Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘CHP, ‘devleti kuran parti’ olmayı, ‘devletin kurduğu parti’ olarak anlamaktan vazgeçerse…’

‘CHP, ‘devleti kuran parti’ olmayı, ‘devletin kurduğu parti’ olarak anlamaktan vazgeçerse…’


Cumhuriyet Halk Partisi’nin yerel seçimler zaferi sonrasında Türkiye siyasetinde oluşan yeni dengeler ve siyasette normalleşme/yumuşama tartışmaları devam ederken CHP’nin ve diğer sol partilerin Erdoğan rejimini değiştirmek için sahip olduğu potansiyele dair dikkat çekici bir analiz yayınlandı.

Tarihçi Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu ve antropolog Dr. Yektan Türkyılmaz, CHP’nin 31 Mart seçimlerindeki tarihsel başarıyı iyi okuması ve toplumda rejime karşı biriken büyük toplumsal enerjiyi sokaklardan meydanlara, yerelden merkeze taşıyarak bir siyasi mücadele başlatması gerektiğini öne sürdü.

Erdoğan rejimini değiştirmek için CHP’nin öncelikle “devleti kuran bir parti” olmayı, “devletin kurduğu bir parti” olarak algılamaması gerektiğine dikkat çeken Yaycıoğlu ve Türkyılmaz, ardından da halkın önüne kapsamlı bir proje koyması ve toplumsal mobilizasyon için meydanlara inmesi gerektiğini belirtti.

Türkiye solunun iki büyük partisi, CHP ve DEM Parti’nin ve büyüme potansiyeli olan TİP’in iş birliği içinde ama rekabet etmekten de çekinmeyecek şekilde siyaset yapmalarınının Türkiye’nin bu rejimden kurtulması için öncelikli bir koşul olduğunu kaydeden Yaycıoğlu ve Türkyılmaz, bu noktada DEM Parti’ye ve yeni CHP yönetimine büyük sorumluluk düştüğünü kaydetti.

Yaycıoğlu ve Türkyılmaz ortak imzalı yazıda ‘DEM Parti’nin CHP’nin mahcup ya da restorasyoncu eğilimlerine karşı Kürt sorunuyla sınırlı kalmayan radikal bir dönüşüm talebini seslendirebilmesi ve bunu duyurabilmesi hem partinin yükselişi hem de Türkiye’deki potansiyel sola kayışı güçlendirmesi açılarından büyük öneme haiz. Öte yandan CHP rejimin DEM Parti’nin kriminalize edilmesiyle sol muhalefetin rehin tutulması siyasetini kapı-arkası diplomasiyle değil şeffaf ve belki de en önemlisi kendi kadro ve tabanında da karşılığı bulunan Kürt sorunu konusunda cesur bir hat kurarak aşmaya yönelmesi muhalefet alanını hem genişletecek hem de rejim ittifakını son on yılda karşıtlarını paralize etmek için kullandığı iki temel silahtan birinden mahrum bırakacağı aşikâr.’ ifadelerini kullanıldı.

Ali Yaycıoğlu ve Yektan Türkyılmaz yeniarayış.com’sa yayınlanan ‘Dünya sağa, peki ya Türkiye’ başlıklı yazıda şu görüşlere yer verdi:

CHP, NORMALLEŞMENİN SINIRLARI VE OLAĞANÜSTÜ DEMOKRATİK MÜCADELE

CHP’nin henüz 31 Mart seçimlerindeki tarihsel başarıyı nasıl okuduğu ve yorumladığı konusunda bir netlik dikkati çekmiyor. CHP’nin gerek rejimin yapısını gerekse toplumsal dinamikleri ne kadar iyi değerlendirebildiğini kestiremiyoruz. Burada özellikle son haftalarda ortaya çıkan CHP ve iktidar arasında “normalleşme” adımlarının CHP aktörlerince stratejik değil ama AKP seçmenine açılma ve rejim ittifakını destabilize etmek için taktik bir hamle olarak değerlendirildiği anlaşılıyor. Ancak bu sürecin toplumla nasıl paylaşılacağı, iletişiminin nasıl oluşturulacağı konusunda kapsamlı bir çalışmanın yapılmış olduğuna dair şüphelerimiz var.

