Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

H. Agah Kalender yazdı I ‘Haziranda ölmek zor’; Nazım, Cahit, Ahmed Arif…


(Serbest Görüş) – H. AGAH KALENDER 

Ölümün mevsimi var mı acaba? Ecel beklemez, vakt-i saati gelince aylara, günlere bakmaz. Ne bir dakika ileri gider, ne de geri gelir. Yahya Kemal’in dediği gibi ‘Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir’. Peki en çok ölümlerin yaşandığı zaman dilimi hangisidir? Vaktiyle bu soruyu bir doktora sormuştum. ‘Anlamsız soru değil’ dedi; ‘Özellikle yaşlılar ve kronik rahatsızlığı olanları mevsim geçişlerinde daha çok kaybediyoruz’. Beden yazdan kışa, kıştan yaza uyum sağlayamadığı için olmalı.

Edebiyatta ‘ölüm mevsimi’ sonbahardır. Çünkü tabiatın da ölümüdür. Yeşil ovalar sararır, yapraklar dallarından düşer, doğa canlılığını yitirir. Hazan ve hüzün mevsimidir. Sonbahar üzerine çok şiir ve roman yazılmış. Mehmet Rauf’un ‘Eylül’ romanını da anabiliriz. Sadece baharın gelişi değil, gidişi de şairleri coşturur. Nitekim coşturmuş da… Amacım mevsimlerin edebiyata, roman ve şiire nasıl yansıdığını anlatmak değil.

Haziran sanki şairlerin ölüm ayı… Durun ‘Olur mu öyle şey’ demeyin hemen. Mayıs’ın son haftasını da eklersek yaşamını yitiren dev isimler çıkıyor karşımıza. Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Cahit Zarifoğlu, Abdurrahim Karakoç, Mevlana İdris… Hepsi de 25 Mayıs 10 Haziran arasında göçtüler bu dünyadan. Derinlemesine araştırma yapmadım, aklıma geliveren isimler bunlar. Belki başkaları da vardır. Şairler neden Haziran’da ölür? Şairleri öldüren mevsim bahardan yaza geçişte mi saklı? Büyük şair T. S. Eliot ‘Nisan ki ayların en zalimidir’ der. Baktım Eliot ocak ayında ölmüş.

Hemen herkesin duyduğu, benim de başlığa koyduğum dev bir mısra var; ‘Haziranda ölmek zor’ diye. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiiri.Nazım Hikmet’in ölümü üzerine yazmış. Şair duyguları kelimelere yüklemiş: ‘Kökü burda / yüreğimde / yaprakları uzaklarda bir çınar / Islık çala çala göçtü bir çınar / göçtü memet diye diye / şafak vakti bir çınar / silkeledi kuşlarını / güneşlerini; ‘oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet, memet!’ / gece leylak / ve tomurcuk kokuyor / üstümbaşım elim yüzüm gazete / vurmuşum sokaklara / vurmuşum karanlığa / uy anam anam / haziranda ölmek zor! / bu acılar / bu ağrılar / bu yürek / neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar / bu ağçlar niçin böyle yapraksız / bu geceler niçin böyle insansız / bu insanlar niçin böyle yarınsız / bu niçinler niçin böyle yanıtsız…’.

Büyük şairler Nazım Hikmet, Necip Fazıl başlı başına yazı konusu. Bu devlerin ölüm yıldönümünü hatırlatıp sözü iki şaire getireceğim; Ahmed Arif ve Cahit zarifoğlu… İkisini de severek okurum. İki şairden de dilime pelesenk olan mısralar var. Her ikisi de şiiri sadece kağıda dökmediler aynı zamanda yaşadılar. Sıradışı hayatları da bir şiirdi.

ZARİFOĞLU ŞAİRLİĞİ VE ŞİİRİ… 

Önce Cahit Zarifoğlu… Beyan Yayınları’nın AZC adıyla hayatını anlatan bir kitabı var. Masamın üzerinde durur. Adının başında ‘Ahmet’ de var Zarifoğlu’nun. ACZ diye kodladığı ismi beşer acziyetinin de ifadesi. Şairlerin şehri Maraş’tan… Bir soru daha ‘Şairlerin şehri’ olur mu? ‘Olmaz’ diyemem. Havasından mıdır, suyundan mıdır Maraş deyince ilk akla ‘dondurma’ değil, şairler gelir. Bu da başka yazı konusu. Zarifoğlu ekranlarda dizi de olan ‘Yedi Güzel Adam’ kitabının şairi. Bakmayın diziye konu olduğuna Zarifoğlu’nun şiiri kendini kolay ele vermez. Anlaşılması zordur. Aklınızla çözümezsiniz, ancak yüreğizle anlayabilirsiniz.

