Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Washington Post: Türkiye, 11 Eylül sonrası CIA yöntemlerini sürgündeki muhalifleri sindirmek için kullanıyor

Washington Post: Türkiye, 11 Eylül sonrası CIA yöntemlerini sürgündeki muhalifleri sindirmek için kullanıyor


Washington Post hazırladığı kapsamlı haberinde, Erdoğan hükümetinin, ABD’nin 11 Eylül sonrası uyguladığı terörle mücadele modelini sürgündeki kişilere karşı şiddet ve sindirme amaçlı kullandığını kaydetti.

Washington Post’dan Greg Miller’in haberine göre, Türkiye başta Gülen Hareketi olmak üzere sürgündeki siyasi düşmanlarının peşine düşmek için, 11 Eylül saldırısı sonrasında ABD’nin terörle mücadele uygulamalarından esinlendi.

Velev’den Emir Korkmaz’ın düzenlediği habere göre, Ekim ayında Türk devletine ait adam kaçıma timleri Nairobi’deki mahallelere dağılırken, hedefleri bir Türk dini hareketinin üyeleriydi. Hedefteki insanların ise sıradan bir çalışma gününün yoğunluğu dışında bir endişeleri yoktu. Bunlardan bir tanesi, ailesiyle vize randevusundan dönüyordu. Diğeri ehliyet sınavı için trafik idaresindeydi. Diğerleri ise işe gitmek için Cuma günü erken saat trafiğiyle boğuşuyordu.

Batılı güvenlik yetkililerinin, olaya şahit olan kişilerin ve kurbanların yakınlarından aldığı bilgiye göre, sabahın ilerleyen saatlerinde yedi Türk vatandaşı plakasız araçlarla seyahat eden, yüzlerine kar maskesi takmış, kapüşonlu elbiseler giyen ajanlar tarafından, elleri kelepçelenerek silah zoruyla kaçırıldı.

Kaçırılan 7 kişiden üçü daha sonra serbest bırakılırken, diğer dördü ise Kenya’nın başkenti Nairobi’nin dışında ücra bir yerdeki uçak pistine götürüldü. Bu dört kişi kendilerini kaçırmak üzere pistte bekleyen bir uçağa zorla bindirilerek, hapsedilmek için Türkiye’ye getirildi.

Türk istihbarat teşkilatı MİT’in web sitesinde yer alan bilgilere göre bu kaçırma olayı, Türkiye’nin son 10 yılda gerçekleştirdiği 118 ‘insan kaçırma’ operasyonunun sonuncusuydu. MİT, bu tür hukuk dışı insan kaçırma operasyonlarının en agresif uygulayıcılarından birisiydi.

Adlarının açıklanmaması kaydıyla bu tür hassas operasyonların perde arkasında yaşananları aktaran batılı güvenlik yetkilileri, MİT’in, Nairobi’deki insan kaçırma eylemlerini gerçekleştirmek ve Kenya mahkemelerini atlatabilmek için birtakım Kenyalı hükümetinin görevlilerine güvendiğini açıkladılar.

MİT ABD’NİN YÖNTEMLERİNİ KULLANIYOR

Türkiye küresel ölçekte yürüttüğü bu kampanyayı, ABD’nin 11 Eylül 200’deki saldırılarından sonraki dönemi tanımlayan ‘terörle mücadele’nin kendi versiyonu olarak tanımlıyor. Türkiye, ABD’nin bu süreçte kullandığı terörle mücadele uygulamalarından da geniş ölçüde yararlanıyor. Birlemiş Milletler belgelerine, insan hakları gruplarının açıklamalarına ve Batılı güvenlik yetkililerinin ve Türkiye’deki resmi kayıtlara göre, Türkiye bu tür adam kaçırmaların ötesinde, sürgündeki Türk vatandaşlarına karşı gözaltılar, terör takibi iddiasıyla fişlemeler, mal varlıklarına el koyma ve işkence gibi uygulamalar kullandı. Bugüne kadar en az bir kere kaçırılan bir kişiye karşı waterboarding adı verilen su ile boğma hissi uyandıran işkence yöntemi rapor edildi.

Sınır ötesi baskı kampanyalarındaki küresel artışı araştıran Washington Post gazetesi, Türkiye’nin eylemlerine yönelik geniş bir araştırma dosyası hazırladı. Gazeteye göre Türkiye, sürgünde yaşayan muhalifleri terörist olarak etiketleyerek, onları sindirme ve kaçırma çabalarını artırdı. ABD ve diğer Batılı hükümetler bu kaçırmaları durdurmak için mücadele etse de zulümden kaçanlar için sığınak olabilecek yerler gittikçe daralıyor.

