt varlığının, kimliğinin inkarından sonra- sürekli isyanlar, çatışmalar oldu. Yani Kürt toplumu Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Cumhuriyet’ten dışlanmalarını hep böyle bir şeyle karşıladılar ve bugüne kadar bu tartışmalarla, bu çatışmalarla, bu şiddet ortamıyla günümüze kadar geldik. Bu anlamıyla, bunun partilere bırakılamayacak kadar önemli bir mesele olmasından kaynaklı bir komisyonda ısrarcı olduk. Yani komisyonun kurulması ve tüm siyasi partilerin bu süreci sahiplenmesi, ortaklaşması gerektiğini savunduk. Şimdi bu çerçevede tartışmalar sürüyor, komisyon çalışmalarını sürdürüyor, çeşitli kesimleri dinlemeye çalışıyor” dedi. 

 

Komisyon çalışmalarında bir ürkeklik halinin görüldüğünü belirten Hêlîn Ümit, şunları belirtti: “Fakat benim görebildiğim şöyle bir durum var: Biraz ürkeklik görüyorum ben komisyon çalışmalarında. Yani bu komisyonun misyonu nedir, görevi nedir diyebiliyorsunuz. Türkiye medyası sürekli gündemde tutuyor. Özellikle bu havuz medyası dediğimiz, iktidara bağlı medya kuruluşları ağırlıkta neyi öne çıkartıyor? Deniliyor ki, bunun demokratikleşme, Kürt sorununun çözümü ve benzeriyle ilişkisi yok, PKK’nin kendini feshetmesi ve silahsızlanma süreciyle ilişkisi var. Yani böyle demokratikleşme mi, silahsızlanma mı bu komisyonun gündeminde olacak şeklinde yürüyen tartışmalar var.

 

Ben bu tartışmaları, tavuk mu yumurtadan çıkmıştır, yumurta mı tavuktan çıkmıştır  şeklinde sol geleneğin yaptığı polemiklere benzetiyorum. Yani silah mı demokrasiyi getirecek, demokrasi mi silahsızlanmayı getirecek; böyle bir durum var.

 

Herkesin şu gerçeklikte yüzleşmesi lazım. Kürt Özgürlük Hareketi’nin 50 yıla varan silahlı mücadelesi, öyle kendiliğinden, bir grubun “biz bu cumhuriyeti reddediyoruz, öfkelendik, dağa çıkıyoruz” diyerek yaptığı bir eylem olmadı. 50 yıldan bahsediyoruz. Cumhuriyetin 100 yıllık tarihinin yarısına damgasını vuran bir direnişten, bir mücadeleden, bir varlık savaşından bahsediyoruz.

 

Demek ki bir sorun var, bir demokratikleşme sorunu var ki bu silah ele alındı. “Silah çözer miydi çözmez miydi” diye tartışanlara Cumhuriyetin kuruluşuna bakmalarını öneriyorum ben. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında eğer Mustafa Kemal, Anadolu ve Mezopotamya’da halklar arasında bir birlik oluşturup silahlı direnişi örgütlemeseydi, acaba bugün Türkiye Cumhuriyeti olur muydu, olmaz mıydı? Demek ki böyle ucuz tartışma yapmamak lazım.

 

Komisyonun da bu gerçekliğe gerçekçi yaklaşması gerekiyor. Eğer bu komisyondan beklenen, içinde bulunduğumuz süreci daha ileri bir aşamaya götürecek bir hukuk paketi oluşturmaksa bu sorulara cevap bulacak tabii ki. Buna yol açan nedenleri ortadan kaldırmadan, sorgulamadan, ortaya koymadan, bunları tartışmadan komisyon neyi tartışabilir? Dediğim gibi bu konuda ürkeklik buradan geliyor.

 

Yani sorunun özüne inmeme riski var gibi geliyor bana. Eğer bu tarihsel ve hassas döneme her zaman ulaşamadığımız gerçekliğiyle yaklaşılırsa, sorumlu siyasetçiler, Türkiye’nin aydınları, demokratları, gerçekten Türkiye’de Kürt ve Türk kardeşliğini, dayanışmasını ve buna dayalı demokrasiyi -komisyonun ismi bu çerçevede oluşturulmuş-isteyenler varsa bu gerçeklerle yüzleşmek zorundalar. Komisyon en azından bu konuda bir ışık tutabilmeli.

 

Yani bu kadar yıla yayılan, Kürt toplumunun her kesiminden; gencinden çocuğuna, kadınından yaşlısına her kesiminden insanı içine alan ve neredeyse her yıla bin şehidi sığdıran bir hareket, öyle ne kolay oluştu, ne öyle kolay direndi. Bazı hareketler var, yıllardır varlık göstermeye çalışıyorlar ama herhangi bir varlık gösteremiyorlar. Çünkü toplumsal gerçekliği, onun gelişimini, onun ihtiyaçlarını doğru okuyamadıkları için öyle oluyor. Ama Kürt Özgürlük Hareketi’nin geçmişi temel bir ihtiyaca cevap verdiği için karşılık buldu.

 

Neydi bu ihtiyaç? Varlık savaşı, varlık mücadelesi. Bu komisyon, doğrudan bir anayasa tartışması yürütemez, böyle bir misyonu yok, belki de yürütmemeli de. Türkiye’nin yeni yüzyılına daha hazırlıklı, daha sağduyulu, gerçekten toplumun birçok kesiminin çok yönlü tartıştığı, sadece mecliste değil toplumda bir tartışmanın açıldığı, bunun alanlarının yaratıldığı bir tartışma iklimiyle bir demokratik anayasanın şekillenmesi en sağlıklı olanı. Meclis komisyonunun bunu sağlayabileceğini düşünmüyorum, fakat bunun önünü açabilir. Çünkü PKK örgütsel varlığını, silahlı mücadele stratejisini sonlandırdı. Ve işte 11 Temmuz’da silahlarını yaktı. Bu çok sembolik bile olsa, anlamı çok yüksek olan bir eylemdi. Mesajları çok güçlüydü. Şimdi Türkiye siyaseti nasıl buna göre şekilleneceğini bilemiyor. Bu konuda böyle ürkeklik, bir tereddüt var. Çünkü her şey; Türkiye’deki siyasal atmosfer, ortam, iktidarı da muhalefeti de buna göre yapılanmış. Tek argüman bu. Toplumu kontrol altında tutmanın da aracına dönüştürülmüş. Yani ‘ülkede bir çatışma var, Kürtler isyan edebilir, ayrılabilir, ülke elden gidebilir, vatan bölünebilir’ diyerek işçinin, kadının, emekçinin, gençlerin geleceği elinden alınmış. Elbette temel gerekçe bu değil ama bunları oturup konuşamıyoruz hala.

