Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Hep yenilgi hep yenilgi, nereye kadar!’

'Hep yenilgi hep yenilgi, nereye kadar!'


Gazeteciliğin edebiyata sıçradığı anda hem yazma eyleminde hem de yazıya konu olan hikâyenin eksiklerini tamamlamada çok işe yaradığı kesin, hatta tecrübeyle sabit. Ben Feride Bu Benim Sesim (Dipnot Yayınları) romanının temposu, merakı ve dikkati diri tutan kurgusuyla gazeteci M. Ender Öndeş’in de yazarken mesleğinden yararlandığı belli. Yolu şiire de – Yüksek Bir Gönül Makamına (Öteki Yayınevi) – düşen Öndeş bu haftanın konuğu.

Ben Feride Bu Benim Sesim, M. Ender Öndeş,180 syf., *dipnot Yayınları, 2023

Romanınızı okurken alışkın olduğumuz polisiyelerden ziyade bir bulmaca çözer gibi bir cinayetin ipuçlarını ve faillerini arayıp durdum. Siz de satır aralarında okuru “dur hemen acele etme” der gibi finale taşıyorsunuz, hikâyenin içinde hem bir cinayet olsun hem de klasik bir polisiye havasında olmasın amacıyla mı yazdınız?

Feride’nin hikâyesini klasik anlamıyla bir ‘polisiye’ kalıbına sokmak mümkün mü, doğrusu emin değilim. Biraz farklı gelişti her şey, yazarken de şekillendi üstelik. Şu bilinen ‘gizem çözme’ meselesi gibi olmadı yani. İşin en başındaki cinayet olayının faili öyle bilinmeyen ve sonradan ortaya çıkarılıp bizi şaşırtan biri değil mesela. Deyim uygun değil biliyorum ama ‘anonim’ gibi bir şey. Öyküyü oturup bitirdiğimizde somut olarak onun kim olduğu bilgisine ulaşmıyoruz ama aslında çok iyi tanıdığımız biri olduğunu hissediyoruz. Hissediyoruz, çünkü bu ülkede yaşıyoruz ve bu ülkede sınıfsal konumuna, politik ilişkilerine, vs. dayanarak en korkunç suçların içinden sıyrılabilen, kimsenin kendisinden hesap soramayacağından, kimsenin kendisine ulaşamayacağından emin olan bir karakter mevcut. Eli kolu her yere uzanabilen, yeraltı çetelerinin yanında resmi güçleri bile seferber ederek küçük insanları kolayca ezebilen, her durumda paçayı kurtarabilen, esasen küçük insanlara yaptığı kötülüğü de ‘suç’ olarak görmeyen, çünkü onları insandan saymayan bir karakter bu. Hikâye içinde bu konuda çok ipucu vermiyoruz ama bu ülkede yaşayan bir birey olarak okur, somut bir isme ulaşamasa bile kafasında onu bir yere koyuyor.

Biz hikâyemizde onunla ilgili bir gizemden çok Feride’nin süreç içindeki biçimlenişine ve çevresiyle olan ilişkilerine odaklanıyoruz. Daha önce de bir yerde anlatmıştım, Feride meselesi aslında başlangıçta küçücük bir öyküden ibaretti. Bir dijital platformda (oggito) yayınlanan haliyle öykü, gece tanık olduğu cinayetten sonra Feride’yi iskelenin bekleme salonuna getirip bırakıyordu. Feride, orada dehşet içinde ve ne halt yiyeceğini bilmez halde öylece kalıyordu. Sonra, bilmiyorum, ben bu Feride’ya âşık oldum herhalde, yüreğim dayanmadı o çaresizliğine ve ortaya bugünkü roman çıktı. Olaylar, karakterler üst üste binerek geldi ve Feride her sayfada değişe değişe başka bir noktaya kadar geldi. Aslında bilirsiniz, “korkunç bir olaya tanık olduktan sonra susturulmak için kovalanan sıradan birey” hikâyesi Hollywood’un klasik temalarındandır ama bizimki deyim yerindeyse ‘yerli’ bir öykü oldu. Ezik, savruk bir yerden gelerek korktukça korkuyu aşan, delirdikçe akıllanan ve nihayetinde neredeyse bir profesyonele dönüşen Feride’yi okurun izlemesini istedim. Tabii ki hikâye çok daha ‘gerçekçi’ biçimde anlatılabilirdi ve tam bugünkü gerçekliğe uygun yazsaydık eğer, Feride muhtemelen ellinci sayfada filan herkes tarafından kazıklandıktan sonra bir köşe başında kafasından vurulmuş halde bulunurdu. Ama lanet olsun gerçekliğe! Ben Feride’nin, Feride’nin şahsında küçük insanların kazanmasını, en azından içini soğutabileceği bir yere varmasını istedim. Hep yenilgi hep yenilgi, nereye kadar!

Böyle gelişti işte her şey. Diğer karakterler de karmaşık biçimde eklendi onun macerasına. Onların da bazıları yazarken yeniden biçimlendi. Mesela başlangıçta zihnimde çok kötü bir karakter olarak şekillenen Nihat, sonradan “suyun üstüne kalabilmek için pis işler yapan” sıradan birine dönüşürken, soğukkanlı bir piç olarak Selim (Tülin’in eşi) tam bir kötülük simgesi oldu, vs… Bu, bir yazar olarak sizin de yabancısı olmadığınız bir şeydir muhakkak. Hikâyenin akışı tam kontrol edilemeyebiliyor.

