Can ÖKTEMER
Francis Ford Coppola’nın neredeyse 1970’li yılların sonundan beri hayata geçirmek için uğraştığı projesi Megalopolis sonunda izleyiciyle buluştu.
Sınırları zorlamayı, her daim yenilik peşinde koşmayı ve hikâye anlatımını yeni bir yere evirmeyi seven Coppola’nın yıllar sonra nasıl bir şeyle seyirci karşısına çıkacağı merak konusuydu. Aslında bakarsanız son derece vasat ve sıkıcı bir ortama sahip sinema dünyası için yılın olaylarından biriydi bana kalırsa Coppola’nın geri dönüşü. Lakin mevzu tam da öyle ilerlemedi. Yıllardır hayalini kurduğu filmin çekimini gerçekleştirebilmek için yapımcı bulamayan ve son çare olarak üzüm bağlarını satan Coppola’nın filmi tüm eleştirmenlerden olumsuz not aldı. Bazılarından ise oldukça ağır yorumlar geldi. Film tarafı ise karşı hamle olarak büyük eleştirmenlerin bir vakitler Coppola filmleri için söylediklerini sanki bu film için söylemişler gibi gösterdi.
Hey bir dakika bunun bir benzerini seçimlerde yapan bir siyasi parti vardı, kimdi ki o? Bu ucuz numara sosyal medya çağında hızla ortaya çıktı. Filmin prestij kaybı daha da arttı. Coppola’nın emeklilik hatırası hem gişede hem de sinema tarihinde ciddi şekilde kayaya çarpmış oldu. Hiçbir şeyin beğenmemenin havalı göründüğü bir dönemde film anlatıldığı kadar kötü mü bir bakalım öyleyse.
ABD İMPARATORLUĞU ÇÖKERKEN
Megalopolis, ABD’nin Roma İmparatorluğu’nun devamı olarak kabul edildiği, Sovyet Birliği’nin ismi var kendisi yok sayıldığı alternatif bir evrende geçiyor.
Film, Nobel ödüllü dahi ve idealist mimar Cesar Catalina’nın öyküsüne odaklanıyor. Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda var: Coppola’nın karakterleri ilhamını doğrudan Roma İmparatorluğu’nun son döneminden alıyor ve ABD’nin mevcut durumuna dair bir analoji kurma iddiasında. Catalina haricinde Cicero gibi bildik bir tarihi figür de filmin içerisinde yer alıyor.
Cesar Catalina’nın, her anlamda çökme noktasına gelmiş New York’u kurtaracak ve bunu sadece şehre değil tüm insanlığa sunacak idealist ve ütopik bir hayali var: Megalon. İstediği an zamanı durdurabilen, hayata bakışı biz fanilerin çok dışında biri olan Catalina, yozlaşmış, kaybolmuş bir topluma yeni bir idea sunabileceği düşüncesinde. Her deli dahi gibi biraz çatlak, az biraz da dumanlı. Zamanı durdurmak için onun en büyük mahareti ama ya durduramazsa? Yolsuzluklara bulaşmış Cicero ise realist biri olarak bu ütopyalara karşıdır. Catalina’nın en büyük düşmanı, rakibi günümüz sağcılığının vücut bulmuş hali olan Pulcher de onun planlarını bozmak için mevzi aramaktadır bu arada. Pulcher, gösteri toplumundan aldığı ilham ve toplumun sinir uçlarına dokunan söylevleriyle ilginç bir okuma alanı yaratıyor bence.
Bunun haricinde açık bir Trump göndermesi olan Hamilton Crauss da personasıyla, eylemleriyle arketipini antik Roma’dan imgesini ise 21. yüzyıldan alan bir tiran. Şekspiryen soslu Roma İmparatorluğu replikasının diğer çatışma noktasını Cicero’nun kızı Julia oluşturacak. Julia, babasının ezeli düşmanı Catalina’ya âşık olacak, Catalina da esas ilhamını onda bulacak. Ez cümle Francis Ford Coppola, ana çatısını Roma’nın son günlerinden, yozlaşmanın, şehvetinin, yalanın ve aç gözlüğünün dünyasını olduğu gibi 21. Yüzyılın son imparatorluğu ABD’ye taşımış. Politik keskinliği ve megafonla bağıran söylevi bu noktada çok açık. Semboller ise ortada. Demokrasinin çıkmazı, modernitenin çöküşü ve kayıp ütopya… Coppola film boyunca bunu sorgulamış. 1970’li yılların sonunda yazmaya başladığı hikâye neler görmüş neler… İki Körfez Savaşı, 11 Eylül saldırısı, Bush dönemi rezillikleri ve son olarak Donald Trump. Tüm bu hali ruhiyenin özeti gibi film. Lakin şöyle bir sorun var ortada; film bir taraftan açık politik göndermelerle dolu diğer taraftan da bir meslek filmi. Mimarlığın sınırlarını, yaratıcılığını ve insana ilham veren doğasını anlatıyor. İşte bu noktada insan durup sormak istiyor; sınıf nerede? Barınma hakkı nerede? Catalina dillere desten ütopyası, insanları refaha ulaştıracak rüya projesinde göçmenler, emekçiler nerede duracak? Catalina elinde mikrofonuyla TEDX konuşması yapar gibi söylev çekiyor ama altı boş.
İstediği gibi zamanı durduran, istediği zaman çat diye binanın yıkılmasına onay veren ütopyacı mimarın dünyasında sınıf yok. Günümüz dünyasının en büyük sorunun barınma olduğu düşünülürse kaykayın üzerinde dengedeyken ellerinde topları döndüren ve “Hey bana bakın acayip bir şey yapıyorum” diye bağıran filmin yere düşeceği bu anlamda kesin gibi. Coppola, sinemaya aşkla bağlı, idealist, yenilikçi bir yönetmen olmaya çalıştı her daim. Neredeyse çocuksu bir iştahla sinemaya, sinema tarihine bağlanan bir kuşaktan geldi. En azından 1970’li yıllar sinemasının atmosferi böyleydi.
Günümüz post zamanlarında idealler, ütopyalar ve yenilikçi girişimlerin pek karşılığı yok. Bunu kabul edelim. Modernizmin çatlaklarından sızan sağcılık da baş ucumuzda duruyor. Megalopolis, iddialı görselliği, hikâyenin seyirciye nasıl ulaşacağından çok kendisiyle hasbihalde olan, büyük laflar söylemeye çalışan ama şimdiden zamana yenilmiş bir film olmuş ne yazık ki… Günümüz sinemacıların arasında bazı sahneleri ve buluşlarıyla yine de parlasa da Coppola’dan çok daha iyi bir vedayı beklerdim. Üstelik film setinden gelen “taciz” iddiaları da işin tadını iyice kaçırmışa benziyor.
Zizek, günümüzde ütopyaları yeniden inşa etmemizi belirmişti bir makalesinde. Dünyanın sonunu getirme konusunda son derece iştahlı sağcı siyasetçilerle çevrildiğimizi düşünürsek türümüzün devamlılığı için ütopyaya hiç olmadığımız kadar ihtiyacımız var. Sinema, genel olarak sanat da bunun dinamosu olmuştur tarih boyunca. Coppola da son filminde belli ki bu sorunun cevabını aramaya çıkmış ama sonuçlar farklı çıkmış gibi. Sonuç olarak Megalopolis bir çağın kapandığının habercisi.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***