 

Şunu çok iyi biliyoruz ki, bu söylemle aslında Türkiye’deki halklar, kesimler, inançlar, insanlar bastırıldılar. Yani bu kadar antidemokratik bir ülke haline geldi Türkiye. O anlamıyla komisyonun böyle bir tarihsel misyona sahip olduğunu bilerek hareket etmesi, çalışması lazım. Evet, bazı şeyler var ama henüz o kıvama geldiğini, o sorumlulukla yaklaşıldığını görmüyorum.”

 

Kürtlerin baş müzakereci olarak Abdullah Öcalan’ı belirlediğini ifade eden Hêlîn Ümit, şöyle devam etti: “Mesela dinlenmesi gereken en temel kesim, Kürt tarafı. Kürt tarafında da Kürtler baş müzakereci olarak Önder Apo’yu belirledi. Önder Apo’nun öncelikle bu komisyon tarafından dinlenmesi lazım. Bir heyet gitsin İmralı’da görüşsün şeklinde de değil. Bu süreç nasıl başladı? Devlet Bahçeli’nin ‘Öcalan gelsin, Meclis’te konuşsun, orada siyaset yapsın’ demesiyle başladı. Bu halen bir laf düzeyindedir. Önderliğimiz elbette ki Meclis’e gelmeli, konuşmalı. Çünkü demokratik toplum ve barış sürecinin, -eğer komisyon ismine sahip çıkacaksa- dayanışmanın, gerçek kardeşliğin ve demokrasinin de mimarı Önder Apo oluyor. O anlamıyla bu konuda henüz herhangi bir gelişme yoktur. Bazı aydınlar, yazarlar çok değerli. İfadelerde bulunuyorlar buna ilişkin. Çünkü şunu biliyorlar: Bu gelişmeler bir özgürlük, bir birlik, bir demokrasi iradesiyle gelişiyor. Kendiliğinden gelişmiyor. Bunu çok iyi görmek lazım. İktidarın sürece yaklaşımının samimiyeti birçok kesim tarafından sorgulanıyor. Birçok kesim, bu sürecin mevcut rejimin artık kesin bir faşizme doğru evriltilmesi için bir şekilde araçsallaştırıldığını düşünüyor. Erdoğan’ın iktidarını kalıcılaştırmaya dönük bir moment olarak değerlendiriliyor birçok kesim tarafından. Haklı olarak değerlendiriliyor. Çünkü tutarsız, yerini bilmeyen bazı duruşlar var.

 

Bunlardan biri, Önder Apo’nun durumu. Aydınlardan tutun akademisyenlere, hukuk çevrelerine, siyasetçilere kadar birçok kesim Önder Apo’yla birebir görüşme talebinde bulunanlar var. Böyle bir gerekliliğin yerine getirilmesi gerektiğini dile getiren yazarlar var. Önder Apo’nun komisyonda mutlaka dinlenmesi gerektiğini ifade etti bazı yazarlar. Hareketinizin de yine bu yönlü ortaya koyduğu bir gerçeklik var. Önder Apo’nun süreci daha ileriye götürme yönlü çalışmalarının önündeki engelleri kaldırmak istemeyişi, bu noktada bir nevi duyarsızlık olarak değerlendirilecek tutumu nasıl değerlendirmek gerekir? Bunun sürece etkileri nedir? Bu nasıl kırılabilir, nasıl gerilebilir? Bu çok önemli bir soru. Hareketimiz ve halkımız açısından esas gündem bu.”

 

Halkın süreci sahiplenmesinde yaşanan sorunların AKP’ye duyulan güvensizlikten kaynaklı olduğuna işaret eden Hêlîn Ümit, “Süreci sahiplenmede, hakikatlerle yüzleşmede, gerçeği sahiplenmede, cesur tartışmada bir ürkeklik, bir kaygı var. Bunun nedeni AKP iktidarı. İki gerçeklikten dolayı bu böyle oluyor. Bir geçmiş var. Yani AKP’nin Kürt toplumuna dayanarak nasıl kendisini kurumlaştırmak istediği bir siyasal süreç yaşadık biz. 2000 sonrası, iktidara gelişi, Kürtlere özgürlük vaadi, gelişen süreçler, o süreçler içerisindeki rolü ve sonra birdenbire, derler ya adeta maskesini atıp kendi gerçek yüzünü ortaya koyan bir AKP-Erdoğan gerçekliğini gördük. Kürt toplumu da gördü, Türk toplumu da. Bakın, şiddet ve zulüm sadece Kürtlere uygulanmıyor diye. Türkiye toplumunun vicdanlı kesiminin de bu konuda daha sorgulayıcı olması gerektiğini ifade etmek istiyorum. Aslında Kürt toplumuna yönelik şiddet, Türk toplumunu yok ediyor. Yani Türkleri eziyor. Türk toplumunun sesi çıkmaz hale geliyor. Korkutuluyor aslında. 24 saat savaş tamtamları, silah reklamları, tutuklamalar, gözaltılar, polis şiddeti… Yani demek istediğim şu: AKP böyle bir sicile sahip. O yüzden herkes biraz ürküyor;  çark etmesinden ürküyor.