HEDEF ALINANLARIN TERÖR GEÇMİŞİ YOK

BM raporuna göre hedef alınanların neredeyse tamamı herhangi bir terörist saldırı geçmişi olmayan dini bir oluşum olan Gülen Hareketi’ne mensup kişiler olsa da Türkiye bu operasyonları ‘terörle mücadele adına meşrulaştırıyor’. Türkiye, 2016’daki başarısız darbe girişimine karıştığı iddiasıyla bu grubu terör örgütü olarak nitelendiriyor. ABD ve diğer hükümetler bu tanımlamayı reddediyor zira hareket patlayıcı madde edinmek, sivillere yönelik saldırılar planlamak veya terörle ilişkili diğer faaliyetlerle hiç suçlanmadı.

Washington Post’ta yer alan haber, Türkiye’nin kaçırma operasyonları ve terörle mücadele adına sürgündeki muhalifleri hedef almak için yaptıkları hakkında daha önce hiç yayınlanmamış ayrıntıları içeriyor. Detaylı ve uzun haber, Batılı, Türk ve diğer hükümet yetkilileri, BM danışmanları ve insan hakları uzmanları ile kaçırılma mağdurları ve yakınları ve ortaklarıyla yapılan düzinelerce röportaja dayanıyor. Washington Post Türk mahkemelerinin kayıtlarına, BM belgelerine ve elde edilen pek çok belgeye dayanarak yazdığını da belirtiyor.

Habere göre Türk yetkililer, ülkenin Gülen hareketine karşı yürüttüğü kampanyayı savunmasına gerekçe olarak ABD’nin terörist gruplara karşı kendi operasyonlarında hukuki dayanak olmadan tutuklama ve mahkeme kararı olmadan harekete geçme de dahil olmak üzere benzer hukuki süreçleri uyguladığını iddia ediyor. Washington’da gazeteye konuşan üst düzey bir Türk yetkili, ‘Bu bir terör örgütüdür. Bunların yurtdışında yakalanıp Türkiye’ye götürülmesi onların Türkiye’de yargılanabilmesi içindir’ dedi.

Kenya’daki kaçırma eylemi hakkında Cumhurbaşkanlığı ofisinden bir temsilci de dahil olmak üzere Kenyalı yetkililer, Washington Post gazetesinin birden fazla kez yönelttiği yorum taleplerine cevap vermediler

Türkiye’nin bu baskıyı ‘terörle mücadele’ olarak nitelendirme girişimi, insan hakları örgütleri ve Batılı güvenlik yetkilileri tarafından, hükümetlerin sürgündeki kişilere karşı şiddet ve sindirme kullanmasını meşrulaştırma girişimi olarak görülüyor.

Türkiye bunu yaparken daha geniş bir eylemin parçası oluyor. Küresel güçler ve otokratik liderler, sürgündeki muhalif grupların her türlüsüne ‘terörist etiketi’ yapıştırıyorlar. Bu kişilere karşı düzenlenen operasyonları (suikastlar ve kaçırılmalar dahil) 11 Eylül sonrası mücadelenin bir devamı olarak gösteriyorlar.

MUHALİFLER HEP TERÖRİST DİYE DAMGALANIYOR

Bazı ülkeler sınırları dışında yaşayan muhalifleri düzenli olarak terörist olarak nitelendiriyor, mesela Çin, Müslüman Uygur azınlık üyelerine; Hindistan, Sih ayrılıkçılarına; İran, gazetecilere ve kadın hakları aktivistlerine; Vietnam, Hristiyan muhaliflere ve Ruanda, muhalif figürlere benzer suçlamalar yöneltiyor.

Uluslararası gözlemciler, söz konusu ülkelerin uluslararası olarak kabul görmeyen bu terörle mücadele tanımlamasını, bu ifadenin aşağılayıcı gücünü arkasına almak için kullandığını belirtiyor. Aynı zamanda muhaliflerin malvarlığına el koymalarını, seyahatleri takip etmelerini ve sözde şüphelileri yakalamalarını sağlayan küresel bir terörle mücadele aygıtını manipüle etmelerini haklı çıkarmak için yaptıklarını da söylüyor.

Washington ve müttefiklerinin 11 Eylül sonrası çabaları, El Kaide’yi ortadan kaldırmada ve ABD’ye daha fazla saldırıyı önlemede büyük ölçüde başarılı oldu. Ancak ABD’nin uzun süredir yürürlükte olan yasa ve normlardan uzaklaşması; onu insansız hava araçlarıyla hedefli cinayetler, CIA’nın gizli noktaları ve burada yapılan işkenceler, Küba’daki Guantanamo Körfezi’nde yargılanmadan süresiz gözaltılar, ABD ordusunun Irak’taki Ebu Gureyb hapishanesinde mahkumlara uyguladığı vahşice muamele ve ABD’nin dünya çapındaki kendi kaçırma operasyonlarıyla ilişkilendirilmeye başlandı.

