Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

O fotoğrafın anlamı!

O fotoğrafın anlamı!


ADEM YAVUZ ARSLAN | YORUM

Sürgün gazetecilerden Cevheri Güven, yine çok önemli bir habere imza attı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ortağı, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin özel afla cezaevinden çıkartıp yeraltı dünyasının başına atadığı suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı, Hrant Dink cinayetinin tetikçisi Ogün Samast ile Trabzon’da buluşmuş.

Güven’in yayınladığı görüntü ve fotoğraflara göre buluşma, ayaküstü ve tesadüfen gerçekleşmemiş. Ogün Samast ile Çakıcı arasında bir tanışıklık ve birliktelik olduğunu anlamak için görüntülere birkaç saniye bakmak bile yeterli.

Peki, bu fotoğraf neden önemli?

Dink cinayetini merkeze alıp Türk derin devleti ile ilgili iki kitap yazmış biri olarak, bu buluşmayı yadırgamadım. Zira tam anlamıyla malumun ilanı bir durum.
Ogün Samast’ı bulup yetiştiren, eline silah verip Dink’i öldürtenler ile Çakıcı aynı mahalleden. Dolayısıyla Çakıcı’nın bugün Samast ile kameralar önünde buluşması, hem geçmişin mirasını sahiplenme hem de gelecekte icra edilecek operasyonların işaret fişeği olarak görülmeli.

Konjonktür değişince

Bu konuya geleceğim ama bu aşamada biraz hafızalarınızı tazeleyelim.
Çünkü Dink cinayetinin üzerinden yaklaşık 18 yıl geçti. Tetiği çeken ve o gün 17 yaşında olan Ogün Samast, cezasını bitirip geçen yıl tahliye oldu.

Cinayet soruşturması, Erdoğan rejiminin politik ajandasına paralel olarak yön değiştirdi. Savcı Gökalp Kökçü, Saray’ın talimatlarına göre bir iddianame yazdı.
Cinayeti işleyenlerle siyasi irade el ele verdi; suikasti planlayanları, tetikçiyi bulup yetiştirenleri, cinayetin üzerini örtenleri akladılar.

Faturayı, Erdoğan’ın ihtiyaçları doğrultusunda Hizmet Hareketi’ne çıkarıp gittiler.

Öyle ki, tetiği çekip cinayeti işleyen katil bile serbest kaldı, ama suikastteki devlet parmağına işaret edenler müebbetle yargılanıyor.

Hrant Dink’in arkadaşlarının tabiriyle, “yargılama adıyla utanç verici bir müsamere sergilendi.” Hrant Dink için adalet talep eden ama aslında cinayeti karartma misyonunu yürüten Nedim Şener ve arkadaşları da ödevlerini iyi yaptılar.

Sonuçta Dink’i cinayete götüren ve onu hedef haline getiren kişilerle ilgili dava bile açılmadı ve haklarında ‘takipsizlik’ kararı verildi. Trabzon Emniyet İstihbaratı’nın başında o dönemde, bugünün Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç vardı. İstanbul’da ise Ahmet İlhan Güler, İstihbarat Şube Müdürü olarak görev yapıyordu.

İkisi de görevlerini yapmamıştı, ancak suçlanmadılar. Aksine taltif edildiler. Olayla doğrudan alakası olmayan, Ankara’da görevli Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer ise ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

İlk istihbaratı alan Trabzon Emniyeti ve istihbarat bilgisini almasına rağmen görevini yapmayan İstanbul İstihbaratı ile İstanbul Valiliği’ydi. Emniyet ve Valilik istihbaratı alıyor, ancak Dink’e koruma bile vermiyordu. Peki, ne yapmışlardı? Vali yardımcısı ile iki MİT elemanı, Dink’i valiliğe çağırıp tehdit etmişti.

Hrant Dink’in katili tetikçi Ogün Samast, 15 Kasım 2023’te yatarını tamamladığı için tahliye edildi. Savcı Gökalp Kökçü ise hizmetlerinin karşılığını aldı. Karıştığı yüz kızartıcı suçlar nedeniyle tutuklanması gerekirken Saray’ın HSK’sı tarafından taşraya gönderildi ve emekliliğe ayrıldı.

