Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Allah’a saygının gereği; sebeplere riayet (11)

Allah’a saygının gereği; sebeplere riayet (11)


YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM

Nedensellik ilkesi etrafında dine yöneltilen eleştirilerin temelinde sebeplere riayet konusu vardır. Daha açık bir ifadeyle, determinist bir evren anlayışını reddederek sebep-sonuç ilişkilerini Allah’ın ilim, irade ve kudretine bağlayan bir anlayışın, bilimsel meraka ket vuracağı, tekvini emirleri ve sebepleri ihmal edeceği iddia edilir. Bu iddia sahiplerine göre metafiziksel ve dikey sebepler öne çıkarıldığı ölçüde, fiziksel sebeplere yönelik ilgi ve merak yok olacaktır. Günümüz İslâm dünyasında yaşanan fikrî ve ilmî durgunluk da buna delil getirilir. Bir kere daha hatırlatalım ki modern dönemde din-bilim ilişkisiyle ilgili yaşanan gerilim ve çatışmanın temelinde büyük ölçüde bu yaklaşım yatmaktadır.

Öncelikle şunu hatırlatmakta fayda var: Müslümanların hicri beşinci asra kadar pek çok ilmî buluşa imza atmaları, dinî ilimlerde olduğu kadar fen bilimlerinde de ilerlemeleri, etkisi günümüze kadar süren ölümsüz eserler kaleme almaları, tam anlamıyla bir rönesans gerçekleştirmeleri yukarıdaki iddiaları boşa çıkarıyor. Demek ki onların, varlık dünyasını ve tabiat olaylarını, Allah’ın ilim, irade ve kudreti çerçevesinde açıklamaları ve buna göre bir nedensellik teorisi benimsemeleri, ilmî araştırmalarına mani olmamıştır. Farklı bir ifadeyle günümüz Müslümanlarının bilimde, teknolojide, medeniyet seviyesinde geri kalmalarını onların nedensellik konusundaki inançlarına bağlayamayız. Bunun sosyal, siyasi, iktisadi, kültürel daha başka sebepleri vardır.

Olaylar arasındaki bağlantının doğasına dair sahip olunan inançların veya yapılan açıklamaların doğrudan bilimsel faaliyetleri etkilememesinin sebebi şudur: Nedensellik ilkesinin doğasına ve metafizik veçhesine yönelik yapılan izah ve değerlendirmelerin hiçbirinde sebepler yok sayılmaz, tabiatta var olan sebep-sonuç münasebetleri inkâr edilmez. Belli neticeleri, istenen semereleri elde edebilmek için onların sebeplerine müracaat edilmesi gerektiğini inkâr eden tek bir İslâm âlimine rastlanmaz.

Onlara tarladan nasıl ürün alacağınızı sorduğunuzda önce tohum atmanız gerekeceğini söyleyeceklerdir. Nasıl sağlıklı kalacağınızı sorduğunuzda hastalık yapıcı faktörlerden uzak kalmanızı tavsiye edeceklerdir. Hastalığın tedaviyle, açlığın yemekle, susuzluğun su içmekle giderileceğini hiçbiri reddetmeyecektir. Hatta sebepleri yerine getirmeden Allah’tan neticeleri hâsıl etmesi noktasında istekte bulunmanın bir çeşit cahillik ve Allah’a karşı edepsizlik olduğunu söyleyeceklerdir.

Esasen kazanmak, başarılı olmak ve arzulanan neticeleri elde etmek için belli sebeplere müracaat etme noktasında bir Müslümanın bir determinist veya natüralistten eksik kalır yanı yoktur. Ama fazlası vardır. O da bir çeşit fiilî dua sayılan sebepleri yerine getirdikten sonra kavlî duaya da başvurmasıdır. Bir mü’minin bir natüralistten diğer farkı da meydana gelen olayları izah tarzındadır. Bütün varlık ve olayları Allah’a bağlayarak izah etmesidir. Mesela yüz dereceye gelen suyun kaynayacağını veya sıfırın altına düştüğünde buz tutacağını kabul ettikten ve fizikî dünyada buna riayet ettikten sonra, sudaki bu değişimin faili olarak sıcaklığı veya Allah’ı görmek bir inanç meselesidir. Bu noktadaki bir inancın bilimsel çalışmaları engelleyeceğini öne sürmenin hiçbir rasyonel temeli yoktur.