 

İkincisi; AKP çok pragmatik bir siyaset yürütüyor. Bu süreci tempolu yürüten Önder Apo’nun hamleleri oldu. AKP ve iktidar cenahı bu konuda hep daha şey kaldı. Niye? Çünkü bölgedeki gelişmelere bakıyor, ona göre pozisyon almak, ona göre konumlanmak istiyor. Fırsat bulursa da Kürtleri yine ezmek istiyor yani. Çünkü buna alışmış, bunun dışında bir siyaset üretemiyor artık mevcut iktidar. Savaş, şiddet, baskı, yumruğumu vururum masaya, herkesi sustururum… Tek adam diktatörlüğü diyor bazıları. Bütün kararlar insanın iki dudağının arasında. Böyle bir siyasal iktidar şekillendi.

 

Bu çok konforlu bir alan. Böyle siyaset yürütmek çok konforlu. O yüzden Trump, Erdoğan’a hayrandır mesela. Putin de belki özeniyor olabilir yani. Putin de benzerdir zaten, o da istihbarat devleti kurdu. Böyle sömürü, böyle tekelleşme, böyle merkezileşme; rahat bir siyasal alan oluşturdu AKP’ye, iktidar gücüne. Şimdi bundan ayrılmak istemiyorlar.

 

Demokrasi zor bir yönetim biçimi. Daha insani, sorumlulukları olan ve paylaşımcı. Herkesin fikrine açık olmayı gerektiren bir siyasal sistem. Onun da ötesinde, toplumun tabandan örgütlenip kendi siyasetini yapar hale gelmesi demek. Ama karşımızdaki zihniyet bu güveni vermiyor. O yüzden komisyondakiler de, komisyona katılanlar da biraz ürkekçe konuşuyorlar. Yarın çark eder; sen bu komisyondaydın şöyle dedin, şunun üyesisin der, tekrar içeri alır. Yani bunun bir garantisi yok ki. Mevcut Türkiye’de yok.

 

ÖNDER APO HAZIRLIKLI OLDUĞU İÇİN ONDAN KORKUYORLAR

 

Diğer yandan, bizim bu sürece bu düzeyde aktif katılmamızın temel nedeni, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünün gerçekleşmesi talebiydi. Bir de “bu süreci yürütecekse Önder Apo yürütecek” dedik. O çerçevede de Önder Apo’nun bizden istediği her türlü adımı attık. Yani bu konuda sorumluluk taşıdık, bilinçli yaklaştık, üzerimize düşen her türlü görevi sorunsuz, eksiksiz yerine getirdik.

 

Fakat şöyle bir şey var. Bir ayı aşkın Önder Apo ile görüşme yoktur. Biz dedik, tecritte biraz çatlama oldu. Evet Önder Apo ailesiyle, DEM heyetiyle görüştü. Bu kadarcık görüşme bile bir dalgalanmaya, bir heyecana, bir umuda, bir yenilenmeye yol açtı. Bu arada adeta duvar çatlaklarından sızan ışıklar gibi yaşam fışkırdı.

 

Şimdi Önder Apo ile görüşmeler, Önder Apo’nun ailesiyle, avukatlarıyla, siyasetçilerle görüşmesiyle artık yetinemeyiz. Bunlar bile izne bağlı. Bir esir statüsü devam ettiriliyor. Araçsallaştırmak işte. Mevcut iktidarın kafasında tek bir şey var; her şeyi nesneleştirebilir. Her şeyi, üzerinde operasyon yapacağı bir olguya dönüştürebilir. O anlamıyla değer algısını, değerleri yerle bir eden bir siyasal sistemden bahsediyoruz. Şimdi bu gerçeklik Önder Apo’ya da böyle yaklaşmaya çalışıyor. Ama bu geriye döner; yani bu tutmaz.

 

Sanki şöyle bir algı yaratmak istiyorlar. ‘Biz istediğimiz zaman konuşturuyoruz, istediğimiz zaman susturuyoruz’ şeklinde bir hava yaratmak istiyorlar. Bu bir özel savaş oyunu. Tekrar ediyorum, bu sürecin mimarı Önder Apo’dur. Bunu bir al-ver ilişkisi içerisinde yapmadı. Kaldı ki Önderliğimiz bir tüccar değil. Bir tüccar kişiliği yok karşılarında; tarihsel bir Önderlik var. Bunu yapmayacakları gibi, herhangi bir dayatma ve baskıyla da ya da kandırma ve kullanma yaklaşımıyla da Önder Apo’yu yönlendiremezler.

 

Peki, niye böyle oluyor? Önder Apo’dan gerçekten biraz korkuyorlar. Çünkü Önder Apo hazırlıklı. Demokratik toplum için hazırlıklı, barış için hazırlıklı, demokratik siyasetin Türkiye’ye egemen olması için hazırlıklı.

 

Cumhuriyetten dışlanan Kürtleri Cumhuriyetle barıştırmak. İşte demokratik entegrasyon dediğimiz olgu bu. Demokratik entegrasyon bizimle ilgili değil. Yani demokratik entegrasyon dediğimiz şey, eli silahlı militanın gelip sisteme girmesi için değil. Kürt toplumunun Cumhuriyeti sahiplenmesi ve asli unsuru haline dönüşmesi için demokratik entegrasyon.

 

Ancak bu konuda halen çok ciddi ayak diretmeler var. Mesela Nezahat Ana’nın dili kabul edilmedi. Nezahat Ana Kürtçe konuştu ve üç nokta. Üç nokta ne anlama geliyor Türkçe’de? Tanımsızlık, belirsizlik anlamına geliyor. Yani belirsiz, bilinmeyen. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, demokratik cumhuriyet, demokratik Türkiye Cumhuriyeti böyle oluşabilir mi? Bu konuda tüm tarafları, herkesi ciddiyete davet ediyorum. Bu çocuk oyuncağı değil ki; 50 bin insan öldü! Şöyle söyleyebilirim. Eğer bu sorun bu sefer de çözülmezse daha kötü, daha sert bir dönem gelir” ifadelerinde bulundu. 