Parçaları birleştirince

Hrant Dink cinayetinin saklanan gerçeklerini anlattığım ‘Bi Ermeni Var’ kitabımın arka kapak yazısına şöyle başlamıştım: “Ergenekon sabahına uyandığımızda ‘yavuz hırsızlık’ yapanlar, Hrant Dink öldürüldüğünde de aynı şeyi yaptılar ve bize odaklanmamız için bir nokta işaret ettiler. Bizden istedikleri, sadece oraya bakmamız, baktıkça hipnotize olmamız ve ayan beyan ortada olanı görmememizdi.

Oysa Hrant Dink’in afişe edilmesi ve bir psikolojik harekât nesnesine dönüşmesi, kapsamlı bir projenin parçasıydı. Üstelik sistemli bir abluka, bu sonuç için İstanbul’dan Pelitli’ye kadar iç içe çarkları devreye sokmuştu.”

Bugün geriye dönüp baktığımda, 13 yıl önce yazdığım satırların güncelliğini koruduğunu görebiliyorum. Zira cinayeti işleyenler, bize odaklanmamız için başka bir nokta işaret edip herkesi hipnotize ettiler. Mesela, özetleyerek anlatacağım realitelerin hiçbirini yargılama konusu bile yapmadılar.

Bu cinayette tetik 19 Ocak 2007’de çekilse de öncesinde uzun ve kapsamlı bir hazırlık evresi var. 2003 itibarıyla MGK’da çerçevesi çizilen “azınlık ve yabancı düşmanlığı”nın Ulusalcı dalgayı şişirmek için nasıl istismar edildiği, bir anda ekranları saran misyonerlik tartışmalarının aslında nasıl bir planın parçası olduğu; Dink’in afişe edilip hedef yapılmasının Ankara’dan başlayarak Trabzon ve İstanbul’a uzanan, ‘devletin aktif rol aldığı’ bir proje olduğu; cinayette aktif rolü olmasına rağmen sorgulanmayan MİT ve Jandarma’yı; emniyette yaşanan ekip savaşlarını ve cinayetin nasıl ustaca saptırıldığını kitaplarımda genişçe yer verdim.

“Böyle saçmalık olur mu!” demeyin!

Bu aşamada gelin farklı bir şey yapalım.

Bir an için Erdoğan-Ergenekon ittifakının söylemini doğru kabul edelim. Yani Cemaat, Ergenekon operasyonlarını başlatabilmek ve İstanbul İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler’i görevden almak için bu cinayete göz yumdu diyelim. Nedim Şener gibi Saray yancılarının bu absürt argümanı, karşımıza iddianame olarak çıktı.

Bir an için hiç bir mantıklı izahı olmayan bu tezin doğru olduğunu varsayalım… Bakın ortaya nasıl bir saçmalık çıkıyor: Dink cinayetine giden süreç, 2003’te AKP’nin iktidara geldiği günlerde başlatıldı. Zira Dink Cinayeti, tekil bir olay sayılamaz.

Rahip Santoro Suikastı’ndan Malatya Zirve Yayınevi Katliamı’na kadar bir dizi olayın parçası olarak görmek gerekiyor. Bir avuç Rum ve Ermeni’nin kaldığı, sayıları bir elin parmağını ancak geçen kilisenin varlığını sürdürdüğü Türkiye’de bir anda “Din elden gidiyor!” yaygarası çıkartılmıştı.

Normalde dinle pek ilgisi olmayan çevrelerde bile, “Gençlerimiz din değiştiriyor, her yer kilise evi oldu, dinimiz elden gidiyor.” nakaratı tekrar ediliyordu.

Kitaplarımda belgeleriyle anlattım; o söylemler, 17 Kasım 2003 tarihli Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan “misyonerlik tehdidi” kararının yansımasıydı. Bu durumda, eğer Dink cinayetini Hizmet Hareketi’nin bir eylemi sayacaksak, o dönemin Genelkurmay yöneticilerini de “kripto Cemaatçi” kabul etmemiz gerekecek.

Mesela dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, dönemin MGK Genel Sekreteri Org. Şükrü Sarıışık ve MGK’ya başkanlık eden dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de “Cemaatin adamı” olmalı. Daha 2002’de Agos gazetesini mercek altına alan Genelkurmay Psikolojik Harp Dairesi personelinin de “Cemaatçi” olması gerekir. Zira 2002 tarihli “Agos yazışmaları” var.