George W. Bush yönetiminde üst düzey bir terörle mücadele görevlisi olarak görev yapan Juan Zarate, ‘11 Eylül’den sonra, ABD tamamen meşru bir dizi hedefe yönlenmişti. Ancak suistimaller, sadece yaptığımız şeyin meşruiyetini değil, aynı zamanda otoriter rejimlere yaptıklarının Batı’nın yaptığı şeylerin sınırları içinde olduğunu iddia etmelerine olanak tanıyarak yıpratıcı bir etki meydana getirdi’ diye konuşuyor.

Uluslararası gözlemciler ve güvenlik görevlileri, terörle mücadele yeteneklerinin kötüye kullanılmasının 11 Eylül saldırılarına verilen cevabın karmaşık mirasına katkıda bulunduğunu söylüyor. 2017’den geçen yıla kadar Birleşmiş Milletler’de terörle mücadele ve insan hakları konusunda özel raportör olarak görev yapan Fionnuala Ni Aolain, ‘11 Eylül’den yirmi yılı aşkın bir süre sonra, terörle mücadeleyle ilişkili terimlere ve taktiklere olan güvenin azaldığını tahmin edersiniz. Bunun yerine, gerileyen demokrasiler ve otoriter rejimler tarafından bu yöntemlerin farklı amaçlar için kullanılmak için sahiplenilmesi ve artırılmasıyla karşı karşıyayız’ diyor.

GİZLİ UÇUŞLA KAÇIRMA

Türkiye’nin operasyonları, milyonlarca takipçisi olan münzevi din adamı Fethullah Gülen’in takipçilerini hedef alıyor. Gülen, Pensilvanya’daki bir yerleşkede onlarca yıl sürgünde yaşadıktan sonra 20 Ekim’de hastanede hayatını kaybetti. Bir zamanlar Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan’ın yakın bir müttefikiydi ve iktidara yükselişini destekledi. Ancak, Türk muhalefetine, insan hakları gruplarına ve kamu kayıtlarına göre, Gülen taraftarlarının 2016’daki başarısız darbeye karıştığı iddiası, toplu tasfiyeler ve tutuklamaları da içeren kapsamlı bir baskıyı tetikledi.

Türkiye, bu grubu terörist ilan etti ve ona ‘FETÖ’ veya “Fethullahçı Terör Örgütü” demeye başladı. ABD, Türkiye’nin benzer yöndeki isteklerini ve Gülen’in iade edilmesi taleplerini, kendisinin veya örgütün herhangi bir yasayı ihlal ettiğine dair delil eksikliğini gerekçe göstererek reddetti.

Gülen hareketi liderleri, Türk ordusunun bir kesiminin Erdoğan’ı devirmek için başarısız bir girişimde tanklara ve savaş uçaklarına el koyduğu darbeden uzun süredir sorumlu olduklarını reddediyorlar.

New Jersey merkezli Alliance for Shared Values’ın yönetici direktörü Y. Alp Aslandoğan, ‘Gülen Hareketi, söylemde ve eylemde şiddeti kategorik olarak reddeden barışçıl bir harekettir’ dedi. ‘FETÖ’ tanımının da, ‘Türkiye hariç, Birleşmiş Milletler veya herhangi bir BM üye devleti tarafından tanınmadı veya onaylanmadı’ diye ekledi.

Türkiye’de yasaklanmış olmasına rağmen, hareket uluslararası alanda geniş bir şekilde yayılmış, düzinelerce ülkede hayır kurumları ve okullar kurdu.

Erdoğan, bu kurumları hala hükümetine sızmayı ve onu devirmeyi planlayan bir terörist ağındaki parçalar olarak görüyor ve MİT’in onları yok etme çalışmalarını övüyor. İnsanların kaçırılması, hükümet yanlısı ‘Daily Sabah’ gazetesinde düzenli olarak övülüyor. Tekrarlayan bir ‘Terörle Mücadele’ başlığı altında Türk bayrakları arasında durmaya zorlanan kelepçeli Gülen takipçilerinin fotoğrafları yer alıyor.

28 ÜLKEDE 114 KİŞİ KAÇIRILDI

MİT, ‘FETÖ’yü ‘El Kaide’, ‘İslam Devleti, IŞİD’ ve ABD ve diğer hükümetler tarafından terör örgütü olarak tanımlanan bir Kürt militan grubu olan ‘PKK’ ile eşdeğer olarak tasvir eden bir web sayfasında şimdiye kadar yapılan kaçırma operasyonlarının bir sayımını yayınladı. Bu yılın Mart ayında yayınlanan tabloda, 28 ülkeden 114 Gülencinin ‘adalete teslim edildiği’ övülüyor. Bu sayıya Kenya’dan kaçırılan Türk vatandaşları dahil değil.