 

BİZ ÖNDERLİĞİMİZİN İMRALI’DAN ÇIKMASINI İSTİYORUZ

 

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere de değinen Hêlîn Ümit, “Ortadoğu kaynıyor. Mesela Türk devleti ‘seçenekleri yok, Kürtler bize mahkûm’ sanıyorsa yanılıyor. Böyle bir durum yok. Sanmıyorlar diye düşünüyorum, o kadar kör olamazlar. 50-60 milyonluk nüfusuyla, dört ülkede, dünyanın her bir yanında bilinçli, kendi varlığını savunan, her yerde yeniden kendi kimliğini inşa edebilecek, varlığını inşa edebilecek bir Kürt varlığı oluşmuştur. Bütün uluslararası güçler; Rusya’sından, Amerika’sına, İsrail’inden, İran’ına herkes bu gücü dikkate almak zorunda. 60 milyonluk bir nüfustan bahsediyoruz.

 

Mesela şimdi Suriye’de bazı etnik yapılara katliam dayatılıyor. Kürtler böyle bir yapı da değil. Nüfus çokluğu, bulundukları coğrafyadaki hâkimiyetleri, burada edindikleri tarihsel kimlik… Yani biraz daha gerçekçi olmaya o anlamda davet ediyorum.

 

Yani Önder Apo’yu bu şekilde ele almak, çeşitli bahanelerle Önder Apo’nun üzerindeki tecridi dönem dönem yoğunlaştırmak, sonra tekrar açmak… Böyle oyunlar artık son bulmalı. Birincisi bu.

 

İkincisi; evet, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü istiyoruz. Biz İmralı soykırım sistemini kabul etmiyoruz. Biz Önderliğimizin İmralı’dan çıkmasını istiyoruz. İmralı sistemine öfke doluyuz, nefret ediyoruz. Evet, Önder Apo İmralı gibi bir yeri bile bir demokrasi, bir barış, bir umut adasına; Türkiye toplumu için, Kürdistan toplumu için, bölge halkları için yeni bir sistemsel çıkışa, bir mekâna dönüştürdü. Bu gerçekten çok kıymetli bir şeydi. Küçücük bir adada o düşünce fırtınasının, o zihinsel patlamanın, o felsefik gelişmenin açığa çıkardığı gerçekliği ne kadar değerlendirsek de az kalır. Yani düşünün, dünya insanlığı çok ciddi bir bunalımda. Kapitalist sistem çökmüş, sosyalist sistemler son yüz yıldır herhangi bir gelişme kat edememiş; demokratik modernite paradigmasıyla insanlığa, ezilenlere, kadınlara, işçilere, gençlere, yani tüm halklara yeni bir alternatif sunuluyor. Bundan daha değerli, daha kutsal bir şey olabilir mi? İşte korku bu noktadan kaynaklanıyor. Ben Önder Apo’ya dönük politikaların, Önder Apo’nun daha fazla etkili olmasından duyulan korkudan kaynaklı uygulandığını düşünüyorum. Fakat sizin vesilenizle, ilgili kesimlere, iktidara, başta da MHP’ye, Devlet Bahçeli’ye, çağrısına sahip çıkmaya davet ediyorum. Çağrısı neydi? “Öcalan gelsin, DEM Parti sıralarında siyaset yapsın” dedi. Onun siyaset yapması ne demektir? Bütün arkadaşlarının da siyaset yapması… Biz Önderliğe katılmışız çünkü. Önderliğin fikri, zikri, eylemi bizim de yolumuzdur. Önderlik bizim yolumuzdur. Bu böyle anlaşılsa iyidir” diye konuştu. 

 

Türkiye’nin Suriye politikalarını eleştiren Hêlîn Ümit, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bir diğer konu, Türk devletinin Suriye politikaları. Suriye’deki gelişmeler önemli. Suriye, bölge politikalarının şekillendiği bir saha konumunda şu anda. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölge dengesi, Sykes-Picot Antlaşması’yla birlikte aslında Suriye üzerinden kurulmuştu. Şimdi çöktü. Yani Orta Doğu bölgesi yine Suriye üzerinden şekillendirilmeye çalışılıyor. Bunun birkaç nedeni var. Enerji yollarının olması, stratejik ilişkiler ağının olması ve benzeri. Yani orayı bir çatışma alanına çevirmiş durumda. Ve dönem dönem sakinleşse de, dışarıya vurulmasa da çok sert bir mücadele var alanda. Mevcut HTŞ yönetimi, Colani’nin hükümeti, etnik yapıları; Dürzileri, Alevileri herkesin gözü önünde katletti. Bunlar tabii medyaya yansıyanlar. Bir de yansımayanlar var. Onları bilemiyoruz.

 

Yaşanan gelişmeler ışığında Suriye halkları, mevcut Colani hükümetine bir şans vermek istedi, bir fırsat tanıdı aslında. Bunu Kürtler de, Hristiyanlar, Asuriler gibi diğer halklar da ifade etti. Yani bir fırsat vermek istediler. Fırsatı da Suriye’de bir ulusal birlik şeklinde tanımladılar.

 

Şimdi mevcut HTŞ ya da Colani yönetimi, Suriye hükümeti, geçici hükümet deyince çok meşru bir şeyden bahsediyormuşuz gibi oluyor ama aslında hiçbir meşruluğu kalmayan, sorgulanan, tepkiyle karşılanan bir şeyden bahsediyoruz. O yüzden çok rahat ifade edemiyorum. Ama tanımlamak için de başka bir şey bulamıyorum.

 

ŞARA FİDAN’IN ETKİSİNDE, ONU DİNLİYOR

 

Fakat Colani hükümeti bunu Sünni Arap bir birlik kurma, tekçilik üzerinden ele aldı. Yani faşizmin hâkimiyetini kurma üzerinden ele aldı. Bu konuda Türkiye-Suriye ilişkileri de dikkat çekicidir. Belli ki Türkiye’nin aklıyla çok hareket etme var. Hakan Fidan zaten oradan ayrılmıyor. Yarı yarıya Suriye diplomasisi yapıyor. Yani nasıl ki Amerikan Büyükelçisi, Amerika’nın Türkiye Büyükelçisi, aynı zamanda Suriye Özel Temsilcisi ise, aslında Hakan Fidan’ın misyonu da benzerdir. Yani ikisi için çalışıyor. Ben böyle görüyor, böyle anlıyorum.