Ama sonuç itibarıyla, evet, Feride’nin hikâyesi, tam bildiğimiz anlamda bir polisiye olmadı. Feride’nin omzuna iliştirilmiş bir kamerayla onu ve çevresini izlemek, okuru da buna dahil etmek gibi bir şey yaptım herhalde. Ve tabii bu tür bir anlatım yer yer okuru tutum almaya da zorlar, zorlamıştır diye düşünüyorum. Zorlasın, iyidir.

Her biri kendi sesiyle konuşan 10’dan fazla karakter saydım, yazarken her birini kendi geçmişleriyle ele alıp hatta bir tablo çıkarıp, bir dedektif titizliğiyle karşısına geçip baktığınızı bile hayal ettim. Nasıldı yazma süreciniz?

Sanırım zihninizde vakadaki şüphelilerin fotoğraflarını bir panoya yapıştırıp muamma çözmeye çalışan şu dedektifler canlanmış ama yok, tam öyle olmadı. Ama şu var: Ben, sadece bu romanda değil, öykülerimde de belirgin bir sinema duygusuyla çalışıyorum. Karakterler, mekanlar görüntüler olarak oluşuyor zihnimde ve size komik gelebilir belki ama ben ‘seslendirme’ yapıyorum. Bildiğiniz seslendirme! Özellikle son okumalara doğru, her bölümü elden geçirirken karakterleri kendi kişilikleri, ortamları ve üsluplarına uygun olarak yüksek sesle seslendiriyorum ve neyin oturduğunu neyin oturmadığını anlamaya çalışıyorum. Vallahi belki inanmazsınız ama bazı çok dramatik yerlerde, mesela Feride’nin Dilan’la ilgili pişmanlığını dile getirdiği monologlarda ağladığım bile olmuştur. İnsan kendi yazdığı şeyi okuyup ağlar mı? Oldu işte!

Tasvir işinde çok iyi değilim. Zaten uzun mekân tasvirleri yüksek gerilimli bir hikâyede tempoyu da düşürüyor. Ayrıca ben bir insanın nasıl biri olduğunun, nasıl bir geçmişten geldiğinin diyaloglardan/monologlardan anlaşılmasını isterim. O yüzden diyaloglara özeniyorum. Ve tabii, öte yandan, bildiğim bir dünya bu. Hikâyenin geçtiği mahalleyi biliyorum, hiç lümpen olmadım, hâlâ kağıt oyunlarından filan anlamam ama o dünyayı iyi tanıyorum. Ömrüm devrimci siyasal sürecin içinde geçti, orayı da biliyorum. Karakterler de böylece çıkıyor zaten ve yerine oturuyor. Diyaloglarda bazen ipin ucunun kaçtığı oluyor, farkındayım ama lümpen dünyanın insanları da ‘üsluba uygun’ konuşmuyorlar maalesef!

Yine de yazma işi, mutlaka biliyorsunuzdur, öyle “ben oturup şu karakterlerle şöyle bir şey yazayım” planına uymuyor. Ben, her seferinde önce orta büyüklükte bir defteri sonuna kadar notlarla dolduruyorum ve sonra yazmaya başlıyorum ama yolda tuhaf bir yaratıcılık geliyor insana ve her şey değişebiliyor. Hatta size daha ilginç bir şey söyleyeyim, kitap basıldıktan sonra eski sandıklarımı karıştırırken, cezaevinden nasıl becerdiysem çıkardığım bir defter beni şok etti. Ben Feride’ye çok benzer bir öyküyü yazmaya başlamışım o günlerde. “O günler” dediğim neredeyse 35 yıl öncesi oluyor! Ve yine ilginç bir detay: Son defterlerimden birinde de “Marianne Bachmeier – Feride” diye bir nota denk geldim. Bachmeier, 1981’de küçük kızını istismar ederek öldüren bir erkeği mahkeme salonunun ortasında vurmuştu… Yazmak, böyle tuhaf bir iş demek! Şaşırıyor insan!

Eril ve dişil sesler de bazen birbiri içine geçmiş gibi, bu özellikle yapmak istediğiniz bir şey miydi?

Eril ve dişil sesler meselesi biraz karışık. Tabii ki bu esas olarak bir kadın hikâyesi ama işin içine birbiri ardına çok sayıda karakter giriyor ve tempo yüksekliğinden, kesik kesik anlatımlardan ötürü de hızlı geçişler oluyor. Okurun kafasını karıştıran bir durum çıkıyor ortaya yer yer. Tülin ve Perihan gibi karakterlerde nispeten daha steril bir ses var ama iş Feride’ye gelince o biraz karışık; çünkü Feride’nin yaşamı da aklı da, sesi de durduğu yerde durmuyor, gelişiyor, değişiyor. Özel bir şey yapmıyorum yani aslında. Sesler öykünün rotasına ve karakterlerin sıçramalarına göre her adımda değişebiliyor ve duruma uyum sağlamış oluyor.


FİGEN ŞAKACI – 1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011’de (ilk baskısı Everest Yayınları’ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013’te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki “Pişti” hikayesinden uyarladığı “Topuklu Terlik Süt Yapar” tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017’de, Şogen Film tarafından 2019’da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version