YORUM | KERİM BALCI
Senin durduğun yerden, bir daha kimse bakmayacak aleme, senin baktığın gibi. Senin gözlerinde ışıldayan mana başka hiçbir gözde ışıldamayacak… alem aynı alem olsa da bakan aynı göz olmadığı için…
Durduğun yer, uzay-zamandaki mekânın değil sadece; kültürde, birikimde, inançta, kabzda, bastta, aşkta, halde, seni sen yapan bütün oluş, duruş ve bilişlerde durduğun yer.
Senin durduğun yerden, bir daha kimse bakmayacak aleme, senin baktığın gibi. Biricik tecrübeni… bir defa… bir tek defa… sen yaşayacaksın.
Bir tek sen şahit olacaksın, senin durduğun yerden göründüğü şekliyle, aleme. Kâinat Kitabının ayetlerini, senden başka kimse okumayacak, senin okuduğun gibi. Bir tek sen mesul olacaksın şahitliğinden… bir tek sen… hesaba çekileceksin, tecrübenin biricikliğinden…
* * *
İbnü’l-vakt, anın biricikliğini dolu dolu yaşayan demek… Bir ana, binler avalim sığdırandır sofi…
* * *
Bu tecrübeyi başkalarından da dinledim. Başka zamanlarda, başka insanlara, başka başka ifadelerle aynı hakikati anlatmış olabilir elbette. Benim bu biricik tecrübem şu:
O İstanbul’daydı… Ben İsrail’de… O, Sızıntı’nın orta sayfalarında Kalbin Zümrüt Tepeleri’ni yazmaya başlamıştı… Ben şoktaydım… Bir ziyaretimde, bir an oldu, sofrasında buldum kendimi… Belki başkaları da vardı ama benim durduğum yerden, bir tek O görünüyordu… ve bir de sesini hatırladığım, ama çehresini belki de hiç görmediğim o adam. O adam, yaşça O’na yakın biriydi belli ki. Rahat konuşuyordu.
“Hocam, bu Kalbin Zümrüt Tepeleri de nereden çıktı? Biz tarikat ehli miyiz?” deyiverdi. Belki çok daha edepli bir şekilde sordu ama benim durduğum yerden, odunun bile eğrisinin giremeyeceği Taptuk Dergahına eğri büğrü girmiş bir söz gibi duyuldu ifadeleri…
Gülümsedi bahçıvan…
“Hicrî üçüncü asırda yer göğe yanaşmış.” dedi… “İnsanlar sokaklarda vera aleminden, mana aleminden manzaralara şahit olmuşlar. Ne yaşıyoruz? Bize ne oluyor? diyerek kaynaklara döndüklerinde hallerine benzeyen malzemeyi bizim kaynaklarımızda değil Neoplatonizmin kaynaklarında bulmuşlar. Panteizm bataklığına saplanmış nicesi.”
Sonra Louis Massignon’un Bağdat’da Alusilerin yanında kaldığı dönemde Hallac’ı çalıştığından ve fakat o sırada yaşadığı bir manevi tecrübeyi İslam’a davet olarak değil de Hristiyanlığa davet olarak yorumladığından bahsetti.
Yerin göğe yanaşması, Massignon, neoplatonizm… hiç duymadığım şeylerdi…
“Ben” dedi, “Gelecek kuşaklarda yerin yeniden göğe yanaşacağını öngörüyorum. İnsanlar gündelik yaşantılarında vera aleminden manzaralar görecekler. O kuşağın insanlarının yol haritasını çizmeye çalışıyorum Kalbin Zümrüt Tepelerinde… Kaybolmasınlar diye… Bir defa daha panteizm batağına saplanmasınlar diye…”
Hiç duymadığım şeylerdi…
“Ben” dedim… — bahçıvanın eğri söze böyle şefkatle mukabelesinden aldığım cesaretle sanırım — “Hiç öyle manzaralar filan görmüyorum. Benim okumama gerek yok o zaman bu kitapları.”
Gülümsedi bahçıvan…
“Kerim Bey…” dedi, “Bu kitaplar raflarda yol haritalığı vazifelerini yapamazlar. Siz bu yazıları okuyacak, o kavramları dilinize maledecek, gündelik yaşantınızda Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin diliyle konuşacaksınız ki, o tecrübeyi yaşayanlar yol haritalarını kültürün içinde, dilin içinde hazır bulsunlar…”
Alem ışıldadı gözümde… Benim olduğum yerden, sadece ben… bunları duydum sadece…
* * *
Tecrübenin biricikliğinin yaptığı çağrı sorumluluk yükler sana…
* * *
Yıllarca o tecrübenin rehberliğinde yazılar yazdım Zaman Gazetesi’nde. Dış haberler sayfasında yazıyordum neticede… Rahmetli babam, “Oğlum, eminim güzel şeyler yazıyorsun ama bir de ne dediğini anlasam…” diye dert yanıyordu… O bilmiyordu… Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin dilini sokağın dili yapmaya çalışıyordum.
