Memleket sinemasının ahval ve şeraitini kuşağının en ‘sanatçı’ olanının entelektüel seviyesine bakarak anlayabiliriz. Türkiye sinemasının krizinin aynı zamanda bir entelektüel kriz olduğunu yazıp çizerken boşuna söylemiyoruz. Çünkü ele aldığı meseleyi tarihsel bağlamına oturtamayacak, kullandığı dilin darbecilerin söylemiyle aynı olduğunu fark etmeyecek kadar tarih ve siyaset bilmemek az buz bir kusur sayılmaz.
Bilmemek diyorum çünkü bilip yapmamak kötü niyete girer. “Hiçbir Şey Yerinde Değil” filminin yönetmeni Burak Çevik’in niyetinden şüphe etmek için bir gerekçemiz yok henüz. O zaman elimizde ilk neden kalıyor. Çünkü Bahçelievler Katliamı gibi Türkiye tarihin en büyük politik cinayetlerinden birisini ele alırken söz konusu eylemin, bu eylemin mağdurları ve gerçekleştiricilerinin kim olduğun üzerinden bu kadar kolayca atlayamazdı bir yaratıcı eğer tarih ve bağlam konusuna biraz daha fazla kafa yorsaydı.
Bu katliamın Abdullah Çatlı’nın organizasyonunda Türkiye’de gerçekleştirilen sıradan bir cinayet değil, Çorum ve Maraş katliamlarına, oradan 12 Eylül’e, 90’larda Sivas ve Gazi mahallesi katliamlarına, Kürt illerindeki cinayet ve gözaltında kayıplara, en nihayetinde Susurluk kazasına kadar uzanan bir ‘devlet operasyonunun’ hadi solcu jargonla söyleyelim Gladyo yapılanmasının ilk eylemlerinden biri olduğu söylenmiştir bence yönetmene. Bütün bu saydıklarımın mağdurlarına bakarak bile iki taraf arasında bir eşitlik varmış, ‘karşılıklı şiddet’ durumu söz konusuymuş diye düşünmek, yorumlamak hatta bunun filmini çekmeye kalkmak ‘kötü niyetin’ olamayacağına göre “dersine iyi çalışmamanın” bir sonucu olabilir.
Bu tür trajedileri ele alırken, toplumsal hafızada nasıl yer edindiğine de bakmak elzem oysa ki. Misal Nazi soykırımı o kadar çok işlendi ki Jonathan Glazer, “İlgi Alanı”nda toplama kampını hiç göstermeden de bir soykırım hikayesi anlatma lüksüne sahip oldu. Çünkü seyircinin hafızasında soykırıma dair net bir imaj söz konusu artık. Türkiye’de bu tür katliamlara dair hafıza özellikle de sonraki kuşaklarda bir netlik taşımıyorken temsilin nasıl olacağı ağır bir sorumluluk da yüklüyor yaratıcıya. Burak Çevik’in öldürülen TİP’li gençlerin diyaloglarındaki klişe solcu cümleleri bolca kullanmasında hatta evde uygulanan şiddeti göstermekteki ısrarında bir sorun yok.
Bu tür trajedileri olduğu gibi göstererek başlamak en doğru yol bile olabilir. Ama tarafların temsilini nasıl inşa edeceğiniz, kamerayı ne zaman indirip ne zaman kaldıracağınız, karakterlerinizin ağzından çıkan şeylerin hangi bağlama
oturacağını çok iyi kurmanız gerek. Misal silahlı şiddetten uzak duran bir politik hareketin üyelerinin neden seçildiğini, sonrasında Türkiye’de böyle düşünen birçok sol örgütün ‘mecburen’ silahlanmak zorunda kaldığı ve sokak şiddetinin tırmanmasında bu planlı katliamın etkisini bilirseniz, “iki taraf da şiddet uyguluyordu” diye 12 Eylül paşalarının darbe gerekçesi amentülerini tekrarlamazsınız. Ya da solcu gençlere kuru ajitasyon diyalogları yazıp, ülkücü tetikçilerden birine öldürülen arkadaşlarının mağduriyetlerini sıralatırsanız, hele de bunu o gün orada soğuk kanlılıkla gençleri öldüren Haluk Kırcı’nın yıllar sonra bir televizyon kanalında kurduğu cümleden ilhamla yaparsanız kimin dilini yeniden ürettiğiniz karışır birbirine. O zaman bu ‘masum’ solcu gençlerin ölüm nedeni faşistlerin devlet kontrolünde ve yönlendirmesiyle yaptığı bir eylem değil, diğer solcu gurupların silahlı eylemlerinin kaçınılmaz bir sonucu olur!
Film içinde kamerayı iki kez masadan kaldırıp lambaya sabitlediğinizde, ilkinde kadrajın dışında solcu gençlerin ellerinin altındaki birçok kaynağa dayandırarak yaptıkları politik tartışmayı, ikincide ise ülkücülerin ‘dokuz ışık’ının sayıldığı anı koyarsanız, hadi sinema diliyse söyleyelim ikisini eşitlemiş olursunuz.
