Selva Demiralp
Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
Biz iktisatçılar ekonomik sorunları anlatırken günlük hayattan benzetmelere yer vermeyi severiz.
Çoğu zaman bu benzetmeler sağlıktan, bazen de deprem ya da fırtına gibi doğal afetlerden gelir.
23 Nisan sabahı kaleme aldığım bu yazıya “19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası yaşananlar piyasalarda bir deprem yarattı” diyerek başlamayı planlarken saat 12:50’de İstanbul’da yaşadığımız 6.2 şiddetindeki deprem hepimizi kelimenin her anlamıyla sarstı.
Bu kısa hatırlatmanın ardından yazının esas odağına, yani 19 Mart sonrası ekonomik gelişmelere ve beklentilere dönmek istiyorum.
Yaklaşık bir ay önce, 19 Mart tarihinde Ekrem İmamoğlu‘nun gözaltına alınması sonrası yaşanan siyasi gerilimin hemen ardından acil bir toplantı ile faiz koridorunun üst bandını 350 baz puan artıran Merkez Bankası, 17 Nisan’daki toplantısında politika faizini 3 puan artırarak Aralık sonrası başlatılan faiz indirimi döngüsüne ara vermiş olduğunu teyit etti.
Bu adım, yalnızca para politikasının yön değişikliğine değil, aynı zamanda Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla artan siyasi tansiyonun ve bu gerginliğin ekonomik etkilerinin tahmin edilenden daha kalıcı olacağına işaret ediyor.
Merkez Bankası’nın son bir ayda iki seneye yakın sürede biriktirdiği 65 milyar dolara yakın olan swap hariç net rezervlerinin 50 milyar dolarını piyasaya sürdüğü tahmin ediliyor.
Bu durum ekonomik güven kaybını ve artan dolarizasyonu çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
Koç Üniversitesi çatısı altında hazırladığımız hane halkı enflasyon beklenti anketinde de bu eğilimi gözlemleyebiliyoruz.
Yaklaşık 1600 kişinin katıldığı ankette katılımcılara sorduğumuz bir soru, önümüzdeki 12 aylık dönemde tasarruflarını ne şekilde değerlendirecekleri.
Bu soruya Mart ve Nisan ayında verilen cevapları karşılaştırdığımızda yaşanan siyasi kriz sonrasında genel olarak tasarruf tercihlerinde bir artış gözlemliyoruz.
Geleneksel olarak Türkiye’de en popüler tasarruf araçlarından biri olan altına ilave olarak Nisan ayında döviz tercihindeki %13’lük artış dikkat çekici.
Aynı zamanda, TL mevduata yönelim de % 8 artmış olup bu durum Merkez Bankası’nın faiz artışının dövize kaçışı bir nebze sınırlayabildiğini gösteriyor.
Genel olarak hane halkının artan risklere karşı yeniden hem faiz getirisi hem de “güvenli liman” motivasyonuyla hareket ettiğini görüyoruz.
Yumuşak iniş hâlâ mümkün mü?
Aralık ayında başlayan ve üç ay art arda gelen faiz indirimleriyle politika faizi %50’den %42,5’e gerilemişti. Bugün ise yeniden %49’a yükselmiş durumda.
Yani bir bakıma başladığımız noktaya dönmüş gibiyiz.
Ama tam da aynı yere geri gelmiş değiliz. Aralık ayına kıyasla, uluslararası rezervlerde ciddi bir erime, enflasyon beklentilerinde bozulma, sermaye çıkışları ve önemli ölçüde güven kaybı söz konusu.
Buradaki temel soru, Türkiye ekonomisinin ikinci bir “acı reçete” dönemine hazır olup olmadığı.
Aralık ayındaki faiz indirimlerinin nedeni, enflasyon görünümündeki iyileşmeden çok, reel ekonomide artan baskılara verilen bir yanıt gibi görünüyordu.
Enflasyon patikası faiz indirimlerine elverişli değildi. Nitekim Merkez Bankası’nın 19 Mart öncesinde % 24 olarak belirlediği 2025 sonu enflasyon beklentisi, o dönem için dahi iyimser kalıyordu ve revizyon bekleniyordu.
Bu hedefle uyumlu olduğu varsayılan ve enflasyon raporundaki çıktı açığı grafiğine göre ima edilen %1,5 civarındaki büyüme tahmini ise oldukça iddialı ve Türkiye siyasi ortamında kolay kabul görmeyecek bir yavaşlama patikasıydı.
Reel kesimi koruma amacı ile başlamış bir “kemer gevşetme” süreci 19 Mart sonrası tekrar bir kemer sıkma dönemine dönüştü.
Bu sürecin ne kadar devam edeceği, reel sektörün ne kadar dayanabileceği ve nasıl sonuç vereceği büyük ölçüde siyasi tansiyonun seyrine bağlı olacak.
Bankacılık sektöründe kâr marjları daralıyor
Mevcut veriler iyimser bir tablo sunmuyor. Faiz artışlarıyla birlikte bankacılık sektöründe kâr marjları tekrar daralıyor.
Mevduat faizlerindeki artışın tasarruf tercihlerine etkisini anketimiz bağlamında özetlemiştim. Kredi faizlerindeki yükselişin ise biraz daha gecikmeli yansıması bekleniyor.
Peki reel ekonomi buna nasıl tepki verir? 2025’in ilk çeyreğinde 583 konkordato başvurusu yapılmış olması, 2024 yılı toplamındaki 1.723 başvurunun üçte birine şimdiden ulaşıldığını gösteriyor.
Tüketici kredilerindeki sorunlu kredi oranı dünya standartlarına göre hâlâ düşük olsa da yukarı yönlü bir trend içinde ve son verilerle %3,5–4 seviyelerine dayanmış durumda.
İçeride bu gelişmeler yaşanırken, dış dinamikleri de göz ardı edemeyiz.
ABD Başkanı Trump’ın tarifeler konusundaki çelişkili söylemleri, küresel bir resesyon riskini artırıyor. Böyle bir durumda Türkiye de diğer ülkeler gibi olumsuz etkilenecektir.
Uzun vadede küresel ticaret ağları yeniden şekillenebilir ve Türkiye bu süreçte kendine daha avantajlı bir konum edinebilir mi, bu sorunun cevabını şimdiden vermek zor.
Kısa vadede ise ihracat pazarlarımızdaki resesyon kaynaklı yavaşlamaya karşılık, enerji fiyatlarındaki düşüş ve zayıflayan ABD doları, Türkiye açısından olumlu gelişmeler.
Bu zeminde 2025 nasıl geçer? Her şeye rağmen bu aşamada “sert iniş” senaryosunu uzak bir ihtimal olarak görüyorum.
Yıl başında enflasyon için baz senaryomuz % 32, kötümser senaryomuz ise %3 6 idi. Bugün itibarıyla kötümser senaryonun gerçekleşme olasılığı artmış durumda.
Büyüme açısından, ihracat odaklı bir yapımız olmadığı için küresel resesyonun etkilerinin daha sınırlı kalabileceğini düşünüyorum.
Yıl başında %3 civarında büyüme beklerken, bugün hâlâ pozitif – belki %2 civarında – bir oran mümkün görünüyor. Buna “iniş” denir mi emin değilim; belki en doğrusu “yumuşak bir yerinde sayış” demek olur.