Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Aynı İpte Asılı’ bir sinemaya doğru mu?

‘Aynı İpte Asılı’ bir sinemaya doğru mu?



İstanbul Film Festivali ulusal yarışma bölümünde izlediğimiz “Rosinante”, “Başlangıçlar” ve “Büyük Kuşatma” bugünün Türkiye’sinde kendilerini var etme olanakları daralmış, boğulan ve aidiyet duygularını kaybeden farklı kuşaktan insanlara dair hikayeler anlatıyordu. Ve fakat bu kaybedişin ardındaki toplumsal dinamikleri görmeyip/ göstermekten kaçınıp karakterlerini kendi buhranlarıyla baş başa bırakıyordu yaratıcıları. Siyasal alana girmeme/ girememe hali hikayeleri de karakterleri de akamete uğratıyordu.

Bunun kariyerlerinin henüz başındaki bu yönetmenler için memleketin genel durumundan kaynaklı bir ‘mecburi istikamet’ olduğunu sanıyordum. Ama olmayabilir. Yeni bir hikaye formu, başka bir estetik arayışın sonucu da olabilir pekala. Bu arayış bir hedefe ulaşır ve sinemamıza yeri ufuklar kazandırır mı, biraz daha beklememiz gerekiyor. Bu kanının pekişmesinde, ulusal festivallere neden seçilemediğini anlayamadığım, onca kötü film izlemeye mecbur edilirken sıkıntılarına rağmen iyi bir yönetmeni müjdeleyen “Aynı İpte Asılı” filmi etkili oldu. Barış Demirdelen’in yazıp yönettiği yapım, Dogma’dan Romen yeni dalgasına kadar geniş bir torbadan seçtiği estetik tercihleriyle iddialı bir işe girişiyor. Ki bu bile görünür kılınmalıydı festival seçicileri tarafından.

En sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyerek girelim “Aynı İpte Asılı”yı değerlendirmeye. MUBI Türkiye’de seyirciyle buluşan yapım, kadrajın dışındaki hiçbir şeyin (bir iki sahnede aile ve iş meseleleri hariç) karakterlerin dünyasında bıraktığı izleri görmemize fazla izin vermiyor. Tutunamamış bir yönetmen, yırtamamış bir oyuncu, taşradan kopamamış bir adam ve evde çalışma hapsine mahkum bir beyaz yakalıdan mürekkep olan filmin çelik çekirdeği, dünyada sadece kendileri varmış, her şey evde bulunan bir ötekiyle ilgili ve onun yüzündenmiş gibi birbirinin içine gömülüyor, sonra da yine birbirlerine tutunarak yüzeye çıkıp nefes alıyor.

Tam da burada, “bu yeni bir estetik yolculuğun durağı olabilir mi” noktasındayız sanki. Çünkü filmin kadrajın dışında olan ama karakterlerin dünyasını biçimlendirenleri göstermeme/ gösterememe tercihi bir yandan anlatıda eksiklik gibi görünse de, diğer yanıyla karakterlerinin de bunun farkında olamadığı gerçeğinin altını çiziyor olabilir. Peki, bunu nasıl anlayacağız? Yönetmen tarafından bilinçli olarak yapıldığına dair bir izlenim edinmemiz gerekiyor belki de. Bunun cevabı çok önemli kanımca. Çünkü hikayedeki karakterlerin kendileri dışlarındaki dünyayla pek de ilgilenmemeleri, onların dışında gelişen bir durumsa seyirci olarak bize doldurabileceğimiz geniş bir alan yaratıyor. Yok eğer yönetmen sadece karakterlerin o anına dair ruh haliyle ilgileniyorsa “Allah başka dert vermesin” deyip geçebiliriz. Çünkü “insan ruhunun dolambaçları”na dair bir yolculuğu bu ülke sineması kaldıramaz bir kez daha!

Kaldı ki Barış Demirdelen’in filmin büyük kısmında başarıyla işlettiği estetik tercihleri de kaldıramaz böyle bir tercihi kanımca. Kamerayı karakterlere bu kadar yakın tutmak, oyuncuların doğaçlama yapmasına izin vermek (ya da öyleymiş gibi göstermek) bir ilk film için riskli tercihler ama kalkıyor altından yönetmen. Anmadan geçmeyelim çünkü filmin Efe Akercan, Başra Albayrak, Sinan Arslan, Güray Doğru, Ali Kurum, Eray Karadeniz ve Ayşe Mutlusen’den kurulu oyuncu ekibi bu görsel dünyayı taşımayı başarıyor.

Kamera kullanımı ve oyuncu performansı arasındaki bu uyum, filmin ‘sahicilik’ dozunu da artıran bir etki yaratıyor öte yandan. Romen yeni dalgasında gördüğümüz ‘oradaymış gibi’ hissi geliyor yer yer. Yani onların bulunduğu ortamda, o tartışmanın hemen karşısında, karakterlerin yanı başındaymış anları var filmde. Bir kez daha vurgulama gereği hissediyorum. Kamerayı nereye koyacağını bilemeyen, mizansen kuramayan yönetmenlerin filmlerini ulusal yarışmalarına alan seçicilerin böyle bir çabayı görmezden gelmesini anlamak zor.

Ve fakat kameranın her defasında ellere inmesi bir süre sonra etkisini yitiriyor ve rutinleşiyor. İlk filmini çeken çoğu yönetmene dair yazdığımızı burada da tekrarlamak zorunda kalıyorum maalesef: Film uzun! Kıyamamak, iyi çekilmiş ve oynanmış olsa da filmin akışını bozan, tekrara düşüren sahneleri atamamak ciddi bir ritim problemi yaratıyor, tekrarlar başlıyor. Yalnızca kırk dakikayı bulan açılış sahnesi bile yeterli bunu anlamak için. Sinemamızda ender rastlanır bir sarhoş muhabbeti, ortamı yarattıktan, karakterlerin dünyasını böyle en ‘saf’ oldukları anda bize açtıktan sonra bir türlü bitemeyen bölüm etkisini yitiriyor ve giderek kendisi ‘sarhoş muhabbetine’ dönüyor maalesef.

“Aynı İpte Asılı”yı, yukarıda andığım filmler dışında “Açık Kapılar Ardında” ve “Sanki Her Şey Biraz Felaket”i de ekleyip büyütebileceğimiz bir zincire eklenen bir halka gibi düşünelim şimdilik. Çoğu, geç yirmiler ve erken otuzlarını süren karakterlere dair bu anlatılar, küçük hikayeleri dar mekanlarda (biraz da yapım koşullarından dolayı mecburen) anlatmayı tercih eden filmler. Kimler ipte kalmaya devam edip, kimler aşağı düşecek zaman gösterecek

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version