Ayrıca, “Saray cephesinin” de Erdoğan’ın tabiriyle ‘yumuşamaya’ hem seçim sonrası yenilgi kargaşasını odak değiştirerek dağıtmaya, hem de Anayasa değişikliği için CHP kapısını açık tutabilmeğe yönelik bir taktik siyaset ile yaklaştığı ortada. Bu rakip taktik hesaplardan hangi tarafın daha karlı çıktığının dökümü bir yana, Özgür Özel yönetimi karşı tarafta çelişkileri derinleştirmeyi umarken, CHP kamuoyu içerisinde bu süreç hakkında görüş ayrılıklarının oluştuğu anlaşılıyor.

Normalleşme taktiklerinin, Gezi tutuklularının serbest bırakılması gibi belli konularda katkı sağlayabileceği düşünülüyordu. Ama CHP liderliği,”iktidarla normalleşmenin” “rejimi normalleştirmesi” riskinin nasıl önleneceği konusunda kamuoyuna bir çerçeve sunmadı. Ama bizce çok daha önemlisi, taktik hamlelerle ortaya konan normalleşme gündemine verilen enerjinin Türkiye’yi dönüştürücü yeni bir stratejik program ve tasarım çalışmasının alanını daraltma ya da bu çalışmayı geciktirme riski bulunması. Böyle bir program ve tasarım olmadan ise, toplumun beklentilerine seslenmenin ve yukarıda bahsettiğimiz toplumsal enerjinin siyasal enerjiye dönmesinin mümkün olmadığını söylemeye gerek yok.

Bütün bu riskler ve potansiyel olumsuz etkiler yanında normalleşme adı altında kurulan diyaloğun toplumla CHP’ye yeni oy vermeye başlayan ya da yüzünü ona çeviren seçmenle arasında yeni bir iletişim stratejisi olduğunu da gözden uzak tutmuyoruz. CHP’nin bir yandan kendi sadık ama heyecansız tabanını güçlü şekilde mobilize etmesi, bir yandan da ona yüzünü yeni dönmüş kesimlerle yeni bir güven rabıtası kurması gerekiyor. Bu iki hedef, toplumsal grupların aşina oldukları dil ve söylem açısından, birbiriyle çelişir gözükse de bu çelişkilerin, normalleşme hamlelerinin ötesinde, eski şablonların dışına çıkarak, yeni bir dil ve söylem ve Türkiye’nin önüne konacak cesur bir gelecek tasarımı ile ortadan kalkması mümkündür.

CHP’deki değişim sürecinin Eylül ayındaki tüzük kurultayı ve arkasından nasıl evrileceğini şu aşamada öngöremiyoruz. CHP’deki değişim eskiye ya da öze dönüşcülüğü (restorasyonculuk) bir kenara bırakıp, Türkiye’nin önüne yeni ve cesur bir gelecek tasarımı koymak için kolları sıvayacak mı? Parti merkezi ve yerel yöneticiler iktisadi, toplumsal, idari, çevresel, jeopolitik, kültürel, tarihsel ve teknolojik vs. konuları yeni ve güçlü kadrolarla derinlemesine tartışıp iyi çalışılmış bir programı kurgulayabilecek ve bunu topluma anlatabilecek mi? Bugün dünyada farklı şekillerde solun güç kaybetmesine yol açan faktörleri Türkiye özelinde düşünüp, gerçekçi bir stratejiyi farklı kesimlere anlamlı gelecek şekilde siyasal dile çevirebilecek mi? Yerel iktidarı elde etmiş CHP yeni programını bazı unsurlarını yerel alanda gerçekleştirmeye başlayabilecek mi? Genel merkez ve yerel yönetimler arasındaki ilişki ve CHP içindeki çok aktörlü ve çok merkezli yapı parti için bir sorun olmak yerine, partinin farklı kulvarlara güçlenmesine yönelik bir şekilde kurgulanabilecek mi?

