Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Etkin pişmanlık: Biat çağrısının yargısal maskesi

Etkin pişmanlık: Biat çağrısının yargısal maskesi


AV. NURULLAH ALBAYRAK | YORUM

Uluslararası alanda baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı, sınırımızın hemen ötesinde İsrail–İran savaşı ihtimalinin gerçeğe dönüştüğü bir dönemde, Türkiye’deki politik atmosferi ve özellikle iktidarın hukuk anlayışını açıkça ortaya koyan gelişmelere şahit oluyoruz. 18 Haziran 2025 Salı günü yapılan AKP grup toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan, ana muhalefet partisini hedef aldığı konuşmasında şöyle bir ifade kullandı: “Sayın Özel ve CHP yönetiminin, yanlışta ısrar etmekten vazgeçip etkin pişmanlıktan faydalanması gerektiğine inanıyoruz. Bunun vakti çoktan gelmiştir.”

İktidar medyası da Erdoğan gibi hep bir ağızdan ‘etkin pişmanlık’ güzellemeleri yapmaya devam ediyor. Bu sözler ve yaklaşım yalnızca siyasi bir polemik değil; aynı zamanda iktidarın yargı gücünü nasıl bir politik biat aracına dönüştürdüğünün açık bir göstergesi.

Benzer bir dili, siyasi iktidarın yürüttüğü “Cemaat’le mücadele” sürecinde de gördük ve görmeye devam ediyoruz. Hukuki süreçlerin özünden koparıldığı, itirafçılığın teşvik edildiği, delilin yerini “etkin pişmanlık beyanlarının” aldığı, terör suçlamasının silah olarak kullanıldığı bir süreç. Şimdi aynı yaklaşım, ana muhalefet partisine de yöneltiliyor.

“Etkin Pişmanlık” ve İktidarın Dil Stratejisi

Tarih, demokrasinin gelişemediği ya da zamanla gerilediği ülkelerde otoriter gücün sadece kaba kuvvet, sansür ve yargı sopasıyla değil, aynı zamanda dille hükmettiğini de anlatıyor.
Bu tür rejimlerde, gücü elinde tutanlar sadece fiziksel baskı araçlarını değil, söylemi de bir araca dönüştürür. Muhalefeti çerçevelemek, kamusal anlatıyı kontrol etmek ve kendi lehlerine ahlaki hiyerarşiler kurmak için dili ve söylemi de kullanır.

Ne zaman ki iktidarın politik, ekonomik, diplomatik ya da kültürel düzeyde ortaya koyacak bir projesi kalmaz, işte o zaman icraatın yerini söylem alır. Dil, sadece düşünceyi ifade etme aracı olmaktan çıkar, doğrudan bir yönetme pratiğine dönüşür. Krizin yönetiminde propaganda, manipülasyon ve hedef gösterme söylemi; yargıdan daha hızlı, polisten daha etkili bir araç haline gelir. Bu tür zamanlarda iletişim başkanlığı yapısı ön plana çıkar.

Tam da bu çerçevede, siyasi iktidarın muhalif aktörleri — birey, grup ya da parti fark etmeksizin — kriminal ya da “terörist” olarak etiketlemesi, ardından da “etkin pişmanlık” talep etmesi, yalnızca bir söylem oyunu değildir. Bu tavır, doğrudan demokrasiye, hukuka ve insan onuruna yönelmiş sistematik bir saldırıdır.

Söylem meselesini en derinlikli biçimde analiz eden isimlerden Michel Foucault, iktidarın yalnızca baskıcı değil, aynı zamanda üretici olduğunu söyler. Foucault’ya göre iktidar, yalnızca özneleri şekillendirmekle kalmaz, kimin neyi, ne zaman ve nasıl söyleyebileceğini de düzenler.

Bu perspektiften bakıldığında, siyasi iktidarın muhalif aktörlerden “etkin pişmanlık” talep etmesi, klasik anlamda bir cezalandırma stratejisinden ibaret değildir. Aksine, bu stratejiyle iktidar, yalnızca muhalifleri kriminalize etmeyi değil, aynı zamanda onları kamusal alandan, ahlaki topluluklardan ve meşru temsil alanlarından dışlamayı hedefler. Etiketlenen birey artık sadece “suçlu” değil, aynı zamanda dışlanmış, itibarsızlaştırılmış, susturulması gereken bir figür haline gelir.

Bu noktada Hannah Arendt’in totaliter rejim analizleri yol göstericidir. Arendt, hukukun üstünlüğünün ortadan kalktığı rejimlerde bireylerin eylemleriyle değil, kimlikleriyle yargılandığını, suçun somut delillerle değil, keyfi sınıflandırmalarla tanımlandığını anlatır. Böyle rejimlerde “etkin pişmanlık” gibi söylemler, hukuki süreçlerin değil, bir tür teslimiyet ritüelinin parçasıdır.

Bugün Türkiye’de siyasi iktidarın, ana muhalefet partisine yönelttiği “etkin pişmanlık” çağrısının ardında yatan da tam olarak budur: Muhalefeti hukuken değil, sembolik olarak diz çöktürmek ve tüm toplumun önünde bir itaat gösterisine zorlamaktır.

Bu, artık sadece bir dil meselesi değil, demokrasiyle otoriterlik arasındaki çizginin kalınlaştığı bir eşiktir. O çizgide durmak ya da ona teslim olmak ise artık yalnızca siyasi değil, ahlaki bir tercihtir.

Adalet sisteminin ve hukukun sağlıklı işlediği ülkelerde, demokratik düzen; hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü ve insan onuruna saygı gibi temel ilkelere dayanır.

Buna karşın, demokrasiden uzaklaşan rejimlerde adil yargılamanın yerini suçlama, liyakatin yerini sadakat alır; muhalif olmak ise “suçlu”, “kriminal” ya da “terörist” olmakla eşdeğer hale gelir.

Tarihte bunun birçok örneği yaşanmıştır. Stalin döneminin Sovyetler Birliği’nde ya da McCarthy döneminin Amerika’sında muhaliflerin benzer yöntemlerle bastırıldığı, bu tür uygulamaların toplumları nasıl tehlikeli yerlere sürüklediği bilinmektedir.

Bugün Türkiye’de yaşanan tam da budur: Siyasi iktidarın, siyasi suçlulara ve ana muhalefet partisine yönelttiği “etkin pişmanlık” çağrısı, demokratik katılımın değil, otoriter bir “teslimiyet ritüelinin” güncel ve tehlikeli bir tezahürüdür.

McCarthy döneminde, suç isnadıyla baskı altına alınan pek çok sanatçı, aydın ve yazar, ifade vermeye çağrıldıklarında cesurca tek bir cümleyle yanıt verdi: “Sizinle işbirliği yapmayacağım.”

Bugün de “etkin pişmanlık” adı altında talep edilen şey; siyasal bir sadakat yeminidir.

Ve bu talebe karşı, “Sizinle işbirliği yapmayacağız. Demokrasiden, hukuktan ve onurumuzdan vazgeçmeyeceğiz.” diyebilmeli…

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version