Yıllar önce bir günlük olan ‘Yaşamak’ kitabını elime aldığımda çarpılmıştım. Her güne notların düşüldüğü klasik bir günlüğe benzemiyordu. Şiir gibi akıcıydı. Sayfaları çevirdikçe ayrı bir dünyaya giriyordunuz sanki. Hiç unutmam kitabın ilk cümlesi ‘Ne çok acı var’. Dünyayı, hayatı bir kelimeye sığdırmış. Gerçekten çok acı var, çok dert var. Bir başka cümlesi de; ‘Yazmak acılarımı azaltıyor’. ‘Acısı var’ ama ‘merhemi de var’ Zarifoğlu’nun; o da yazmak… ‘Yaşamak’ kitabı için ‘Edebiyat değerlerine gerçekten bağlı kalabilmiş bir ülkede yayımlansaydı, nice yazıya, çözümlemeye, irdelenişe kavuşacaktı. Gelgelelim talihsiz bir ortamda yayınlandı’ der.

Çocukluğu kendi kelimeleriyle ‘buğulu, karanlık, çapraşık, hülyalı, büyüdükçe korkulara sebep olacak yaşantılarla’ geçer Zarifoğlu’nun. Bir şiirinde der ki; ‘Ne korkunç bir iklimdi çocukluğum / Uyku yansın / Yürek mecburlansın…’. Aile travmaları eksik olmaz. Onun için ‘Hiçbir zaman kendimi evimde hissetmedim. Evdekiler bir yere gitse bayram ederdim adeta. Yalnız kalmak isterdim’ der. İlk şiir kitabı ‘İşaret Çocukları’. Üniversitede öğrenciyken bir matbaaya parayla bastırır. Sonra mı? ‘Doğrusu hiç ilgilenmedim. Ben tüccar değilim. Satılmadığı için kışın odun yerine yakıldığını duydum. Adamın o kış iyi ısındığını sanmıyorum’.

Yüksek öğrenimini Alman edebiyatı üzerine yapar. Fakat edebiyatın teorisiyle pek ilgilenmez. ‘Ben Alda’yı bunalıyor görüyorum rüyalarımda’ mısraında anlattığı okul arkadaşı ve dostu ‘Rilka’vari yazıyorsun’ dediğinde ‘Hayretle karşılar’. Çünkü Rilke’ye ilgisi birkaç şiirini okumasından ibarettir. Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi şairlerin egemen olduğu iklimde yaşamasına rağmen onlardan esinlenmez. Kendi sesi olur. Ben de biraz Rilke biraz Cemal Süreya havası sezerim şiirlerinde.

Cevabı kendisi de verir zaten; ‘Beni etkileyen sanatçı olmadı. Bir okula mensup olmadım. Ustam da olmadı. Daha çok kendimin etkisinde kaldım. Doğru dürüst şiir de okuyamıyorum. En çok okuduğum şair Cahit Zarifoğlu’dur. Sistemli bir edebiyat okuyucusu olmadım. Edebiyattan hep sınıfta kalabilirim. Yerli edebiyatı hele edebiyat tarihini hiç bilmem…’. Kelimenin tam anlamıyla ‘nev-i şahsına münhasır’ bir şair. Sadece dizeleri değil yaşamı da…

Üniversite yıllarında duymuştum, Zarifoğlu’na biri ‘Abi işaret çocuklarını 6 defa okudum, anlamadım, ne yapayım’ diye sorar. Cevabı çok basit ve anlamlıdır; ‘Yedinci kez oku…’. Bu kadar. Belli ki benzer sorulara çok muhatap oldu; ‘Hiçkimse şu ya da bu şiiri anlamak zorunda değildir. Şiirimi bana şikayet ediyorlar. Anlamıyorsa niye rahatsız oluyor bilmem. Ben de botanikten hiç anlamam. Sloganlara kayalım, didaktik olalım, söylev dili kullanalım istiyorlar herhalde. Şiir tehlikeye girer. Bilidiriye dönüşür. Gelişmemiş okuyucu da bu vardır. Hedefe dürbünle bakmak gibi bir şey. Ben yaşarım. Hareketli, kıvıl kıvıl yaşarım. Günlük dış hayatımda şiir hiç yoktur. Ama içimde her an kilolarla şiir ağırlanır. Hep şiir tezgahlayan bir mekanizma vardır içimde…’.