Kur’ân Sebeplere Riayeti Emreder

Kur’an’a dönüp baktığımızda da sebeplere riayetin ne kadar önemli olduğunu görürüz. Mesela bir âyette Hz. Zülkarneyn ile ilgili şöyle buyrulur: “Biz ona dünyada geniş imkânlar verdik ve ona her şeyin sebebini ihsan ettik. O da bir sebebi takip etti.” (Kehf sûresi, 18/84-85) Bu âyet konumuz açısından fevkalade önemlidir.

Burada Cenab-ı Hak, Hz. Zülkarneyn’e büyük güç ve imkânlar nasip ettiğini bildirdikten hemen sonra ona her şeyin sebebini de ihsan ettiğini bildirerek bu güç ve imkânlara nasıl ulaştığına işaret ediyor. Nitekim âyetin hemen devamında da Hz. Zülkarneyn’in bir sebebe müracaat ettiği ifade ediliyor ve devam eden âyetlerde onun sebeplere riayet ederek hedefine ulaştığı iki kez daha tekrar ediliyor. Demek ki sebepleri yaratan Allah olduğu gibi, bu sebeplere uymayı emreden ve uyanları mükafatlandıran da Allah’tır.

Hz. Yakub’un oğullarını Mısır’a gönderirken yaptığı şu tavsiye de bir peygamber ağzıyla mü’minlere hem sebeplere riayetin hem de Allah’a tevekkülün önemini hatırlatır: “Ey oğullarım, bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Hüküm ancak Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na tevekkül etsinler.” (Yusuf sûresi, 12/67)

Hz. Yakub her şeyi yaratanın Allah olduğunu bildiği hâlde oğullarına tedbirli olmalarını ve sebeplere riayet etmelerini tembihliyor. Çünkü Cenâb-ı Hak, hikmet diyarı olan dünya hayatında her şey için bir yol, bir vesile, bir sebep takdir etmiş ve kullarına da bu sebeplere uymalarını emretmiştir. Fakat Hz. Yakub’un daha sonraki ifadelerinden anlıyoruz ki sebeplere uymamız istediğimiz sonuçları elde etmenin garantisi değildir. Dolayısıyla sebeplere uyduktan sonra onları da kabza-ı tasarrufunda tutan Yüce Yaratıcıya yönelmeyi, O’na dayanıp güvenmeyi ihmal etmemeliyiz.

Cenab-ı Hak onlarca âyet-i kerimede mü’min kullarının yanında olduğunu, yardım ve inayetiyle onları teyit buyurduğunu haber verir. Bununla birlikte mü’minlere, düşmanlarına karşı bütün tedbirlerini almalarını (Nisâ sûresi, 4/71), güçleri yettiği ölçüde kuvvet ve savaş atları hazırlamalarını, bunlarla düşmanlarını korkutmalarını emreder. (Enfâl sûresi, 8/60) Bu âyetler de açıkça göstermektedir ki her şeyin yaratıcısının Allah olduğuna inanma, O’na dayanıp güvenme, yardım ve inayeti O’ndan bekleme, hiçbir şekilde sebeplere riayet etmeye, tekvini emirlerin gereğine göre hareket etmeye engel değildir.