Yakınlarına ve ortaklarına göre, yaşları 40’lı yaşların başından 50’li yaşların ortasına kadar değişen bu kişilerin hiçbiri Kenya’da herhangi suçla veya göçmenlik kanunlarını ihlalle suçlanmadı. ABD yetkilileri, kaçırılan iki kişinin ABD’ye taşınmak için vize alma sürecinde olduğunu söyledi. Üçüncüsü Mustafa Genç, 24 yıldır Kenya’da yaşıyordu ve Gülen bağlantılı bir yardım kuruluşu olan Ömeriye Vakfı tarafından kurulan saygın bir özel okulun müdürü olarak görev yapıyordu. Kaçırılan diğer üç kişi de okul veya vakıf için çalışıyordu.

Gülen hareketinin temsilcileri, Türkiye’nin genellikle hareketin yurtdışındaki önde gelen temsilcilerini, mali destekçilerini ve Gülen ile ilişkisi olan kişileri hedef aldığını söyledi. Misilleme korkusuyla isimlerinin açıklanmamasını istediler. Nairobi’deki diplomatik çevrelerde iyi bilinen bir isim olan Genç, yıllardır MİT’in radarında görünüyor. Mustafa Genç’in adı, Türkiye’nin yurtdışındaki kanundışı operasyonlarını izleyen Stockholm merkezli bir kuruluş olan Nordic Monitor tarafından elde edilen belgenin bir kopyasına göre, Kenya’daki onlarca Gülen takipçisini listeleyen 2018 tarihli bir belgede yer alıyor.

46 yaşındaki Genç, yakınlarına ve insan hakları örgütlerine göre, Gülen’in yeğenlerinden birini hedef alan bir önceki kaçırma operasyonunun parçası olarak Kenya’da kısa bir süre gözaltına alınmış ve 2022’de serbest bırakılmıştı. Ekim ayında Nairobi’de kaçırılan dört kişinin hepsi BM mülteci statüsüne sahipti ve Kenya hükümeti tarafından yayınlanan belgelere göre, ‘hayat veya özgürlük’ tehditleriyle karşı karşıya kaldıkları bir ülkeye ‘zorla geri gönderilmekten korunmaları’ gerekiyordu. Kaçırma operasyonun detaylarına vakıf olan Batılı güvenlik yetkililerinin verdiği bilgiye göre, Kenya Ulusal İstihbarat Servisi, aylarca süren gözetim gerektiren ve mahkemeleri ve uluslararası yasal korumaları atlatmak için tasarlanmış bu olayda MİT ile iş birliği yaptı.

REŞİT OLMAYAN ÇOCUK DA KAÇIRILMIŞ

Ekim ayındaki kaçırılmalardan biri sabah 7:30 sularında, Nairobi’nin kuzeybatısındaki bir yerleşim bölgesindeki caddede gerçekleşti. Kaçırılan ancak daha sonra serbest bırakılan üç Türk vatandaşından biri Necdet Seyitoğlu, diğer ikisi ise kaçırılan kişilerden birinin eşi ve diğerinin reşit olmayan oğluydu.

Nairobi’de hareket ile ilişkili bir eğitim danışmanlık firmasında çalışan Seyitoğlu, işe gitmek için bir meslektaşının arabasına bindiğinde beyaz bir SUV’nin araçlarının önüne geçtiğini söyledi. Daha sonra dört silahlı adam tarafından etrafları sarıldı.

Seyitoğlu, ‘Önce bir soygun olduğunu düşündüm ve tüm paramı vermeye hazırdım. Ancak bizi arabaya doğru yönlendirdiler ve bizi içeri ittiler. Sonra onların soyguncu olmadığını anladım.’ dedi.

49 yaşındaki Seyitoğlu, kendisi ve meslektaşı Hüseyin Yeşilsu’nun (42), araç şehirden hızla ayrılırken kelepçelendiğini ve başlarına çuval geçirildiğini söyledi. Kaçıranların maskeleri ve sivil kıyafetleri vardı. Seyitoğlu, birinin tenine ve konuştukları dile bakarak Kenyalı olduklarını anlayabildiğini, ancak kendisinin ve Yeşilsu’nun olayda Türkiye’nin elinin olduğundan şüphelendiğini söyledi.

Saatler süren yolculuğun ardından SUV durdu ve Seyitoğlu, muhtemelen plaka değiştiren ajanların çıkardığı sürtünme sesleri duyduğunu söyledi. Bu süredeki beklemeyi, kaçıranlardan pasaportunu incelemeleri için yalvarmak için kullandı. Pasaport, Nairobi’ye taşınmadan önce 18 yıl İngiltere’de yaşadığını ve İngiltere vatandaşı olduğunu gösteriyordu. ‘Bir fotoğraf çekip patronlarına gönderdiler’ dedi.