 

O anlamıyla belli ki Ahmet el-Şara fazlasıyla Hakan Fidan’ın etkisi altındadır, onu dinliyor. Bu da kendi sonunu getirecek gibi görünüyor. Niye? Çünkü Suriye’deki yetkililer, Rojava Özerk Yönetimi de sıklıkla açıklama yaptılar. Suriye’yi birlik içinde tutacak olan temel harç, demokrasidir. Yani kimliklerin, inançların birlikte yaşayabileceği bir sistem inşa edebilmeleridir. Kendi sosyolojilerine, toplumsal gerçekliklerine uygun olarak bir birliğin oluşması gerekir. Bu birlik zorla sağlanamaz.

 

QSD’YE TESLİM OLMA DAYATMASI AKIL DIŞIDIR

 

Şimdi Türk ulus devletinin aklı ya da katı ulus devlet aklı diyeyim… Buna Baas aklı da diyebilirsiniz. Baasçılık da böyleydi çünkü. Baas rejimleri de Irak’ta, Suriye’de hâkim oldukları coğrafyalarda böyle bir zora dayalı bir birlik oluşturma yaklaşımı içerisine girdiler. Belli ki bu Baas rejiminin kurumlarını aşamadı Şara. Çünkü hazır olan bir yere kondu.

 

Mesela mevcut bürokrasiyi çok değiştiremediği yönünde tartışmalar var. Elinde zaten yetişmiş bir kadrosu yok. Yani DAİŞ’ten arta kalan, insanlık düşmanı kişilerle kontrolü, -tırnak içinde- güvenliği sağlamaya çalışıyor. Ama onun dışında mevcut eski Suriye’den, yani Baas Suriye’sinden kalan yapılarla birlikte yürüyor. Bunları değiştirme, dönüştürme gücü de görünmüyor. Böyle bir aklı görünmüyor. Böyle bir stratejik akıl yok ortada. Ayak oyunları yaptığını görüyorum. Nasıl? Mesela ilk iktidara geldiği zaman İsrail’e dedi ki, ben seninle karşıtlık yapmayacağım. İran’a karşıtlık yaptı. Batı’yla uzlaşma mesajları veren, böyle bir vitrin olarak, bir makyaj olarak sunan… Ama içte de o milliyetçi, dinci, cinsiyetçi politikalarını adım adım zamana yayarak, fırsat buldukça geliştirmeye çalışan bir çizgi izledi. Önce Alevileri, sonra Dürzileri katliamdan geçirdi. Bu şekilde sonuca varamaz.

 

Kürtleri de tehdit ediyor. Biz Hareket olarak Suriye’nin bütünlüğüne karşı çıkmıyoruz ama hangi Suriye? Milliyetçi, dinci, cinsiyetçi, kadınların ezildiği, sömürüldüğü, köleleştirildiği… İşte Afganistan’da da -tırnak içinde- bir iktidar var. Kadınların odalarındaki pencereler bile kapatıldı. Yani kadınlar odalarında bile ışık alamaz hale geldiler. Yani böyle köleleştiren, kadını tam bir cinsel obje ve kullanım nesnesine dönüştüren, insan olmaktan çıkaran bir düzen var. Suriye’deki halklar, kadınlar, Suriye’deki kadınlar özgürlüğü bilirler. Hem Kürt kadınlar hem Arap kadınlar hem Aleviler bilir. O anlamıyla bu kabul edilebilecek bir şey değil. Eğer olacaksa Suriye’nin bir birliği, bütünlüğü, bu demokratik kriterler çerçevesinde olacak.

 

Bu yönüyle Kürtlerin, Dürzilerin, Alevilerin yan yana gelmelerini, ilişki geliştirmelerini, birbirlerine sahip çıkmalarını, destek olmalarını önemli buluyorum. Sadece farklı etnik yapıları değil, mesela demokratik, muhalif Arap kesimlerini, ezilen Sünni Arapları da sahiplenmek, desteklemek, Arap toplumuna nasıl bir yaşam ve toplum istendiğini anlatmak gerekir. Demokratik Suriye birliğini hatta demokratik Suriye devletini geliştirecek bir yaklaşım…

 

Biz devletçi değiliz. Ben devletin her zaman bir sömürü aracı olduğunu hep söyledim. Tarihsel sosyoloji açısından böyle. Ama olacaksa da öyle olacağı bir sürece giriş yapmak, bunda ısrarcı olmak lazım. Belli ki Dürzi toplumu da, Kürt toplumu da, Alevi toplumu da bunda ısrarcı olacaklar. Çünkü başka türlü var olamazlar, yok olurlar.

 

Böyle bir tablo bana biraz akıl dışı geliyor. Yani QSD’ye teslim olma dayatması, böyle bir tablo içerisinde gerçekten akıl dışıdır. Düşünün; yanı başınızda her gün komşunuzun evinde bir katliam olsun, siz evinizdeki bıçağı, kendinizi savunma araçlarını çöpe atın! Böyle olamaz ki! Sıra sıra geliyor. Ondan çok daha halkların öz savunmasını geliştirmek lazım. Dürzi toplumunun öz savunmasını geliştirmek lazım. Yani halklar kendi kendilerini savunabilirler, birlikte birbirlerini savunabilirler. Buna inanmak gerek.

 

ULUS DEVLETÇİLİK HALKLARI BİRBİRİNE BOĞAZLATIYOR

 

Türk egemen aklı ya da Türkiye’deki sözde bazı aydınlar, yazarlar hep şöyle söylüyorlar: Böyle olursa Lübnanlaşır. Lübnan’da herkesin yeri var. Bakın bir türlü kendisine gelemiyor.

