Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Tahran düşer mi?

Yüksel Durgut


YÜKSEL DURGUT | YORUM

İran ile İsrail, birbirine çok benziyor. Her iki devlet de kendini kuşatılmış görüyor. Dini kimlikleriyle kendilerini ‘öteki’ konumunda tutuyorlar. Arap dünyasına kıyasla kendilerini kültürel ve medeni üstünlük sahibi sayıyorlar.

“İki ülkenin yakınlığından doğan bir düşmanlık var!” diyor siyasi analist Trita Parsi bir kitabında. İranlılar da İsrailliler de günlük hayatlarında sık sık, “Araplar bize tuzak kuruyor.” diye düşünüyor. Yani nefretlerini karşılıklı kusuyorlar.

Bu nefretin kökleri derinde. Irak’ta Baas rejimi döneminde, Saddam Hüseyin’in yükselişiyle birlikte, devlet ideolojisinin bir parçası haline gelen ve eğitim müfredatına bile giren çarpık bir fikir vardı: “Allah’ın yaratmaması gereken üç şey: Farslar, Yahudiler ve sinekler.”

Saddam Hüseyin’in akrabası Hayrullah Tulfah tarafından yazılan bu kitap, uzun yıllar boyunca Irak’ta resmi propaganda aracı olarak okutuldu. Her iki ulusa da sistematik bir nefret kusuyordu.

İsrail’in Araplara yönelik küçümsemesi herkes tarafından bilinen bir gerçek. Ancak İran’a bakışı farklıydı. Persleri kendine eşit görüyordu. Bu bakış, İranlı yetkililer tarafından da zaman zaman açık şekilde dile getiriliyordu. Tarihin ironisi, bu eşitlik duygusunun, İran-Irak Savaşı sırasında tuhaf bir askeri ittifaka yol açtı.

Nitekim İsrail, 1981’de, Saddam’ın nükleer tesislerini vurmak ve Osirak baskını için doğrudan İran istihbaratıyla işbirliği yaptı. Ta ki İran, ABD’nin de dahil olduğu tüm uluslararası toplumun desteklediği Irak’ı mağlup edene kadar… Bu zaferin ardından, Ortadoğu hegemonyası için mücadele eden iki ölümcül düşmana dönüştüler.

Aslında her iki ülkenin de temelinde yatan ortak bir psikoloji vardı; sadece kendilerine güvenebilecekleri inancı. Bu, coğrafi ve politik gerçeklerle kuşatılmış İran için bir zorunluluktu.

İsrail içinse durum farklıydı; dünyanın tek süper gücü ABD’nin koşulsuz stratejik müttefiki olmanın avantajını kullandı. Ancak Holokost’un travmatik mirası, İsraillilerin derinlerdeki ‘tek başına kalma’ korkusunu beslemeye devam etti. Bu ortaklık, askeri ve ekonomik gelişmeyi kutsal bir hedef haline getirdi. Fakat İran için bu yol, acımasız uluslararası yaptırımlar yüzünden çok zorlu ve sancılı geçti.

“İran’ın nükleer bomba yapmasına bir adım kaldı!” söylentileri, diplomasi koridorlarında 30 yıldır dönüp duran bir şehir efsanesine dönüştü. Bu kez de sahne aynı. Netanyahu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) uyduruk ihlal kararını yok sayarak, “Saniyeler kaldı!” diyerek düğmeye bastı.

Ancak gerçekler öyle değil. İran, bölgenin en güçlü devletlerinden biri olarak konvansiyonel askeri üstünlüğüyle yetinmeyi tercih etti. Nükleer silahlardan arındırılmış bir Ortadoğu’yu stratejik hedef olarak istedi. Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın net ifadesi: “Nükleer silah hedefimiz yok; ancak enerji ve bilim hakkımızdan vazgeçmeyeceğiz.”

İran’ın asıl trajik hatası, Batı’nın bu niyetine rağmen hep müzakere kapısını açık tutması oldu.

ABD’nin 2003 yılında Bağdat’ı işgal edip sıranın kendilerine geleceğini anlayan İran, Washington’a tarihin en radikal uzlaşma teklifini sundu. Filistin direnişine desteği sonlandırmayı, Malezya ve Pakistan modeliyle İsrail’i tanımadan işgale karşı silahlı mücadeleyi terk etmeyi, Hizbullah’ı siyasete hapsederek silahsızlandırmayı ve en çarpıcısı nükleer programı tamamen tasfiye edip denetime açmayı taahhüt ettiler.

Karşılığında, ülkeyi sanayi çölüne çeviren yaptırımların kalkmasını istediler. Ancak Washington’un cevabı, diplomasi tarihine kara leke olarak geçti: “Kötülerle aynı masaya oturmayız!” 

Bu cevap İran’ın kaderini değiştirdi. ABD öncülüğündeki pakta karşı ideolojik savaş açtı. Filistin davasını bayraklaştırdı, silahlı gruplara koşulsuz yardım etti. Enerji ihtiyacını gerekçe göstererek uranyum zenginleştirmeyi meşrulaştırma kılıfına sığındı.

2005’te İsrail Genelkurmay Başkanı Halutz’a, “İran’ın nükleer programını durdurmak için ne kadar ileri gidersiniz?” sorusu yöneltildiğinde, şu cevabı vermişti: “İki bin kilometre.”

Tel Aviv-Tahran mesafesiydi bu. Bugün o mesafe, İsrail bombalarının yarattığı hasarlarla ölçülüyor.

İran’da rejim değişikliği senaryosu Batı’nın defterinde yıllardır yer alıyor. Eski NATO Komutanı Wesley Clark’ın 2001’de ifşa ettiği ve gözden kaçmaması gereken bir olay var: “Bush yönetimi 7 Müslüman ülkeyi parçalamayı planlıyordu: “Irak, İran, Somali, Suriye, Lübnan, Sudan ve Libya.”

Büyük güçlerin askeri müdahaleleri, bu listedekilerin neredeyse tamamını devirdi. Direnen tek ülke kaldı: İran…

Bugün bombalar Tahran’ı vururken, bu savaşın sonunda iki yol var; İran, füzelerini İsrail’e göndermeye devam ederken, Rus-Çin diplomasisinin müdahalesiyle masaya oturulmasını sağlayabilir; ya da İran rejimi dayanamaz ve yıkılır.

İşte o an İsrail’in zafer çığlığı başlar. Fars topraklarına kukla bir rejim oturtulur. Körfez monarşileri rahatlar. Ve nihayet İsrail’in sınırlarını çizdiği, ordusuz, dış politikasını Tel Aviv’in yönettiği hadım edilmiş bir Filistin devletçiği ilan edilir. Buna da barış denilir!

Şimdilik, gökyüzünde uçuşan füzelere direnen İran, büyük bir sınav veriyor. Bu mücadeleyi ne kadar sürdürebileceğini, birkaç gün içinde birlikte öğreneceğiz…

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version