Ama hepsinden daha önemlisi, CHP toplumda rejime karşı biriken bu büyük toplumsal enerjiyi fiile dönüştürebilecek bir hareketlenmeyi bünyesinden çıkarabilecek mi? Bu biriken enerjinin önündeki kapakları açıp, toplumsal talepleri, öfkeyi, hayal kırıklıklarını ve yeni bir gelecek projesine karşı duyulan yoğun özlemli sokaklardan meydanlara, salonlardan kampüslere, yerelden merkeze, Türkiye’den Türkiye diasporasına hayatın her alanına taşıyacak bir olağanüstü siyaset mücadelesi başlatabilecek mi? [1]

Bu noktada, CHP’nin ekonomik ve sosyal adalet taleplerine cevap verecek yapısal ve kapsayıcı bir ekonomi politikası hazırlayabilmesi kritik öneme sahiptir. Partinin emeklilerin hakları, asgari ücret, atanamayan öğretmenler gibi konularda düşük gelirli kesimleri mobilize eden girişimlerinin güçlenerek devam edeceği görülmektedir. Ancak bu olumlu gelişmenin ötesinde, CHP’nin kapsamlı bir vergi reformu, ihale yasası düzenlemesi, denetlenebilirlik ve şeffaflık, sürdürülebilir büyüme ve verimlilik, konut krizinin çözümü, ekonominin ayrıcalıklı baronlardan ve çetelerden temizlenmesi, yüksek faizli kamu borçlanmasının ve kronik cari açık sorununun sonlandırılması, ya da borçlanma sonucu geleceği çalınmış gençlerin hayatlarının geri verilmesine yönelik (örneğin hayata başlama paketi) konularda iyi hazırlanmış cesur ve somut projelerle toplumun karşısına çıkması gerekmektedir. Ancak bu şekilde toplumdaki ekonomik ve sosyal adalet taleplerini karşılayabilir.

DEM PARTİ’NİN TÜRKİYE’Yİ DÖNÜŞTÜRME İDDİASI

Türkiye’de sola yönelmenin önemli itici gücünden birinin eşit vatandaşlık talebi olduğunu belirtmiştik. Bu talep toplumsal cinsiyet hareketlerinden, başta Aleviler olmak üzere inanç gruplarına çok geniş kesimler arasından yükseliyor. Ancak eşit vatandaşlık mücadelesinin en geniş, etkili ve örgütlü kesimini şüphesiz ki Kürt Hareketi temsil ediyor. Temsil ediyor diyoruz, zira DEM Parti ve onun bileşenler örgütü HDK sadece Kürtlerin değil yukarıda kısmen bahsettiğimiz farklı grupların da bir çatı örgütü olmak iddiasında.

14 Mayıs 2023 genel seçimlerinde Yeşil Sol Parti (YSP) büyük bir şok yaşadı. Parti yüzde 25 oranında oy kaybetti. Metropollerde ise parti büyük hezimete uğradı. İlginç bir şekilde, Emek ve Özgürlük İttifakı  içerisindeki tartışmalar ve bölümeler, muhalif seçmen nezdinde mevcut rejimden kurtulma önceliğinin parti tercihlerinin önüne geçmesi ve partinin yaşadığı organizasyonel kapasite sorunu gibi sebepler bu yenilginin başat nedenleri oldu.