İNGİLİZ PASAPORTU OLAN SERBEST BIRAKILDI

Operasyondan sorumlu olanlar, bir İngiliz vatandaşına yönelik muameleleri nedeniyle ortaya çıkabilecek muhtemel sonuçlardan çekinmiş görünüyordu. Tesadüfen, İngiltere’nin MI6 casusluk teşkilatı başkanı Richard Moore, Kenya istihbarat servisiyle görüşmek üzere birkaç gün sonra Nairobi’ye gelecekti.

Seyitoğlu farklı bir araca bindirildi ve ardından Nairobi’nin dış mahallelerinden birine bırakıldı. Kaçıranların kendisine taksi için 6 dolar verdiğini ancak telefonunu veya dizüstü bilgisayarını geri vermeyi reddettiğini söyledi. Ancak sonunda eve vardığında, Yeşilsu’nun hala kayıp olduğunu ve başkalarının da kaçırıldığını öğrendiğini söyledi.

Seyitoğlu, o zamandan beri işe dönse de sarsıldığını söyledi. ‘Her sabah evden çıktığımda arkama bakıyorum. Beni takip eden bir araba veya [SUV] var mı diye. Bir tür travma’

7 kişinin kaçırılma haberleri duyulunca, Batılı diplomatlar, BM temsilcileri ve insan hakları örgütleri Kenya’nın bu kişileri Türkiye’ye götürmesini engellemek için çılgınca bir çaba başlattı.

İlk sinyaller güven verici görünüyordu. Görüşmelerden haberdar olan yetkililere göre, Kenya Devlet Başkanı William Ruto, Batılı bir diplomatla yaptığı özel bir görüşmede, kaçırılan kişilerin hala Kenya’da olduğunu ve hükümetinin götürülmelerine dair herhangi bir karar vermeden önce uluslararası hukuku takip edeceğini söyledi.

Aslında kaçırılan dört kişi çoktan Kenya’dan ayrılmıştı. Dördü de, kaçırıldıkları Cuma günü uzak bir Kenya hava sahasından kalkan gizli bir uçağa bindirildi ve iki saat sonra, Türkiye’de kaçırılan adamlarla görüşen bir avukatın verdiği bilgilere göre muhtemelen Türkiye’nin büyük bir askeri tesisinin bulunduğu Somali’ye iniş yaptılar. Yakınları, esirlerin oradan Türkiye’ye giden başka bir uçağa bindirildiğini söyledi. Gelişmelerden haberdar olan ve hafta sonu tatilinde kaçırmaları durdurmak için çabalayan bir BM yetkilisi meslektaşlarına gönderdiği mesajda ‘Kandırıldık’ ifadesini kullandı.

NAİROBİ’DEN SİNCAN CEZAEVİNE

Batılı güvenlik yetkililerine ve tutukluların yakınlarına göre, Kenya hükümeti kaçırılmayı kamuoyuna açıkladığında, Genç, Yeşilsu, Alparslan Taşçı (40), ve Öztürk Uzun (56) çoktan Ankara yakınlarındaki Sincan cezaevindeki hücrelere yatırılmıştı. Pazartesi günü, kaçırılmalardan üç gün sonra, Kenya’nın dışişleri baş sekreteri Korir Sing’Oei, hükümetin operasyona katıldığını ancak bunun yalnızca ‘Türk yetkililerden dört kişiye ulusal ve uluslararası hukuka uygun şekilde onurlu bir şekilde davranılacağına dair güvence aldıktan sonra’ gerçekleştiğini doğruladı.
Nairobi’de kaçırılanlara yönelik suçlamalar şimdiye kadar kamuoyuna açıklanmadı. Washington Post gazetesinin elde ettiği iddianameye göre, sanıklar herhangi bir belirli terörist komploya dahil olmakla itham edilmiyor, sadece ‘silahlı bir terör örgütüne’ üye oldukları yönünde geniş tanımlı bir iddiayla suçlandılar.

Benzer kaçırma olaylarının birçoğunda iddianameler sanıkların darbeden çok önce Türkiye’den ayrılmasına rağmen, onlara karşı getirilen suçlamalar, harekete yakın bir bankada hesap açılması veya şifreli bir mesajlaşma uygulamasının kullanımından oluşuyor. Türkiye’nin bu mesajlaşma uygulamasının indirilmesini kovuşturmalarda delil olarak kullanması geçen yıl Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından eleştirilmişti. Mahkeme, Ankara’nın çok sayıda Avrupa sözleşmesini ihlal ettiğine ve terör yasalarının o kadar kapsamlı olduğuna hükmetmişti ki ‘[uygulamayı] kullanan herkes prensipte sadece bu temelde mahkûm edilebilirdi.’