Misyonerlik balonunun şişirilmesinde rol alan ve Genelkurmay’da “misyonerlik semineri” veren Sevgi Erenerol da; 6 Şubat 2004’te Agos’ta çıkan haberi 15 gün sonra manşetine taşıyarak konuyu Türkiye gündemine getiren Hürriyet ve gazetenin o zamanki yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de; Agos’un, Sabiha Gökçen ile ilgili, 1915 sonrası evlat edinilmiş bir Ermeni olduğuna dair haberi sonrası harekete geçen ve çok sert bir açıklama yayınlayan Genelkurmay Başkanlığı’nın da “Cemaatçi” olması lazım.

Mesela o dönem Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’du.

Eğer rejimin söylemini doğru kabul edersek, İlker Başbuğ’un da “FETÖ’cü” olması gerekir. O açıklama olmasa protestolar olmayacak, davalar açılmayacak, Ogün Samast’a “Bir Ermeni var, sen vuracaksın!” denmeyecekti!

Savcının mantığından hareket edersek, Dink ile ilgili ilk şikâyet dilekçesini veren Mehmet Soykan isimli vatandaş da; bu şikâyeti hemen işleme koyup 301’den dava açan Şişli Cumhuriyet Savcısı da; Dink aleyhine şikâyet kampanyası organize eden Büyük Hukukçular Derneği ve mahkemeye gidip “hain” diye bağıran Kemal Kerinçsiz’ler de; adı JİTEM ve Susurluk ile özdeşleşen, Dink’in afişe edilmesi sürecinde adliyede boy gösteren Veli Küçük de; Dink’in “Türklüğe hakaret ettiğine” karar veren Yargıtay 9. Dairesi üyeleri de; “Hrant’ın Hırlayışı” diye yazılar kaleme alan ve günlerce Dink’i manşetlerden düşürmeyen gazeteler de; hatta Aralık 2006’daki duruşmada mahkeme önüne gelip, “Hrant Dink. Taşnak, Hınçak ve Asala seninle gurur duyuyor” pankartı açan “Ülkücü-İşçi Partili” protestocular da “Cemaatçi” sayılmalı.

Çünkü bu saydıklarım, Dink cinayetine uzanan yolun kilometre taşlarıydı.

Suikastın en kritik anlarından biri

Dink cinayetinin en kritik anlarından biri 24 Şubat 2004’tü. Dönemin Vali Yardımcısı Ergun Göngör, Dink’i makamına çağırmış ve “ulusunca” uyarmıştı. Yanında MİT’çi Özel Yılmaz vardı.

Dönemin MİT İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı olan ve Bedrettin Dalan’a “Kaç!” uyarısı yaptığı iddiaları da basına yansıyan Özel Yılmaz’a, o talimatın dönemin MİT Müsteşarından geldiği ortaya çıkmıştı. (Özel Yılmaz, sonradan İzmir Bölge Başkanlığı’na atanarak “terfi” etti.)

Savcının mantığından hareket edersek; yani Dink cinayeti Cemaat’in bir organizasyonu ise, dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un, dönemin İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu’nun, dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler’in de Cemaat’in Dink cinayetinde görevli elemanları olması gerekir.

Karadeniz bölgesindeki provokasyonlar

Karadeniz bölgesinde 2004-2007 yılları arasında çok sayıda provokasyon yaşandı. Özellikle Trabzon’da, milliyetçiliği ve tez canlılığı ile bilinen Karadeniz insanının “kanının kaynaması” için özel çaba sarf edildiği açıktı.

“Tetikçiyi besleyen atmosfer”in oluşturulması için Karadeniz medyasında defalarca misyonerlik üzerine manşetler atan tüm gazetecilerin de bu mantıkla Cemaatçi olması gerekir!

Özellikle her gün misyonerlik hakkında konferans veren, elindeki medya ile 7/24 “Gülen Cemaati’nin Türk gençlerini Hıristiyanlaştırdığını” anlatan Haydar Baş ve cemaati de “gizli Cemaatçi” olması gerekir. Zira hem Dink cinayeti hem Rahip Santoro hem de Malatya Zirve cinayetlerinin failleri, ifadelerinde medyadaki “misyonerlik ve satılan vatan toprakları” haberlerinden etkilendiklerini anlatmışlardı.

Rejimin mantığından hareket edersek; cinayet ihbarını alan ve sümenaltı eden dönemin Jandarma Alay Komutanı Ali Öz’ün (Bi Ermeni Var’da ilk kez gün yüzüne çıkan bir fotoğraf vardı: Dink’i tehdit eden Veli Küçük, net bilgi almasına rağmen olayın üzerini kapatan Ali Öz’ü makamında ziyaret etmiş ve hatıra fotoğrafı çektirmişti) emrinde, Pelitli gibi küçük bir beldede 5 istihbarat elemanı çalıştıran Yüzbaşı Metin Yıldız da “Cemaatçi” olmak zorunda.

Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın 16 Haziran 2004’teki Trabzon seferine bomba ihbarı yapan; daha sonra McDonald’s’ı bombalayan, kilisede papaz döven ve Dink cinayeti için silah ve tetikçi bulan Yasin Hayal de (Yasin Hayal’in suç kaydını GBT’ye işlemeyen jandarma görevlisi de), istihbarat elemanlarından Dink cinayetine dair tüm istihbaratı almasına rağmen gereğini yapmayan, hatta Yasin Hayal’e silah temin etmesi için para veren jandarma istihbaratçıları Okan Şimşek ve Veysel Şahin de, en kritik isimlerden biri olan Coşkun İğci de, cinayetteki “esas abi” Erhan Tuncel de, soruşturmayı yürüten ve jandarma ile Erhan Tuncel etrafında şekillenen ilişkileri “normal” olarak kayda geçen jandarma müfettişi Albay İsa Öztürk de, tetikçi Ogün Samast İstanbul’a gittiğinde nasıl bir tesadüfse (ifadesinde tesadüfen orada olduğunu, mahkûm götürdüğünü söylemişti) orada olan ve cinayetten sonra adını değiştiren jandarma asayiş başçavuşu Satılmış Şahin de “Cemaatçi” olmak zorunda.

Tetikçi Ogün Samast ise tartışmasız ‘tetikçi imamı’ sayılmalı.

Kafanız karışmış olabilir ama biraz sabredin.

Madem rejimin mantık yürütmesinden hareket ediyoruz, Dink cinayetinin en kritik ayağına gelelim: Emniyet…

Dink cinayetinin hazırlığının yapıldığı dönemde Trabzon Emniyeti İstihbarat Daire Başkanı olan Engin Dinç hariç herkes Cemaatçi sayılıyor. Emniyet muhbiri ve cinayetin kilit ismi Erhan Tuncel ile kendi makamında görüşen, sırtını sıvazlayan Engin Dinç, kısa zamana kadar Emniyet İstihbarat’ın başındaydı. Şimdi ise Ankara Emniyet Müdürü.

Engin Dinç, Dink cinayetinin en kritik isimlerinden biriydi ancak yargılanmadı bile…

Aslında hiçbir şey anlatmayıp sadece “Engin Dinç şu an Ankara Emniyet Müdürü” deseniz, Dink cinayetine dair başka bir şey söylemeye gerek kalmaz. Mahkemeye ‘tanık’ olarak bile gelmesi olay olmuştu. Altında çalışan personeli Muhittin Zenit tutuklandı. Amiri pozisyonundaki Ramazan Akyürek de. Ama Engin Dinç hakkında dava bile açılmadı!

“Dink’in öldürüleceğine dair” meşhur rapora rağmen gereğini yapmayan dönemin İstanbul İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler de Cemaatçi sayılmalı, çünkü “Cemaat’in en önemli silahlı eylemine, somut istihbarata rağmen gereğini yapıp Dink’e koruma çıkarmayarak katkı sağlamış (!)” oldu.

Aynı mantıktan hareket edince dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve “Dink cinayeti Ogün ve Yasin’den ibaret, ardında başka bir şey yok” diyen Hanefi Avcı da Cemaat’in adamı oluyor.

Dönemin İstanbul Terör Müdürü Selim Kutkan’ı da (bu isme dair kulislerde çok çarpıcı bilgiler vardı) ‘Cemaatçi polisler’ listesine almak lazım, çünkü Ogün Samast’a dair en net görüntülerin olduğu iddia edilen Akbank kamera kayıtlarının onun döneminde ‘kaybolduğu’ iddia edilmişti.

MİT’e soru bile soramadılar

Cinayeti soruşturan ve organizatörlere dair hiçbir şey bulamayıp MİT’e tek soru dahi sormayan, Jandarma ile ilgili şüpheleri göz ardı eden Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişlerinin de Cemaatçi olması gerekir.

Aradan geçen bunca zamana rağmen soruşturmada ilgili yerlere bakmayan, “ihmal tartışması” etrafında dönüp duran savcılar ve hâkimler de tümden Cemaatçi olmalı ki cinayetteki asıl faillere bakmadılar. Özellikle de savcı Gökalp Kökçü, hazırladığı iddianameyle soruşturmayı sulandırdığı için Cemaatçi sayılmalı.