Şiir kitaplarının isimlerine bakarak bile özel bir serüvene tanıklık etmek mümkün. ‘İşaret Çocukları’ gösterilen, seçilen çocuklardır. Bunlar büyürler ‘Güzel Adam’ olurlar. Öfkeli adamlardır bunlar. İri gövdelerine, rüzgarlı başlarına rağmen ipince bir yürekleri vardır. Hassastırlar, aşık olurlar. Sonra ‘Menziller’ gelir. Sonra ‘Korku ve Yakarış’.

Hep şiiri üzerinden yürüdük. Ee ne de olsa o bir şair. Başka kitapları da var. Hayatından da söz etmek istiyordum. Şu kadarını söyleyeyim, gençlik yıllarında otostopla Avrupa turuna çıkar ve bütün ülkeleri dolaşır. Arkadaşlar dostlar edinir. ‘Her milletten dostum oldu. Okyanustaki en azimli kasırgaların çalkaladığı suyun denizin sadece incecik kabuk yüzeyinde olması gibi…’ der. Ömrünün son demleri sancı içinde geçer. Bir arkadaşına ‘Ben çiçeklerin açtığını göremeyeceğim’ der. Doktorlar hastalığına ne teşhis koyabilir ne de çaresini bulabilir. Bir 7 Haziran günü İstanbul’da son nefesini verir. Ölümler üzerine yazma alışkanlığı olmayan İsmet Özel Zarifoğlu’nun ardından ‘Şair öldüren rejim’ diye yazar; ‘Zarifoğlu’nun büyük göçü dolayısıyla yazmamayı kendime kabul ettiremedim…’

Yazdığı son şiir dua gibidir. Adı; Sultan… ‘Seçkin bir kimse değilim / İsmimin baş harfleri acz tutuyor / Bağışlamanı dilerim / Sana zorsa bırak yanayım / Kolaysa esirgeme / Hayat bir boş rüyaymış / Geçen ibadetler özürlü / Eski günahlar dipdiri / Seçkin bir kims değilim / İsmimin baş harflerinde kimliğim / Bağışlanmamı dilerim / Hayat boş geçti / Geri kalan korkulu / Her adımım dolu olsa / İşe yaramaz katında / Biliyorum / Bağışlanmamı diliyorum’.

Son şiiri anlaşılmaz değil. Bir çocuk safiyetinin duyguları içinde yazılmış sanki. İçindeki çocuk hiç ölmemiştir zaten. Çocuklar için kitaplar yazar. Ama hangi çocuklar? Küçüklere de, 35-40 yaşındaki çocuklara da hitap eder. Her insanın içinde yaşına bakmaksızın bir çocuk yaşar. Maalesef o çocuk çevre ve kültür baskısı altında susturulur. Günümüzde ‘Çocuklar bile birden büyüyebilir’ ve büyükler de birden çocukluğu geri dönebilir. ‘En uzun yoldur insanın içi’.

‘Burası dünya! Ne çok kıymetlendirdik… Oysa bir tarla idi. Ekip biçip gidecektik’. Ve ‘Uçmayı öğrenmeden göçmeye mecbur kalmış bir kuş gibi kalbimiz’. ‘Asıl marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı’. ‘Şimdi üzgünüz arkadaş / yolumuza çıkmayın üzgünüz / Anlatabildik mi arkadaş / Acaba / Körebe bitti / Duvarı kaldır at… Sanki dünya bir tek kaldırıp vuracağım gürze gebe… Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir. Bu dünya soğuk / Rüzgar genelde ters yöne eser / Limon ağaçları kurur / Bahaneler hep hazır / Güzel günler çabuk geçer… Bitti o şiir / Başka mısra gerekmez’.

Ee iki şair bir yazıya sığar mı? Cahit Zarifoğlu’nu bile çok az anlatabildim. Ahmed Arif başka yazıya kaldı. Haziranda da olsa şairler ölmez, şiirleri ve adları kalır yadigar.

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version