İnsanın ancak çalıştığının karşılığını alacağını vurgulayan (Necm sûresi, 53/39), İslâm’ın çok önemli bir esası olan hac ibadeti esnasında dahi rızık aramayı, ticaret yapmayı mubah kılan (Bakara sûresi, 2/198), Cuma namazıyla ilgili hükümlerden hemen sonra “Namaz tamamlanınca yeryüzüne yayılın, işinize gücünüze gidin, Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın.” (Cum’a sûresi, 62/10) hükmünü vaz eden bir dinin, müntesiplerini sebepleri görmezden gelmeye, miskinlik ve tembelliğe sürüklediğini iddia etmenin bir temeli yoktur.

Allah Resûlü’nün Sebeplere Riayeti

Kur’ân’da mü’minler için üsve-i hasene (en güzel örnek) olduğu bildirilen (Ahzâb sûresi, 33/21) Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) hayatına bir göz atılacak olursa, O’nun her işinde hem sebeplere sıkı sıkıya bağlı kaldığı hem de neticeleri yaratması için Allah’a yana yakıla dua ettiği görülecektir. Buna dair yüzlerce örnek verilebilir. Mesela Bedir savaşı öncesinde ordusunu güzelce saf düzenine geçirmiş, savaşa hazırlamış, en uygun yere konuşlandırmış, su kuyularının başını tutmuş, düşman birlikleri hakkında bilgi toplamış kısaca savaşı kazanmak için bütün tedbirleri almış ama diğer yandan da kıbleye yönelip ellerini Allah’a kaldırmış ve dua dua O’na yalvarmıştır. Öyle ki dua ederken omzundan ridası düşmüş, bunu gören Hz. Ebû Bekir onu tekrar omzuna koymuş ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Rabbine olan yakarışın yeter. Allah, sana olan vaadini mutlaka yerine getirecektir.” demiştir.

Mucizelerde Sebeplerin Rolü

Mucizeler, peygamberlerin nübüvvetini tasdik ve hasımlarını ilzam etmek için Allah’ın peygamberlerin eliyle yarattığı harikulade/olağanüstü hâl ve olaylardır. Bu yüzden sebep ve sonuçlar arasında aradığımız aklî uygunluğu, tenasüb-ü illiyeti mucizelerde aramayız. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak mucizleri yaratırken dahi sebepleri külliyen ortadan kaldırmaz, onları bir kısım basit vasıta ve vesileler üzerine bina etmek suretiyle sebeplerin ehemmiyetine dikkatimizi çeker.

Mesela bir mucize eseri olarak Hz. Musa ve inananları, ikiye ayırdığı denizden geçirip Firavun ve ordusunu da orada gark etmeyi murat buyuran Cenab-ı Hak, bunu Hz. Musa’nın (aleyhisselam) asasını denize vurması suretiyle yapar. Yine Hz. Yakub’un gözlerinin açılmasında Hz. Yusuf’un gömleğini sebep olarak kullanır. Bir mucize eseri olarak Hz. Meryem’i rızıklandıran Cenab-ı Hak, bu rızıklarını kuru hurma dalı üzerinden gönderir ve bu hurmaların yere düşmesi için de Hz. Meryem’den ağacı sallamasını ister. Aynı şekilde Asr-ı Saadette mucize eseri olarak gerçekleşen aç bir ordunun doyurulması veya onların su ihtiyacının karşılanması gibi olaylara baktığımızda bunların da bazı küçük sebepler üzerine bina edildiği görülür.

Demek ki dünya hayatında meydana gelen bütün olayların basit ve küçük de olsa bir sebebe dayanması, kesin ve istisnasız bir ilâhî kanundur. Cenâb-ı Hak, olağan düzene aykırı gerçekleşen mucizelerde bile sebepleri bir vesile olarak kullandığına göre, normal hayatın akışı içerisinde sebeplere riayet etmek, arzu edilen neticelere ulaşma adına sebepleri bir basamak olarak kullanmak, sebepleri yaratan Allah’a saygının bir gereğidir. Şayet dünyevi başarılar elde etmek, arzu ettiğimiz nimetlere kavuşmak istiyorsak, Allah’ın kâinat kitabında yaratmış olduğu sebeplere uygun hareket etmek zorundayız.

