Anayasa Mahkemesi’nin benzer nitelikli iki başvurudan biriyle ilgili suç ve cezaların yasallığı ilkesinin ihlaline, diğerinin de ihlal edilmediğine karar verdiğini belirten hukukçu Gökhan Güneş, ”Bu yargılamalarla amaçlanan, bir kişinin silahlı örgüt üyeliğini tespit değil, cemaatle bağını ortaya koymaktır. Zira mahkemelerde bilmektedir ki, ortada bir terör örgütü yoktur ve olmayan örgütün üyesi de olamayacağı için insanlar cemaat mensubiyeti nedeniyle cezalandırılmaktadır.” dedi.
Güneş’in X hesabından yaptığı paylaşım şöyle:
AYM Genel Kurulu, bugün yayımlanan benzer nitelikli iki başvurudan biriyle ilgili suç ve cezaların yasallığı ilkesinin ihlaline, diğerinin de ihlal edilmediğine karar vermiştir. Bu kararlar değerlendirilirken sadece ihlal verilen başvurudan üzerinden yapılacak yorumların yanıltıcı olacağını ve iki kararın birlikte ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Şöyle ki;
Özellikle ihlal bulunmayan Yahya Turgut başvurusunda AYM’nin yer verdiği hususlar, Mahkeme’nin tavrında bir değişiklik olmadığını ve özellikle daha önce verdiği Celalettin Şaşmaz kararının 11. paragrafına atıf yaparak, tıpkı Yargıtay gibi 2012 yılını “milat tarihi” kabul ettiğini ve bu tarihten sonra başvuruculara isnat edilen bir eylem ve itirafçı beyanı olması durumunda verilen mahkumiyet kararında bir sorun görmeyeceğini ortaya koymuştur.
İki karar arasındaki en önemli fark, ihlal verilen Hasan Sarıcı başvurusundaki eylemlerin ve özellikle itirafçı beyanlarının 2009 yılına; ihlal verilmeyen Yahya Turgut başvurusunda ise 2012 ve sonrasına ilişkin olmasıdır.
Yani AYM, bildiğiniz AYM’dir! Aynı Yalçınkaya başvurusunda olduğu gibi suçun unsurlarının varlığı ile ilgili bir araştırma yapılmadan ve bu unsurlar yerine ikame edilen ve adına kriter denilen hususlardan biri ya da bir kaçının varlığı halinde araştırılmayan suçun unsurlarının gerçekleştiğini kabul etmektedir.
Oysa ki, AİHM tam da bu nedenle Yalçınkaya kararında 7. maddenin ihlaline karar vermiş ve başvurucuya isnat edilen eylemler ile suçun unsurlarının nasıl gerçekleştiğinin ve özellikle de nihai amaç kabul edilen darbe teşebbüsünü bilme ve isteme unsurunun nasıl ortaya konulması gerektiğini belirtmişti.
Yalçınkaya sonrası aradan geçen 15 aylık sürede AYM hukuk adına “bir arpa boyu yol alamamış” ve rejim mahkemelerinin 1966 yılından başlattığı süreci nihayet 2012 yılına çekebilmiştir! Yalçınkaya kararını anlaması ve gereğini yapmasının ne kadar süreceği tahmin bile edilememektedir! Kendini AİHM’in “Türkiye versiyonu” olarak kabul eden AYM’nin bu kararlarının, AİHM kararları ve özellikle de AİHM’in 63 yıllık tarihinde verdiği en ağır ihlal kararıyla hiç bir alakası yoktur.
AYM ve yerel mahkemelerin sorgulaması ve araştırması gereken husus çok basittir; ilgili kişiye isnat edilen suçlamalar suçun unsurlarına nasıl vücut vermektedir? Mesela, anayasal bir hak olan dernek/sendika üyesi olan ya da barışçıl bir sohbete giden bir kişiyle ilgili suçun manevi unsuru nasıl gerçekleşmiştir. 2014 yılında yine anayasal bir hak olan bir gösteri ve yürüyüşe katılan bir kişinin bir hiyerarşik yapıya dahil olduğunu nasıl anlaşılmıştır? Yapılması gereken, “kriter avcılığına” soyunmak değil, suçun unsurlarını ortaya koymaktır!
Verilen kararlarda bu soruların cevapları yoktur. Kararlar şablonik ve varsayımlara dayalı gerekçelerle verilmektedir. O nedenle biz, bu kararlara “olsa olsa” kararları diyoruz. Zira bu yargılamalar; “eğer bir kişi dernek üyesiyse, gazete abonesiyse, Bylock kullandıysa kesin darbe teşebbüsünü de biliyordur” mantığı ve kabulüyle yapılmaktadır.
Bu yargılamalarla amaçlanan, bir kişinin silahlı örgüt üyeliğini tespit değil, cemaatle bağını ortaya koymaktır. Zira mahkemelerde bilmektedir ki, ortada bir terör örgütü yoktur ve olmayan örgütün üyesi de olamayacağı için insanlar cemaat mensubiyeti nedeniyle cezalandırılmaktadır.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***