 

Halkların tarihlerinde konfederal temelde birlikte yaşadıkları, birlikte kararlar aldıkları, birlikte demokrasilerini geliştirdikleri çok örnek, güncelde de var. Birçok toplum öyle yaşıyor. Orta Doğu’ya bunu böyle dayatan, aslında Orta Doğu aklı değildir; dışarıdan gelen kapitalist modernitenin saldırıları halkları bu kadar boğazlatıyor. Ulus-devletçilik boğazlatıyor. Yani ne kadar ulus-devletçilikten uzaklaşır, demokratik ulus haline gelmeye başlarsak, Suriye’de de o kadar halkların geleceğini garanti altına almış oluruz. O anlamıyla da QSD’ye dayatılanın bir anlamı yoktur. Onlar da açıklama yaptılar.

 

En son – biliyorsunuz- Suriye’de seçimler olacak. Seçimler için de böyle bir şey oldu. Süveyda’da ve Kuzey ve Doğu Suriye’de seçimlerin olmayacağını açıkladı geçici Suriye hükümeti. Bu ne anlama geliyor? Sünni Arapların tek renk halinde yaşadığı bölgelerde seçimler olacak ve kendini yeniden meşrulaştırmak isteyecek.

 

İşte Süveyda’da -zaten Alevi toplumunun halini şu anda tam bilemiyoruz- o kadar korkunç bir katliamdan geçirildiler ki! Bu, Kürtlerin ve Arapların ortak olarak yaşadığı, özerk sistemi geliştirdikleri bölgelerde toplumun iradesinin yansımaması demek. Aslında bu, halkların iradesinin tanınmaması demektir. Bunu da uluslararası kamuoyunun kabul etmemesi lazım diyeceğim fakat uluslararası toplum diye bir irade ne kadar var? Bu da soru işaretleriyle dolu.

 

SURİYE’DEKİ HALKLAR ÇARESİZ DEĞİL

 

Ne Suriye’deki halklar ne de Kürt halkı çaresiz. Birlik olarak birbirlerini savunabilirler, varlık olabilirler, yeni oluşumlara imza atabilirler, yeni şeyler geliştirebilirler. Böylelikle kendi diplomasilerini de yapabilirler. Ortak diplomasi alanları da oluşturabilirler. Yani hem uluslararası alanda Batı’yla, hem Orta Doğu’daki devletlerle, güçlerle birlikte diplomasi hamlesi yaparlarsa, bence bu faşist dalgayı püskürtme, sınırlandırma, giderek ortadan kaldırma imkânları daha fazla ortaya çıkar. Suriye’de halklar direnmeye ve var olmaya kararlıdır. Yani Dürziler, Kürtler, Aleviler Hristiyanlar, Asuriler, Türkmenler var olmaya kararlı. Evet, Arap halkı…Yani şöyle bir şey olmamalı. Bir şeyi savunmak diğerine karşı olmak değildir. Mesela Arap toplumunu da bilinçlendirmek, sahiplenmek önemlidir.

 

Tam da bu noktada, süreç kapsamında yaşanan gelişmelerden görüldüğü kadarıyla Türkiye’de yaşanan süreçten bağımsız ele alma durumu yoktur, devletin Suriye’deki gelişmelere yaklaştığı itibarıyla. Bir benzeri 2013-2015 arası yürütülen süreçte de yaşanmıştı. O dönemde bir taraftan çözüm süreci Bakur, Kürdistan ve Türkiye’de yürütülürken kolonyal saldırılar vardı DAİŞ üzerinden. Ne zamanki YPG, YPJ savaşçıları, direnişçileri bu saldırıyı kırdılar, ondan sonra Türkiye’de de çözüm sürecinin birdenbire kaldırıldığını, savaşın başlatıldığını gördük. Aslında Türk devleti, benzer bir süreci tekrar uygulamaya çalışır pozisyonda. Hakan Fidan çok ön plana çıkartılıyor.

 

Böyle bir politika var ama Türkiye’de yürütülen süreçten çok da bağımsız değil. Ama şöyle bir durum da var: Suriye’de oluşturulan bir geçici hükümet var. Bunlar çeteci bir grup. Pratiklerini tüm dünya görüyor, biliyor. Ama bunlar Suriye’deki Sünni Müslümanların bile desteğini alabilecek bir kesim değil. Seküler bir toplumsal sosyoloji var Suriye’de. Bunların bile büyük çoğunluğunun, mesela kadınlarının büyük bir çoğunluğunun tepki duyduğu, kaygılandığı, öfkelendiği bir iktidar odağını teşkil ediyor.

 

Yani sürecin sadece Kürtlerle, Kürdistan’la sınırlı olmadığı; OrtaDoğu’yu, Türkiye’yi, Suriye’yi etkilediği görülüyor. Avrupa’da farklı filozofların, yazarların bu konu üzerine verdikleri röportajlar var. Aynı şeyleri vurguluyorlar. Kürt sorunu sadece Kürtlerle sınırlı bir mesele değil; dünyayı ilgilendiren bir mesele diye vurguları var.

 

SURİYE POLİTİKASI DERİN GÜVENSİZLİK YARATIYOR

 

Türkiye’nin Kürt politikasını bir de Suriye üzerinden okumak gerekli. Aslında karşıtlarımız, Türk devleti bunu tersinden bize karşı şöyle yapıyor. Deniliyor ki Kürt Özgürlük Hareketinin ne kadar samimi olduğunu biz Suriye’de göreceğiz. QSD entegre olacak, olmayacak. Elma ile armudu aynı torbaya atarak… Şark kurnazlığı diyeceğim. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar. Türkiye çözümü bir Suriye çözümü değildir. Suriye’nin sosyolojisi ayrı. Yaşananlar ayrı, farklı. Farklı dinamikleri var. Irak’taki ile İran’daki aynı değil. Farklılıkları var. Etnik köken, Kürt gerçekliği aynı ama karşı karşıya kaldıkları iktidarlar, o iktidarlarla yaşadıkları, geçmişleri, yaşadıkları ayrı şeyler. Güncel olarak karşı karşıya kaldıkları problemler ayrı. O anlamıyla böyle bir kurnazlık yapmaya çalışıyorlar. Ama ben şunu söylemek istiyorum bu vesileyle; Türkiye’nin Suriye’de izlediği Kürt politikası bizde çok derin güvensizlik yaratıyor. İnkarcılığı, asimilasyonu teslimiyeti, nesneleştirmeyi gözümüzün içine baka baka dayatıyorlar.