14 Mayıs şokunun ardından bir iç tartışma ve yeniden şekillenme süreci başlatan parti içerisinde yukarıda bahsettiğimiz hareketi solda tutan Türkiye’yi demokratikleştirme stratejisine karşı farklı pozisyon ve gerekçelerle eleştiriler yükseldi. Mevcut parti içerisinde aktif konum sahibi olmasa da etkili isimler Kürt sorunun çözümünde muhatabının Erdoğan olduğunu ve rejimle müzakerenin tekrar başlaması gerektiğini dillendirdiler. Bu bağlamda çok kritik bir barometre İstanbul başta olmak üzere partinin aday çıkardığı yerlerde DEM seçmeninin nasıl bir temayül göstereceği idi. Sonuçta DEM seçmeni, en yüksek tahminlerin bile üzerinde Erdoğan karşıtı oy kullanmayı tercih etti ve partinin politik istikameti konusundaki tartışmalara da şimdilik noktayı koydu.

Eğer Kürt bölgelerine bakarsak, 31 Mart’ta 7 Haziran 2015’ten beri devam eden oy erimesi ve büyüyememe serisinin frenlendiğini ve son on yılda ilk kez partiye olan desteğin yükselişe geçtiğini görebiliriz. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, oy oranını Mart 2019’a göre yüzde 25.6’dan yüzde  32.5’a yükseltti bölgede AKP’yi üç puan geride bırakarak birinci parti konumuna geldi. Doğu Anadolu Bölgesi’nde ise DEM oransal payını yüzde 21.7’den yüzde 23.1’e yükseltti. 2019 yerel seçiminde altmış beş belediye kazanan parti bu sayıyı üçü büyükşehir, yedi il, 58 ilçe ve 10 beldede önde çıkarak 78’e çıkarttı. Bu sonuçlar yanında Hüda-Par’ın DEM Partisinden oy alarak güçlenme ve de yaygınlaşma amacına ulaşamaması da DEM’in Kürtler adına hak talebinin tek adresi olması konumunu pekiştirdi.

SOLDA KALAN KÜRT HAREKETİ

Bu noktada Kürt Hareketinin mevcut tablodaki konumuna ilişkin üç tespitimiz şöyle. Birincisi, Kürt seçmen, özellikle sınıfsal, kültürel ve uzamsal olarak marjinalize olduğu metropollerde, tarihte görülmedik ölçüde solda konumlanıyor ve en kuvvetli rejim karşıtı tepkileri veriyor. Bu duruma salt 31 Mart seçim sonuçları değil, 14 Mayıs’ta muhalefet adayı Kılıçdaroğlu’nun parti seçmeninden neredeyse kategorik destek alması da açık bir delil. İkincisi, birlikte yaşam vurgusu, sekülarizm pratiği ve sınıfsal ve ideolojik pozisyonuyla Kürt Hareketi kurumsal olarak sol konumunu yakın gelecekte de koruyacak görünüyor. Son olarak, 31 Mart seçimleri ardından kazandığı belediyeler ile on yıl sonra tekrardan kaynak dağıtabilir hale gelen DEM Parti, eğer kayyım politikasını engelleyecek ve metropollerdeki erimeyi durduracak, geri çevirecek bir çizgi izleyebildiği takdirde yüzünü gelişmeye çevirmiş görünüyor.

Ancak, bunun önemli bir önkoşulu, DEM Parti’nin, solun diğer iki partisinden, CHP ve TİP’ten programatik farkını öne çıkarır bir görünürlük kazanması. Bu noktada, 14 Mart sonrası CHP’nin diğer partileri gölgeleyecek derecede bütün ilgiyi üzerine toplaması, muhalefet gündemini rejim sonrası dönüşüm projelerinin değil normalleşmenin belirlemesi DEM Parti için bir engel yaratıyor. DEM Parti ise kamuoyunda yeni CHP ile uyumlu ve ona karşı konumlanmaktan çekinir bir görüntü sunuyor.

