Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

H. Agah Kalender yazdı… ‘Mazluma sürgün evi, zalime cihan düştü’


(Serbest Görüş) – H. AGAH KALENDER

Geçen hafta modern zamanlarda yazılmış ‘iki naata’ dikkat çekmiş, Arif Nihat Asya’nın ‘Seccaden kumlardı’ diye başlayan şiirini hangi manevi iklimde ve ruh halinde yazdığını çözmeye çalışmıştım. Asya’nın naatının yalın kelimelerle örülü ve sade anlatımla insanın içine işlediğini vurgulamıştım.

Nasıl Mimar Sinan taş ve mermerden olağanüstü Süleymaniye veya Selimiye yapılarını inşa ettiyse Asya’nın da günlük yaşamda kullanılan kelimelerden olağanüstü güzellikte ve görkemde bir eser ortaya koyduğunu anlatmıştım. Asya’nın ‘Seccaden kumlardı…’ şiirine, naatların Süleymaniyesi dense yeri.

Ben okumaya ve dinlemeye doyamıyorum. Kelimeler kelebek gibi kanatlanıyor ve insanı, Mekke sokaklarında, Medine çarşılarında, Arabistan’ın çöllerinde dolaştırıyor. Şair duygularını ‘Gel, ey Muhammed bahardır / Dudaklar ardında saklı / Aminlerimiz vardır…’ derken ne kadar içten ve yanık biçimde dile getiriyor. Öğrenebildiğimiz Asya’nın naatını tasavvuf kültürünün etkisi altında yazdığı…

Diğer naat Nurullah Genç’e ait… Genç, yaşayan şair ve sanatçılardan. Akademisyen, iktisat profesörü… Bir ara Merkez Bankası’nda bürokrat olarak görev aldığını okuduğumda üzülmüştüm. Kelime işçiliği yapan sanatkar bir ismin para bürokrasisinde ne işi olur? Yazdıklarından Genç’in derviş meşrep bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılıyor.

Derviş ile para yan yana gelir mi? Para sayan elden kalem düşer. Nedense şairleri ve sanatçıları siyasete, üst düzey bürokrasiye hiç yakıştıramıyorum. Sanatkarlar bürokrasinin mekanik çarkını tatlı nağmeye dönüştürmezler mi? Siyasetin mekanlarını bir gül bahçesine çeviremezler mi? Keşke… Ama çok zor. Bürokrasi ve siyaset sanatçıyı bozar. Ve kendisine benzetir.

Yıllar önce Nurullah Genç hakkında bir şehir efsanesi duymuştum. Rahmetli Cahit Zarifoğlu, Mavera Dergisi ve Zaman Gazetesi’nin ilk yıllarında edebiyata meraklı gençlerin şiir ve öykülerini değerlendirir, kabiliyetli gördüklerini teşvik ederdi. Nurullah Genç de bir şiirini gönderir ve yorumunu ister. Zarifoğlu, Genç’in şiirinde bir ışık göremez ve başka alanlara yönelmesini ister.

Nurullah Genç, Zarifoğlu’nun tavsiyesini dinlemez ve şiir yazmaya devam eder. Şiirin hakkını da verir. ‘Zarifoğlu’nun yanıldığı tek adam Nurullah Genç’ diye bir söylentinin kulağıma değmişliği var. Onca zamana rağmen doğruluğunu teyit ettiremedim. Genç’in şiirlerini her okuduğum da, bu ‘Zarifoğlu hikayesini’ hep hatırlarım.

Genç günümüzün en nitelikli ve üretken şairlerinden. ‘Yağmur’ başlığıyla yazdığı şiir Diyanet’in naat yarışmasında birinci oldu. O günden beri de ‘Vareden’in adıyla insanlığa iner Nur’ diye başlayan şiiri herkesin dilinde. Arif Nihat Asya’nın naatından geri kalmaz. Bana ‘Hangisini tercih edersin?’ diye sorsalar ‘Her ikisi de’ derim. Birini elemeye gönlüm razı olmaz.