 

Ama ben şunu da söylemek istiyorum. Hiç kimse kendisine mecbur olduğunu düşünmesin. Halkın içinde bir deyim var: ‘Bir kapıyı kapatan Allah diğerini açar’ diye. Bu Ortadoğu’da çok yaygın söylenir.

 

Evet, biz tarihsel gerçekliğimize bağlı olarak Türk-Kürt kardeşliğini yeniden güncellemek istiyoruz. Bunun tarihsel sosyolojimizin bir parçası olduğuna inanıyoruz. Bu coğrafyada öyle varlık bulduğumuzu düşünüyoruz. Ama bu da bir kader değildir. Kimse böyle bir kaderi de kader gibi dayatmıyor. Bilinçle inşa edilecek bir şey. Tarihte de bilinçle inşa edilmiş. Kürtler Türklerle ittifak kurarken ya da Türkler Kürtlerle ittifak kurarken bunu böyle kader diye yapmamışlar; bilinçle yapmışlar. İhtiyaç üzerinden, bir gerçekliğe dayanarak yapmışlar. Şimdi tarih bizi yeniden çağırıyor. Bunu herkes bilsin.

 

BAZILARI BU SÜREÇTEN NEMALANMAYA ÇALIŞIYOR

 

Avrupalı aydınların bir kesimi yaşanan sistemsel tıkanıklığı görerek çare, çözüm arıyorlar. Son elli yıldır kapitalist sistem, kapitalist modernite sonrasına ilişkin bir arayış var. Fakat pratikte bir gelişme çok açığa çıkarılamadı. Şimdi de şöyle bir şey var: Artık hemen hemen tüm parametrelerde insanlık toplumu tehlike çanları çalıyor. Ekolojik olarak, toplumdaki cinsiyetçiliğin aldığı hal bakımından tehlike çanları çalıyor. Sınıfsal yarılma çok derinleşti. Dünyada bir avuç zengin, dünyanın bütün zenginliklerine ulus ötesi sermaye dalgalarıyla el koyuyor. Yani bu korkunç bir sömürü, açlık, sefalet… Böyle bir yarılma. Kapitalizmin ilericilik olarak sunduğu modernitenin ileri yaşam olarak sunduğu yaşam formları çöktü. Ahlaki çöküntü çok fazla yaşanıyor.

 

ROJAVA DEVRİMİ 

 

Tüm bu nedenlerden dolayı gerçekten vicdanlı insanlar, aydınlar bir arayış içerisindeler ve dönüp dönüp yeniden Ortadoğu’ya, insanlığın beşiği Kürdistan’a dönüyorlar. Burada Önder Apo’nun fikirleriyle tanışıyorlar ve etkileniyorlar. Mesela Rojava’da gerçekleşen devrimi bazıları küçük, az, yetersiz görebilir, eksiklikleri olabilir. Ama bir halkın kendi direnişiyle, emeği ve çabasıyla eşit, özgür, demokratik temelde kurduğu bir özerk yapıdan bahsediyoruz. Bir komünal yaşam sisteminden, bir meclisleşmeden bahsediyoruz. Eksiklikleri olabilir, yetersizlikleri olabilir ama Önderliğimizin çok güzel bir sözü var: “Sonuçta her özgürlük adımı bir denemedir. Eğer yeni bir şeye başlıyorsanız o bir denemedir.” Yani o anlamıyla özgürlüğe adım atılıyor. Bundan gerçekten dünya halkları, dünya insanları büyük heyecan duyuyor. Kürt çözümü, Kürdistan çözümü evrensel çözümdür. Çünkü dikkat edin, egemen sınıflar da, yani kapitalizmin kendisi de bunun anlamını burada görüyor, çözümü burada arıyor. Kendi yöntemiyle devletleri bölerek, hâkimiyet alanını genişleterek, enerji alanlarına konarak, buradaki kültürü elimine ederek, asimile etmeye çalışarak, kendisinr eklemlemeye çalışarak var olmaya çalışıyor. Yüzyıldır bunun için uğraşıyor; hâlâ başaramadı. Ve bu bir umut kaynağı. Aydınlar için bir umut kaynağı.

 

O anlamıyla daha fazla anlatmak lazım, daha fazla halklara taşırmak lazım, aydınlarla daha fazla buluşmak lazım. Onlara daha fazla kulak kabartmak lazım. Onların da yaşadığı bir demokrasi deneyimi var. Yani Batı’da yaşanan bir demokrasi deneyimi var. Oradaki deneyimleri bilenler, Önderliğimizin başlattığı demokratik toplum ve barış adımlarını çok değerli buluyorlar. Çok gerçekçi buluyorlar, çok çarpıcı buluyorlar. Desteklenmesini istiyorlar, katılıyorlar. Ama bizim yanı başımızdaki bazı aydınlar, kendine solcu, muhalefet diyenler, adeta sinekten yağ çıkartırcasına, neresinde bir kusur olabilir diye tırtıklayıp duruyorlar.”

 

PARTİLERİN SÜRECE YAKLAŞIMI 

 

Sürece dair sosyalist partilerin tutumlarını değerlendiren Hêlîn Ümit, “Herkesi töhmet altında bırakmak için söylemiyorum. Ama önemli bir kesim; mesela sol sosyalist kesim, Türkiye solcuları, Türkiyeli devrimciler, gerek DEM Parti’nin içerisinde, gerek onun dışında süreci sahiplendiler, desteklediler. Türkiye’nin demokratikleşmesinin, Kürt sorununun çözümünden geçtiğini görüyorlar. Böyle olursa aslında sınıfsal sorunlara, kadın sorunlarına, ekolojik sorunlara, toplumumuzun sorunlarına daha fazla yoğunlaşabileceğimizi, bunun mücadelesini daha fazla verebileceğimizi, gelir dağılımının daha dengeli hale getirilebileceğini düşünüyorlar, inanıyorlar ve sahipleniyorlar.