Gazeteye konuşan üst düzey bir Türk yetkili, kovuşturmaları savunarak ‘Bu bir cadı avı değil. İnsanlar belirli suçlarla suçlanıyor ve beraat ederlerse serbest bırakılıyorlar’ dedi.

Diğer ülkelerde kaçırılan kişileri temsil eden avukatlar, beraatle sonuçlanan herhangi bir davadan haberdar olmadıklarını söyledi. Avukatlar, hükümetin misillemesinden endişe duyduklarını belirterek isimlerinin açıklanmamasını istedi.

‘ZORLAMA, İŞKENCE VE AŞAĞILAYICI MUAMELE’

Kenya’nın desteği, onu Türkiye ile yargısız iadelerde iş birliği yapmakla suçlanan ülkelerin genişleyen listesine sokuyor. 2020 yılında Türk hükümetine sunulan, istem dışı kayıplarla ilgili bir BM çalışma grubunun raporuna göre, bu ülkeler arasında Arnavutluk, Azerbaycan, Kamboçya, Gabon, Kosova, Kazakistan, Lübnan ve Pakistan da yer alıyor.

Raporda, iadelerin genellikle diğer hükümetlerle ‘terörle mücadeleye ilişkin geniş ve belirsiz atıflar içeren’ gizli iş birliği anlaşmalarından önce yapıldığı belirtildi.

Raporda, resmi iade önlemleri başarısız olduğunda, Türk yetkililerin yakalanan kişilerin ‘birkaç haftaya kadar zorla kaybedildiği ve genellikle zorlama, işkence ve aşağılayıcı muameleye maruz bırakıldığı gizli operasyonlara başvurduğu’ belirtildi.

Raporda, 2018 yılında Lübnan’da kaçırılan ve daha sonra bir Türk mahkemesine sunduğu dilekçede ‘elektrik şokuna, su işkencesine ve baş aşağı asılmaya maruz bırakıldığını’ söyleyen bir Türk kadınının da aralarında bulunduğu yarım düzine vaka ayrıntılı olarak anlatılıyor. Su işkencesi, CIA tarafından 11 Eylül saldırılarının planlayıcılarından Halid Şeyh Muhammed de dahil olmak üzere El Kaide şüphelilerine karşı kullanılan, boğulma hissi uyandırmayı amaçlayan bir sorgulama yöntemi.

Çalışma grubuna yazılı bir yanıt veren Türkiye, her zaman ‘uluslararası insan hakları yükümlülükleri doğrultusunda hareket ettiğini’ ve Gülen hareketini ‘suçlarını gizlemek için kendini insan hakları ihlallerinin kurbanı olarak göstermekle’ suçladı.

MOLDOVA AİHM TARAFINDAN YAPTIRIMA TABİ TUTULDU

Bazı ülkelerde Türkiye ile iş birliğinin etkileri oldu. Moldova, 2018 yılında bir Gülen okulundan yedi öğretmeni teslim ettikten sonra, ülke Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından yaptırımlara tabi tutuldu. Moldova istihbarat servisinin başkanı daha sonra iade emrini verirken yetkisini kötüye kullandığını kabul etti.

Kosova’da da 2018’de altı Türk vatandaşının kaçırılmasının ardından benzer bir sonuç yaşandı. Parlamento soruşturması, kişilerin ‘keyfi olarak gözaltına alındığı, zorla kaybedildiği ve yasadışı olarak Türkiye’ye kaçırıldığı’ sonucuna vardı.

Kosova içişleri bakanı ve istihbarat şefi, Erdoğan’ın ‘Onları bulacağız ve onları Türkiye’ye getireceğiz. İstihbarat teşkilatımız altı üst düzey ‘FETÖ’ teröristini Türkiye’ye getirdiği’ övünmesine ve MİT’in ‘Gülencileri avlamaya devam edeceğine yemin etmesine’ rağmen görevden alındı.

‘GUANTANAMO NE OLACAK?’

ABD’nin 11 Eylül saldırısına verdiği cevap çerçevesinde yapılan terörle mücadele ile ilgili kişileri ele geçirme girişimleri ile bugün yaşananlar arasında önemli farklar var. BM üyeleri arasında El Kaide ve onun uzantılarının terörist örgütler olduğu konusunda neredeyse evrensel bir mutabakat vardı ancak Uygurlar, Sihler ve Gülencilere karşı yürütülen kampanyalarda uluslararası destek belirgin bir şekilde eksik.

