Bu haftaki konuğum Kutay Onaylı. Onun Türkolmak (Metis Yayınları) adlı incecik şiir kitabını okurken dize dize ve hatta kare kare diyebileceğim kadar sinematografik bir efektle yazılmış memleket tarihini de görebiliyorsunuz, ıskalanmayacak ve dediği gibi gizli göndermelerin izi sürülecek şiirler var kitapta. İyi bir şiir okuruysanız bu kitabı gözden kaçırmamanızı tavsiye ederim.
türkolmak bitişik yazılmasıyla birlikte şiirinizin derdini ele veriyor; var olmak gibi bir ayrılığı değil de sanki varoluşu imliyor gibi, ne dersiniz?
öncelikle kitabıma köşenizde yer verdiğiniz için teşekkür ederim. “varoluş” dediğimiz şey “varlık” dediğimiz şeyden daha çekici tabii, akışkanlığı, dinamikliğiyle. bitmeyen bir filizlenme gibi, ya da öyle olduğuna inanmak istiyoruz. ama çok hoş ifade ettiğiniz o “var olmak gibi bir ayrılığı” da hep içinde barındırdığı için böyle bu, çıkış noktası, çarpışa çarpışa filizlendiği şey hep o ayrılık.
insan türkolunca türk olmaktan çıkmış olmuyor yani. “oluş”, “olmak”tan ayrı veya bizi ondan kaçıracak bir yangın merdiveni değil, “oluş”umuzu çok romantize etmek de bir tuzak. aslında bu kavramları bir kenara bırakıp meseleye olduğu gibi bakacak olursak cevap epey kolay galiba: türkolmak, türk olmak’ın yanlış yazılmış hali.
kimi kitap satış sitelerinde, zincir kitapçılarda filan ısrarla “türk olmak” (veya “Türk Olmak”) olarak geçiyor kitabın ismi, zorunlu bir düzelti. otomasyon çağının ufacık bir cilvesi tabii ama ben kitabın yazarı –yani düzeltinin başmuhatabı– olarak eğlenceli buluyorum.
Türkolmayı tanımlarken dışardan (Başta amerika herhalde) bakış kadar içerden hatta aşağı mahalleden edinilmiş bir ses de var, İngilizcenin yanı sıra… Bu tercihin sebebini merak ettim
“aşağı mahalle” neresi bilmiyorum, bizimkiydi herhalde. hangi mahallelere aşinaysam, hangi mahallelerde büyümüş, düşünmüş, hissetmiş, türkolmuşsam, onların sesleriyle –kendi seslerimle yani– yazmaya çalıştım.
aksini ancak hayatımın, varoluşumun, kendimin bazı yönlerini ampüte ederek yapabilirdim. şiirin gerektirdiği bir damıtmadan, şu ya da bu deneyimin özünü, çekirdeğini arama halinden değil, düpedüz ampütasyondan bahsediyorum: “bu bu dil/ deneyim şiire girmeye layık değil.” tabii bunu yaparken bir yandan da kendi varoluşumun bazı yönlerini hiç gerekmediği halde kallavileştirmem, “şiirselleştirmem” gerekirdi.
yaşamdaki sesimizle şiirdeki sesimizin ilişkisi elmayla elma şekeri arasındaki ilişkiye benzemek zorunda mı? bu nazım hikmet’le ve garip’le anımsadığımız, sonra unuttuğumuz, gülten akın’la yeniden ve daha da olgun bir haliyle anımsadığımız, sonra, kimi istisnalarıyla, yine unuttuğumuz bir soru. oysa hayatlarımız yeterince gizemli, ve bakışımızı biraz keskinleştirdiğimizde, gayet “şiirsel.”
Ben de tam o bahse gelecektim. Gülten Akın’a hayranlığınız dizelerinizde anışınızdan belli, ilham aldığınız başka şairler kimler?
bu şairlerin –müteveffa olanların– epeyi bir kısmını türkolmak’ın orasına burasına serpiştirdim, metinle yakından uğraşmak isteyen olursa böyle bir minik oyun da olsun istedim içinde, onu bozmayayım. tabii benim kasıtlı yerleştirmelerimden daha önemli olan ilham aldığım şairlerin, yazarların benim yazdıklarımdaki gayriihtiyari varlığı, gün yüzüne çıkışları. şiir okumanın, sevdiğimiz bir şiir üzerine düşünmenin keyifli yanlarından biri de o yakınlıkları, akrabalıkları düşünmek veya hissetmek, oraya müdahil olmak istemem.
bir “gizli malzeme”mi söyleyeceğim ama: hâfız-ı şirâzî’ye bayılıyorum. altı yüz senenin solduramadığı müthiş –ve bütünüyle içiçe– bir hınzırlık ve içtenlik; hep el ele büyüyen bir duygusal ve felsefi derinlik buluyorum hâfız divânında, ki şiir dediğimiz şeyin kalbi de bunlardan ibaret gibi geliyor bana. “dedim sanemperest olma, gel hakk’ın yanına / dedi ki aşk yolunda o da var bu da.”
kendi jenerasyonumdan “ne yayınlasa merak eder, bulur okurum” diye düşündüğüm üç şair önererek bitireyim: roman karavadi, burcu yılmaz, zafer zorlu. göz önünde olmak için katiyyen uğraşmıyorlar, ve hakikaten çok iyiler.
FİGEN ŞAKACI – 1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011’de (ilk baskısı Everest Yayınları’ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013’te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki “Pişti” hikayesinden uyarladığı “Topuklu Terlik Süt Yapar” tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017’de, Şogen Film tarafından 2019’da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***