Rejimin mantığından hareket edersek, Nedim Şener de sıkı bir Cemaatçi oluyor. Cinayetin üzerinin örtülmesindeki katkıları yadsınamayacak kadar büyük çünkü.

Liste böyle uzayıp gidiyor.

Saçma mı geldi?

Bence de öyle, ama madem bir an için bile olsa rejimin mantığıyla hareket ediyoruz, devam edelim…

Siyasi niyetlerle gerçekler örtülüyor

Sırf siyasi niyetlerle ayan beyan ortada olan zincirin halkalarını görmezden gelip işi Erdoğan’ın direktifi doğrultusunda ‘Cemaat’in ilk silahlı eylemi’ olarak tanımlarsanız, saydığım tüm bu isimlerin Cemaatçi ve “Cemaat’in gelecek planlarını hayata geçirmeye programlanmış kişiler” olduğunu varsaymanız gerekir ki böyle bir denklem, olasılık hesabı olarak imkânsıza eşittir.

Dahası şu; savcı “Cemaat İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube’yi ele geçirmek istiyordu.” diye iddia ediyor. İyi de Hrant Dink medyada afişe edilip, mahkeme önlerinde fiili saldırıya uğrarken İstanbul Emniyeti ya da Valiliği koruma kararı aldırsa cinayet engellenecekti.

İddia edilen Cemaat nasıl bir örgütse, yıllar boyu hazırlık yapacak, inanılmaz detayları planlayacak ama bir ‘B’ planı olmayacak! Emniyet yapması gerekeni yaparak tüm planı suya düşürecek!

Kaldı ki Ahmet İlhan Güler’i değiştirmek, dönemin İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in yetkisi dâhilinde. Bir imza ile bu değişikliği yapabilirdi.

Ayrıca savcının bahsettiği türden bir komployu yazacak olan kurum, istihbaratı kayda geçmez, haber elemanını kayda geçmez, iz bırakmaz. Bu olayda emniyet her yerde iz bırakmış. Devletin diğer istihbarat kurumları, “büyük abi” Erhan Tuncel’in telefonunu sorgulasa, emniyetin istihbarat elemanı olduğunu anında görür.

Cemaatçi bir kadro komplo kuruyor ama projenin en kritik iki yerinde Trabzon ve İstanbul’da, emniyet müdürleri ve istihbarat müdürleri Cemaatçi değil. Cemaat komplo kursa Erhan Tuncel’i kayda geçirmez, bilgiyi İstanbul’a göndermez, kayıt altına almazdı.

Kısacası o kadar saçma bir tez ki inanmak için aklınızı devre dışı bırakmanız gerekiyor.

Çakıcı o fotoğrafı neden verdi?

Gelelim bütün bu süreci özetlememe neden olan Çakıcı-Samast fotoğrafının anlamına.

Cezaevinden özel afla çıkarılan Alaattin Çakıcı’nın Trabzon’a gidip Ogün Samast ile buluşması, fotoğraflarını paylaşması bir nevi “el verme”.

Çakıcı bu hareketiyle Ogün Samast’ı tasdik etmiş oldu. Samast’ın geçmişini de sahiplendi.

Her ne kadar Erdoğan ve Bahçeli, “Aramızda sorun yok!” dese de MHP tabanı zor günler için hazırlık yapıyor. Mafyatik örgütlenmelerle hem ranta hem de siyasi arenaya çöküyorlar. Önceden bu tip görüşmeleri, desteklemeleri kapalı kapılar ardında ve gizlice yaparlardı. Artık gizleme ihtiyacı bile hissetmiyorlar. Ogün Samast’a sahip çıkmaları “Ardında biz varız!” demek oldu.

Çakıcı tüm Karadeniz’i gezip adam topluyor.

Bu fotoğrafın bir diğer anlamı da şu; Özgür Özel ile CHP’yi dizayn ettiler, Cübbeli Ahmet’e el öptürdüler. Ogün Samast fotoğrafıyla da rejime muhalif herkesi tehdit etmiş oldular.

Sinan Ateş suikastında gerçek failler cezasız kaldığı için bundan sonra işlenecek suçlar için yol açık. Maalesef çok karanlık bir döneme girdik, her şey çok daha kötü olacak.

Üzgünüm ama realite bu!

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version