Kendimce…
Dilim de o kadar dönüyordu.
Başarısız oldum. Benim kuşağım, dilin namusuna sahip çıkmakta, Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin kamusuna sahip çıkmakta başarısız oldu…
* * *
2013 Ramazanıydı. Irmak TV yayına henüz başlamıştı. Gazeteciler Yazarlar Vakfı’nın Eyüp’te yeni renove ettiği bir tekke binasından iftar programları yayınlıyorduk. O akşamın ev sahipliği bendeydi. Misafirim Üstad’ın talebelerinden Abdülvahit Tabakçı Ağabeydi. İftar öncesinde Hazreti Bediüzzaman’ı Eskişehir’deki otellerinde nasıl ağırladığına, nasıl arabasıyla gezmeye götürdüğüne dair keyifli bir sohbet yapmıştık. Ezan-ı Muhammedi okunurken banttan yayına geçtik.
Bu aralarda stüdyoda bir koşturmaca başlar. Hızla yenilecek iftariyelikler ve tabi çay gelir. Yine öyle olmuştu. Yayına girmeye saniyeler kalmış, reji geri sayıma başlamıştı. Bardağımın dibinde az bir miktar çay kalmıştı. Sol yanımda oturan Abdülvahit Ağabey kolunu uzattı ve başımı enseme kadar iki defa sıvazladı. Büyük bir iltifattı benim için. Ama sonra enseme ağır bir şaplak indirdi ve “Keçeli, çayını bitir!” diye emretti.
“Yayındayız!” diye seslendi reji o anda. Tabakçı ağabeyin tokadı esaslıydı. Gözlerimden yaş gelmişti. Ama daha zoruma gideni, bu tokadı niye yediğimi anlayamamış olmamdı. Bir müddet kendime gelmeye çalıştım. İftar öncesindeki tatlı sohbetimizden eser kalmamıştı. Bir şeyler soruyordum sormasına ama aklım sürekli yediğim tokattaydı. Ensem yanıyor, kalbim acıyordu…
Yayın bitti.
“Şimdi sen, ben bu tokadı niye yedim diye düşünüyorsundur, anlatayım…” diye başladı Rahmetli Abdülvahit Ağabey: “Bir gün üstadın yanında çay içiyorduk. Ben bardağın dibinde çay posası olunca o kısmını içmezdim. Yine öyle bir parmak kadar bardağımda kalmıştı. Üstad önce ensemi iki defa sıvazladı. Müthiş bir manevi haz almıştım bundan. Ama sonra enseme öyle bir tokat indirdi ki gözlerim yerinden oynadı. “Keçeli, çayını bitir!” diye de bağırdı bana. Çayı bitirdikten sonra da “Bak bu tokat benim sana mirasım. Sen de birine miras bırakırsın.” dedi. İşte ben sana üstadın bendeki mirasını miras bıraktım. Artık sen de başka birine bırakırsın…”
Üstadın mirası o tokat hala bendedir.
Belki başkaları da nasiplenmiştir o mirastan. Ama benim olduğum yerde, bir canlı yayın arasında, reji geri sayarken o kutlu mirası devralmış bir başka kimse olacağını zannetmem.
Tecrübenin biricikliği vazife yükler insana…
* * *
Üstadın ve Abdülvahit Tabakçı Ağabeyin mirasını devredecek birini bulamam, bulsam da cesaret edemem belki. Ama O’nun sofrasında yaşadığım, o bence biricik Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde gezinme tecrübesinden üzerime aldığım sorumluluğu devretme vaktidir.
Serpil Can Hoca ve arkadaşlarına devrettim o vazifeyi. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin sözlüğünü yazma, o sözlüğü gündelik yaşam diline dönüştürme, satır satır okuma, sadır sadır hissetme, yaşama ve yaşatma vazifesini, Respect Graduate School bünyesinde açılan Kalbin Zümrüt Tepeleri seminerinin hocalarına devrettim.
Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin, Hocaefendi’nin tekamül tecrübesinin günlükleri olduğu doğrudur elbet. Ama benim için Kalbin Zümrüt Tepeleri, ali bir medeniyetin diline, edebiyatına, kültürüne kazınacak kavramlar haritasıdır. Kitabetten hitabete taşınması gereken bir kavramlar hazinesi…
Okurlarımın bu hazineyi yaşayan bir dile dönüştürme gayretine bigâne kalmayacaklarını ümit ederim.
* * *
NOT: Yazıda bahsi geçen Kalbin Zümrüt Tepeleri seminerine ve Kalbin Zümrüt Tepelerince konuşma seferberliğine katılmak için tıklayınız: https://turkce.respectgs.us/risale-ve-hizmet-arastirmalari-merkezi/kalbin-zumrut-tepeleri/tasavvufa-giris/
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***