Bu süreçte Hindistan, Türkiye ve Çin hep kendi vatandaşlarını hedef alırken, ABD’nin global terörle mücadele operasyonları genellikle ABD vatandaşlarına değil, El Kaide, İslam Devleti ve onların bağlı kuruluşlarının iddia edilen üyelerine yönelikti. Bunun bir istisnası, 2011’de Yemen’de El Kaide’ye terörist saldırılar için eleman yetiştirmekle suçlanan Amerikan vatandaşı Enver el Avlaki’nin öldürüldüğü drone saldırısıydı.

Ancak terörle mücadele savunucuları bile, 11 Eylül sonrası gizli hapishaneler, işkence odaları ve adam kaçırma uçuşlarının ifşa edilmesinin Batı’nın diğer hükümetleri insan hakları ihlallerinden sorumlu tutma kapasitesine kalıcı zarar verdiğini kabul ediyor.

Bush yönetiminin terörle mücadele görevlisi Zarate, ‘Çin ve Rusya’nın cevabı genellikle ‘Ebu Gureyb’e ne olacak? Peki ya Guantanamo? Bunlar, bu rejimlerin eleştirileri saptırmak için kullandığı anlatı karikatürleri haline geldi’ diyor.

Türkiye’de yetkililer, kaçırılmalarla ilgili sorulara benzer bir tekerlemeyle cevap veriyor. Üst düzey Türk yetkili, ‘Uzak bir gulag’a götürülüp orada bırakılmış gibi değiller. ABD terörle savaşı [CIA’nın gizli merkezlerini ve Guantanamo’yu] yetkililerin cezasız bir şekilde istediklerini yapmalarına izin vermek için kullandı’ şeklinde konuşuyor.

İnsan hakları uzmanları, ABD’nin teröre karşı savaşının, benzer girişimlerin kötüye kullanılmasını önlemek için yeni uluslararası otoriteler, kurumlar, izleme listeleri, gözetleme platformları ve diğer faaliyetlerin ortaya çıkmasına da yol açtığını söyledi.

İnsan Hakları İzleme Örgütü Asya Direktörü John Sifton, bu kararların birçoğunun, ülkelerin sürgünleri hedef almasına yardımcı olmak gibi ters bir etkisi olan BM kararlarına dayandığını söyledi. Sifton, ‘Pek çok ülke bu kararları, şimdi ulusötesi baskılar ve sert yasalar için gerekçe olarak gösterdi’ dedi.

TERÖRLE MÜCADELE KURUMLARI MUHALİF AVCISI OLDU

Görünüşte terörle mücadele iş birliğini teşvik etmek için oluşturulan kuruluşlar, muhalifleri takip etmek için araç haline geldi. İnsan hakları örgütlerine göre, Orta Doğu’da, masum bir şekilde Arap İçişleri Bakanları Konseyi olarak adlandırılan kuruluş, bölgesel bir gözetleme ağı işlevi gördü. Birleşik Arap Emirlikleri’nden İnsan Hakları İzleme Örgütü araştırmacısı Joey Shea’ya göre, Arap Baharı sırasında siyasi reform çağrılarını desteklemekle suçlanan bir Emirlik vatandaşı, geçen yıl Ürdün’e vardığında retina taramasının kendisini terörizm şüphelisi olarak işaretlemesinin ardından gözaltına alındı.

Yıllarca sürgünde yaşayan Khalaf al-Romaithi, birkaç gün sonra Birleşik Arap Emirlikleri’ne iade edildi. 2013 yılında, insan hakları grupları tarafından kınanan toplu bir dava kapsamında hükümeti devirmekle tehdit ettikleri iddiasıyla onlarca yıl hapis cezasına çarptırıldı. Khalaf al-Romaithi, Müslüman Kardeşler ile bağlantıları olduğu iddia edilen bir örgütün üyesi olmakla suçlandı. BAE ve Ürdün yetkilileri yorum taleplerine yanıt vermedi.

Geçtiğimiz yıl yayınlanan bir BM raporuna göre, diğer ülkeler terörle mücadele finansmanı yasalarını kullanarak muhaliflere, gazetecilere, dini örgütlere ve insan hakları gruplarına karşı varlıkları dondurdu ve ceza davası açtı. Bu uygulama, ‘kötüye kullanım el kitabı’nın bir parçası olarak ortaya çıktı.

Birçok durumda, alınan önlemler Batılı hükümetlerin isteği üzerine yürürlüğe konuldu. Örneğin Hindistan, kara para aklama ve terörizmin finansmanıyla mücadele etmeyi amaçlayan küresel bir örgüt olan Paris merkezli Mali Eylem Görev Gücü’nün önerilerine uymak için 2010’dan sonra katı yeni yasalar çıkardı.