Filmdeki gibi dört değil, toplam yedi gencin planlı bir saldırıyla katledilmesini sadece olay anına indirirseniz, mekanın kendisi oyun alanınıza döner, bunun sunduğu görsel olanaklar da performans şehvetinizi artırır. Burak Çevik’in meseleyi ele alış biçimi tam da bu.
HEMME’NİN ÖLDÜĞÜ GÜNLERDEN BİRİ
Perşembe gününün ikinci filmi “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” ise açık ara festivalin yıldızı oldu. Asıl mesleği avukatlık olan, birkaç kısa filmi de bulunan Murat Fıratoğlu’nun yazıp yönettiği bir de başrolünde yer aldığı film sinemamızda hasret kaldığımız güçlü ilk filmler listesindeki yerini aldı şimdiden. Filmi güçlü yapan tarafları aynı zamanda değerlendirilmesini de zorlaştırıyor aslında.
“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” aynı zamanda bir deneyim filmi. Yani filmin ana karakteri Eyüp ile birlikte yol alıp onun deneyimlerinin tanığı oldukça filmin dünyasına, anlatısına giriyorsunuz. Bu anlatı giderek organik hale geliyor ve seyirciyi de bir parçası haline getirmeyi başarıyor. Bir domates tarlasında mevsimlik işçi olarak çalışan Eyüp ile ustabaşı Hemme arasında bir gerilim olduğunu sezdirerek başlıyor film. Gün ilerledikçe ikili arasındaki gerilim kavgaya dönüşüyor ve sık sık arıza yapan motoruna binip eve gelen Eyüp silahını alıp Hemme’yi öldürmek için geri dönmek üzere yola çıkıyor. Adını almış olsa bile sabrını Eyüp peygamberden almamış olduğunu anladığımız kahramanımıza yol öğretiyor bunu.
Murat Fıratoğlu, başta Abbas Kiyarüstemi olmak üzere İran sinemasına göndermeler yapmayı ihmal etmiyor. Ama bununla kalmıyor yönetmen. Kiyarüstemi’nin günlük hayatın ritmini yakalama ve hikayeleştirmedeki maharetini, Nuri Bilge Ceylan’ın ilk dönem (Kasaba, Mayıs Sıkıntısı) filmlerinin estetiği alıyor ve çok güncel yepyeni bir anlatı çıkarıyor ortaya. Bu bakımdan film hem çok tanıdık geliyor ama aynı zamanda da yeni bir his uyandırıyor.
“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, sinemanın basit bir şey olduğunu ama zor olanın onu basitmiş gibi göstermek olduğu hatırlatan yapımlardan. Bu zorun altından kalkıyor Fıratoğlu. Her şeyi çok basit gibi gösteriyor ama bunun için çok kafa yorulduğunu da hissettirerek. “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, öldürememe üzerine kısa bir film olarak yer edecek sinemamızda. Hele de finali!
SU YÜZÜ
Günün son filmi Zeynep Köprülü’nun ilk uzun metrajı “Sü Yüzü” ise çok tanıdık bir hikayeyle çıktı karşımıza. Geçmişte yaşanan bir tatsız olay yüzünden evini ülkesinin terk eden Deniz, babasının ölümünden yıllar sonra yeniden evlenmeye karar veren annesinin düğününe katılmak için eve geri döner. Ancak bir süre sonra aslında kişiliğinin bir parçasının hala orada kaldığını, gittiği Fransa’da tutunamamasının nedeninin geride bıraktıkları, çözemedikleri olduğunu fark eder. Annesiyle, en yakın arkadaşıyla geçirdiği zamanlar ve yaptığı kavgalar yeni bir Deniz’in doğum sancılarıdır aynı zamanda.
“Su Yüzü” sinemada devalarca kez işlenen bir temaya sahip. Acı verici bir deneyim, ondan kaçış ve yıllar sonda dönüş ve hesaplaşma. Zeynep Köprülü’nün Selin Sevinç ile birlikte kaleme aldığı senaryo bu durakları güzel işliyor işlemesine ama yeni bir şey de söylemiyor.
Bir janrın, sinemada artık oturmuş bir kalıbın önceki ayak izlerine basa basa getiriyor sonunu. Nasıl olacağını, nereye varacağını tahmin etmekte zorlanmadığımız bir anlatı çıkıyor ortaya böylece. Bu güvenli alanda kalma çabası karakterlerin derinleşmesinin ve daha ilgi çekici hale gelmesinin de önüne geçiyor.
Deniz yetersizlik hissiyle baş ettiği bir dönemde, annesinin düğününe katılmak için doğduğu kasabayı ziyaret etmek zorunda kalır. Deniz’in geride bıraktığını düşündüğü öfkesi, korkuları ve suçluluk duygusu bu ziyaretle birlikte su yüzüne çıkar. Annesinin baba yadigârı evi ona bıraktığını öğrenmesiyle o zamana kadarki hayatını sorgulamaya başlayan Deniz, geciktirdiği
hesaplaşmayı yapmadan bir gelecek kuramayacağını anlar.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***