Bu noktada hem DEM Parti’ye hem yeni CHP yönetimine büyük sorumluluk düştüğünü düşünüyoruz. DEM Parti’nin CHP’nin mahcup ya da restorasyoncu eğilimlerine karşı Kürt sorunuyla sınırlı kalmayan radikal bir dönüşüm talebini seslendirebilmesi ve bunu duyurabilmesi hem partinin yükselişi hem de Türkiye’deki potansiyel sola kayışı güçlendirmesi açılarından büyük öneme haiz. Öte yandan CHP rejimin DEM Parti’nin kriminalize edilmesiyle sol muhalefetin rehin tutulması siyasetini kapı-arkası diplomasiyle değil şeffaf ve belki de en önemlisi kendi kadro ve tabanında da karşılığı bulunan Kürt sorunu konusunda cesur bir hat kurarak aşmaya yönelmesi muhalefet alanını hem genişletecek hem de rejim ittifakını son on yılda karşıtlarını paralize etmek için kullandığı iki temel silahtan birinden mahrum bırakacağı aşikâr.

Erdoğan rejimi altındaki Türkiye yaklaşın on yıldır dünyada iyice güçlenmeye başlayan popülist-otoriter sağ rejimlerin öncüsü olarak görüldü. Bugün aynı Türkiye bu rejimlerden kurtulabilmenin ve o kurtulma dinamiğiyle ortaya çıkacak yeni demokratik dalganın öncüsü rolünü oynayabilir. Avrupa ve Amerika’da yükselen aşırı sağ bağlamı içinde Türkiye’nin ilerici ve özgürlükçü bir sıçrama yapmasının küresel önemine dikkat çekmek istiyoruz. CHP, DEM Parti ve TİP kendi hikayelerinde ve tarihsel deneyimlerinde bu süreci sırtlayacak referanslar mevcut. Ama bu referanslar tabii ki böyle bir sıçramayı gerçekleştirmek için yeterli değil. Hatta bu siyasal hareketlerin içinde böyle bir süreci sırtlamaya engel olacak dinamikler de mevcut. Lakin, Mart 2024 seçimleri gösterdi ki, toplum ekonomik ve toplumsal adalet, eşit yurttaşlık ve aklın ve bilimin önde olduğu bir hayatın kurulması yönünde bir sıçramayı fazlasıyla arzuluyor. Bizim bu yazıdaki iddiamız toplumun ayrı kulvarlarda olsa ortak ilkelerde birleşmiş soldan gelecek bir hareketlenmeye güçlü bir şekilde cevap vereceği yönünde.

Sonuç olarak ifade etmeliyiz ki; Türkiye, çeyrek asırlık “parantezden” çıkmanın sancılarını yaşıyor. Mevcut rejim arkasında yakıcı hafriyata ihtiyaç duyan bir ekonomik, sosyal ve kültürel bir yıkıntı bırakıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin önünde iki temel ihtimal beliriyor: Birincisi, yıkıntıyı ülke normali sayıp, eski Türkiye’yi bir tür “fabrika ayarına döndürerek ihya etme” teşebbüsü. İkincisi ise, yukarıda bahsettiğimiz tarihsel olarak Türkiye’yi kitlemiş özgürleşme-otoriterleşme kısırdöngüsünü kırmanın bir fırsatı olarak görmek ve tarihsel bir eleştirel akılla geçmişten gelen mirasın olumlu yönleriyle gelecek hedeflerinin harmanlamak. Böylece yeni bir dönemi inşa etmek için toplumda birikmiş ve olgunlaşmış bu enerjiyi siyasete çevirmek. Bu siyaset 14 Mayıs’ta denenen nafile restorasyoncu söylemi bir kenara bırakıp, ekonomik ve toplumsal adalet, eşit vatandaşlık ve sekülarizm üzerinde yükselen yeni bir sözleşme ile Türkiye’yi yeniden tasarlama ile mümkün olur. Türkiye böyle bir kavşağa gelmiş ulaşmış durumdadır.

Bu kavşağı dönmek ise siyasal aktörlerin sorumluluğundadır.

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version