Ancak Başbakan Narendra Modi döneminde bu önlemler, hükümetin muhalif olduğu düşünülen kişileri susturmak veya bastırmak için kullanıldı. Eylül ayında yayınlanan bir rapora göre, bu kişiler arasında Müslüman aktivistler, Keşmirli protestocular ve gazeteciler de yer alıyor. Uluslararası Af Örgütü de yasalar kapsamında hedef alındı.

Uluslararası Af Örgütü yetkilileri, örgütün Delhi’nin insan hakları sicilini eleştirmesinin ardından 2020’den beri örgütün Hindistan’daki banka hesaplarının dondurulduğunu söyledi. Hindistanlı yetkililer yorum talebine yanıt vermedi.

ABD ÇİN VE RUSYA’YA KARŞI KENYA KARTINI AÇTI

Kenya’daki kaçırılmalar, ABD’nin nüfuzunun sınırlarını vurguladı. Son yıllarda ABD, Afrika’da Rusya ve Çin’in artan nüfuzuna karşı koymak için Kenya ile ortaklığını genişletti. Ruto, bu yılın başlarında Başkan Joe Biden tarafından resmi bir devlet ziyareti için ağırlandı; bu, Barack Obama’nın başkanlık yaptığı zamandan beri bir Afrika liderinin ilk kez bu onuru almasıydı.

ABD ayrıca, 1998’de ABD Büyükelçiliği’nin bombalanmasının El Kaide’nin kararlılığı ve yetenekleri konusunda erken bir uyarı görevi gördüğü Kenya’ya güvenlik desteğini genişletti.

2020’de FBI, Kenya ile birlikte Nairobi’de ‘Ortak Terör Görev Gücü’nü açtı. Bu, ABD’nin 11 Eylül’den sonra ülke içinde ortaya çıkan çok kurumlu birimlerin bir yurtdışındaki bir versiyonuydu. Kenya’nın terörle mücadele polisi üyeleri, Virginia, Quantico’daki FBI akademisinde eğitildi.

Ancak Kenya’ya, çıkarlarını ilerletmek isteyen diğer ülkeler tarafından da kur yapıldı. Türkiye, Nairobi yakınlarında yeni bir ticaret merkezi inşa etmek için yüz milyonlarca dolar taahhüt etti. Türk savunma müteahhitleri, Türk ve Kenya hükümetleri ile Türk şirketleri tarafından internette yayınlanan bilgilere göre, Kenya silahlı kuvvetlerine tanklar, silahlı insansız hava araçları ve diğer askeri donanımların kilit tedarikçileri olmak için girişimde bulundu.

Kaçırılmalar ve Kenyalı yetkililerin bu konuda açıkça ikiyüzlü davranmaları Batılı yetkilileri şaşkına çevirdi. ABD yetkilileri, 25 Ekim’de Kenya’nın Washington’daki büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı’na çağırdı. Görüşmeye vakıf olan bir yetkiliye göre, mülteci sorunları konusunda en üst düzey bakanlık yetkilisi Marta Youth, Türk vatandaşlarının ‘gözaltına alınması ve istem dışı geri gönderilmesi karşısında şok olduğunu’ ifade etti.

Yetkililer, CIA Direktörü William J. Burns ve İngiliz mevkidaşı Moore’un da Ekim ayında Nairobi’de Ruto ile ayrı toplantılarda konuyu gündeme getirdiğini söyledi.

Batılı diplomatik yetkililere göre, Ruto özür dileyen bir tavır takındı ve BM mülteciler yüksek komiserine iadelerin ‘Kenya’nın uzun süredir devam eden politikalarının ihlali’ olduğunu itiraf etti.

AVUKAT NEDEN SAVUNMAKTAN VAZGEÇTİ?

Ankara, önceki vakaların aksine, son kaçırılmaları henüz kabul etmedi. Kaçırılan kişilerin yakınlarına göre, dört kişinin Türkiye’deki akrabalarıyla kısa görüşmeler yapmasına izin verildi. Türkiye’ye vardıklarında onlarla görüşen bir avukat, artık avukatları olmadığını söyledikten sonra Washington Post’un sorularını cevaplamayı reddetti ve aniden telefonu kapattı.

Erdoğan hükümeti, kurucusunun ölümüne rağmen Gülen hareketine yönelik baskının devam edeceğini açıkça belirtti. Türk yetkililer geçen ay onlarca ilde ‘FETÖ’ üyesi olmakla suçlanan 459 kişiyi gözaltına aldı.

Erdoğan, Kenya’daki kaçırılmalardan dört gün sonra 22 Ekim’de parti üyelerine yaptığı bir konuşmada, Gülen’in kendisinin ölümünden önce yakalanmamış olmasından yakındı ancak ‘ilahi adaletten kaçamayacağını’ söyledi.

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version