Sebeplere Riayet Allah’a Saygının Gereğidir

Sebepleri vaz eden ve bizi sebepler yurdunda halk eden Allah’tır. Allah abes fiil işlemez. O’nun her icraatı hikmetlidir. Dolayısıyla sebepleri de boş yere koymamıştır. Demek ki bizim onları nazar-ı itibara almamızı, onlara riayet etmemizi istiyor. Sebepleri Allah koyduğuna göre bizim onları ortadan kaldırmaya gücümüz yetmez. Onları inkâr etmenin de imkânı yoktur. Zira bu, aklı, duyuları, sağduyuyu inkâr etme demektir. Dolayısıyla sebeplere riayet etmek Allah’a olan saygının bir gereğidir. Sebepleri görmezden gelmek ise Allah’a karşı saygısızlık ve hatta isyan demektir. Bununla birlikte Rab Teâlâ’nın koyduğu sebepleri “Rab” edinmek de bir nevi şirktir.

Öte yandan Kur’ân ve Sünnette vaz edilen teşri emirlere uymak dinin bir gereği olduğu gibi, tekvini emirlere uymak da fıtratın bir gereğidir. Kur’ân’ı gönderen ve onda şer’i hükümler vaz eden Allah olduğu gibi, kainat kitabını yaratan ve ondaki düzeni, sebepleri, yasaları ve tekvini emirleri yaratan da Allah’tır. Bir mü’mine düşen vazife de Allah’ın bu iki kitabını birlikte mütalaa etmek, her iki kitabın da gereğine göre amel etmektir. Şer’î emirlere isyan edenler daha çok ahirette cezasını çekecekleri gibi, tekvini emirlere isyan edenler, yani sebeplere riayetsizlik edenler de dünyada bunun cezasını çekeceklerdir. İşte Müslümanlar günümüzde bunun cezasını çekiyorlar.

Hatta şunu da ifade etmek gerekir ki tekvini emirlere riayet etmemenin cezası büyük ölçüde dünyada verilse de bunun ahirete bakan sorumluluğu da vardır. Çünkü sebeplere riayet etmeyen Müslümanlar bilim ve teknolojide, kültür ve medeniyette geri kalacak, onlar arasında içtimai, siyasi, iktisadi problemler baş gösterecek ve bu durumda da hem dinin bu yöndeki emirleri ihmal edilmiş hem de dinin doğru anlaşılmasına gölge düşürülmüş olacaktır.

Konuyla ilgili Bediüzzaman’ın şu izahları son derece önemlidir: “Şeri emirlere karşı itaat ve isyan olduğu gibi, tekvini emirlere karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükafat ve mücazatın çoğu ahirette, ikincisinde çoğu dünyada görülür. Mesela sabrın mükafatı zaferdir, tembelliğin cezası sefalettir, say u gayretin sevabı servettir; sebatın mükafatı galip gelmektir.” (Bediüzzaman, Mektubat, s. 536)

Hasıl-ı kelam mü’mine düşen vazife sebeplere tesir-i hakiki vermeden ve onlara gönülden bağlanmadan onlarla iş görmesi, sebepleri gözetmede en küçük bir boşluğa dahi meydan vermeyecek kadar tedbirli ve temkinli olmasıdır. Sebeplerin hikmetini anlamak, onları ait olduğu yere koymak ve tenasüb-i illiyet prensibine göre bir hayat yaşayabilmek hem güçlü bir iman hem de yüksek bir idrak ve şuur gerektiriyor. Hatta bir mü’min sadece tabiatta ve fizikî dünyada değil, bir yere kadar toplumsal hayatta da tenasüb-i illet prensibinin geçerli olduğunu, yarınların bugünkü hareket ve davranışlarına göre şekilleneceğini akıldan çıkarmamalıdır.

 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version