 

Ama bazıları da var, şimdiye kadar cumhuriyet karşıtıdır, devlet yanlısıdır… Yani bu hamle sonrası TKP’nin bir bildirisi de oldu. Yani kendilerinin bile savunamadığı bir bildiri hazırladılar. Kendileri bile aslında çok savunamıyorlar. Yani Özgürlük Hareketi’nin, Önderliğimizin attığı bu tarihsel adımları nasıl karalayabilirler ki? Bir Lozan tartışması tutturmuş gidiyorlar. Yani niye bu kadar fetişçilik, niye bu kadar sabit fikirlik? Devletler, uluslar, inşa edilmiş gerçekler tabu değil ki! Her şey tartışılabilir.

 

Önder Apo’nun şu değerlendirmesi vardır: Biz Lozan’a karşı çıkmıyoruz esasında. Yani şöyle: Lozan uygulanmadı tam anlamıyla, hakkıyla uygulanmadı mesela. Kürtler parçalandı, daha ağır bir şeye mahkûm oldu. Yine hakları… Cumhuriyeti oluşturan halklar, -azınlık hakları diyorlardı; ben o kavramı kullanmak istemiyorum çünkü Kürtler azınlık değil- asli unsur olarak inkâr edildiler. Nasıl bu anlaşmayı Kürtler adına bir komünist parti, yani adı komünizm olan bir parti savunabilir?

 

Son olarak da şunu söyleyeceğim: Herhalde Marksistlerin en çok savundukları şey, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesidir. Yani ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi ayrılıkçılık mıdır? Yani bir halkın iradesi demokratik ulusu savunursa, birlikte yaşamayı savunursa, bu onun iradesi olamaz mı?

 

Yani belli ki bu süreçten bazıları da öyle nemalanmak istiyor. Yani biz Kürt hareketini bölebilir miyiz, kafası karışık olanları yanımıza çekebilir miyiz, biraz bize de şey düşebilir mi diye düşünenler var demek ki. Yoksa her vicdanlı aydın, sol sosyalist bilir ki, Önderliğimizin Marksizm’e dönük eleştirileri var. Önderliğimizin demokratik toplum sosyalizmi olarak tanımladığı yeni bir çıkış, sosyalizme getirdiği yeni bir yorum var, tarihsel sosyolojiye ilişkin yeni değerlendirmeleri var. Bunlar tartışılabilir. Anlaşılmak için tartışılabilir. Bazı şeyler anlaşılmamış olabilir, karşı çıkılabilir. Bunlar yoldaşlık hukuku çerçevesinde, karşılıklı saygı çerçevesinde tartışılabilir. Fakat Türkiye halklarının onurlu geleceğini yaratacak böyle bir adımı, böyle bir uçurum metaforuyla ifade etmek, ona karşı savaşacağını söylemek, yani tam bir toplumun reddettiği, marjinal kıldığı, kabullenmediği, tek bir oy vermediği klasik sol duruşudur.

 

DEMOKRATİK TOPLUM, EYLEM İÇİNDE OLAN TOPLUMDUR

 

Son olarak da şunu söyleyebilirim: Bu sürecin en temel risklerinden bir tanesi, herkesi beklentiye koymasıdır. Umut anlamında ise iyidir. Mesela umudu büyütmek, geleceğe dair hayaller kurabilmek, yeni ilişkilere yönelmek, yeni insanlarla tanışmak, yeni birlikler oluşturmak, komünler oluşturmak.

 

Fakat beklemek anlamında, pasif bir tutum anlamında beklenti olursa kötüdür. Ben bu vesileyle başta Kürt halkını, kadınları, gençleri, aydınları, özellikle de Türkiye’deki sol sosyalist çevreleri, Türkiye’deki duyarlı insanları süreci sahiplenmeye ve aktif eylemsellik içerisinde olmaya çağırıyorum. Demokratik toplum eylem içinde olan toplumdur. Demokratik toplum pasif toplum değildir. Demokratik toplum tartışan, bir araya gelen, hakkını arayan, söyleyen, bunun için kavga eden toplumdur.

 

Mesela bazı şeyler yapılıyor Kürdistan’da. Wan’da miting oldu. İyiydi, fakat daha iyi olabilirdi. Ben katılan herkesi kutluyorum. Fakat daha kitlesel mitingler, yürüyüşler olabilir. Gençliğin özellikle özel savaş saldırılarına karşı mücadelesi daha görünür hale gelebilir. Kültürel etkinlikler daha fazla olabilir. İşte Nezahat Ana’dan bahsettik ama madem böyle, her yerde Kürtçe konuşma, tüm resmi kurumlarda bunun seferberliği olabilir. Dil, tarih kurumları kurulabilir. Artık bekleme döneminde değiliz; onu söylemek istiyorum.

 

Bakın, bu sürecin gelişmesiyle birlikte hemen yeni bir tarih tezi attılar. Neymiş? Kürtler ve Türkler, Anadolu ve Mezopotamya’ya aynı tarihte girmişler. O yüzden birlikte hareket etmişler. Bir tarihsel inkârcılık var. Demek ki her alanda çalışmak, mücadele etmek lazım. En fazla da işte kader belirleyici dediğimiz, geleceğimizi belirlediğimiz, geleceğimizi oluşturan anlar. Oluşum anları hassas anlardır. O dönemde nasıl bir çerçeve çizerseniz, geleceğe öyle kalır.

 

Şimdi biz yeni Türkiye’yi, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşmesini tartışıyoruz. Bu çerçevede herkesi sorumlulukla yaklaşmaya ve sürece katılmaya çağırıyorum. Biz de böyle yapacağız. Biz de bu duyguyla, bu yaklaşımla katılmayı sürdüreceğiz” ifadelerinde bulundu. 

Kaynak: Mezopotamya Ajansı.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version