Yağmur rahmetin diğer adı. Anadolu’da yağmura ‘rahmet’ denir. Hazreti Muhammed de bir ‘Rahmet peygamberi’. ‘Alemlere rahmet olarak gönderildi’. Nurullah Genç’in naatına neden ‘Yağmur’ ismini verdiğini anlamak zor değil. Hazreti Peygamber insanlığın üzerine bir rahmet olarak yağmur gibi yağdı. O’nunla çöller yeşerdi, kuruyan dallar çiçeklendi, çatlayan dudaklar ıslandı, yüreklerin, ruhların harareti dindi.

Nurullah Genç’in Yağmur’u nasıl bir ruh haliyle yazdığını bir kitapta okudum. ‘Omuzlarımda Dünya – Hikayem, hayatımdır’ adlı eserde ‘En güzel meyve; Yağmur’un hikayesi’ kendi ağzından anlatılıyor. Oradan özetleyerek bu dokunaklı hikayeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Şiir kolay yazılamaz. İlham ister, emek ister. Bazen bir doğum sancısı gibi kıvranmanız gerekir. Bir kelime, bir mısra günlerinizi alabilir.

AMCASININ SÖZÜ… 

Nurullah Genç, Erzurum’lu… Dindar bir ailenin çocuğu. Birgün köy odasında siyer okurlarken amcası Genç’in yıllarca aklından çıkmayacak şu sözü söyler: ‘Müslüman bir şair naat yazmamışsa tam anlamıyla adam olmamış demektir’. İlerleyen yıllarda Genç’in şiirleri edebiyat dergilerinde yayınlanmaya ve şair olarak anılmaya başlar. Sık sık amcasının sözünü hatırlar.

Genç ‘Mutlaka bir naat yazmalıyım, yoksa adam olamayacağım düşüncesi ruhumu sarmaya başladı’ der. Ve naat üzerine çalışmaya başlar. Daha önce yazılmış 50’nin üzerinde naatı inceler, adını ‘yağmur’ diye koyar, fakat bir türlü arkasını getiremez. Bir naat yazamaz. Ruhi sancıları naatın doğumunu müjdeler aslında lakin bir türlü kelimeler, mısralar dökülmez kalemin ucundan. Sancı dönemi 10 yıl gibi çok uzun sürer.

Ve ‘Artık ben şiir yazmayı bırakmalıyım, çünkü naat yazamıyorum’ diye yakınmaya başlar. İlham, tam da karamsarlığa kapıldığı bir dönemde, hiç beklemediği bir anda, İstanbul’da bir otobüs seyahatinde göz kırpar.

Erzurum’a gitmek için Topkapı’da otobüse biner. Uzun otobüs yolculukları insanın kendini dinlemesi ve içine dönmesi için altın fırsatlar sunar. Bitmeyen gittikçe uzayan yollarda çevreyi seyre dalarken ruhunuzda ilhamlar tomurcuklanıverir. Kelimeye dönüşecek harfler kelebek gibi başınız üzerinde, gözlerinizin önünde uçuşmaya başlar.

O kelebekler kabiliyetiniz ölçüsünde önce kelimeye, sonra mısraya ve şiire dönüşür.

Genç, otobüste beklerken yağmur yağar ve otobüsün camları buğulanır. O sırada derin düşüncelere dalar. Uhud’daki ‘Okçular tepesini’ hayalinde canlandırır. O kadar ki tepeyi terkedenlere ‘Buradan ayrılmayın, Peygamberin sözünü dinleyin, nereye gidiyorsunuz’ diye seslenir içinden. Abdulhamit Han’ın tahtan indirilişini bir film sahnesi gibi hüzünle hatırlar. Ve kendisine sorar; ‘Sen nereye gidiyorsun?’.

Güneşin doğuşunu haber veren ufuktaki kızıllık gibi Yağmur naatı yavaş yavaş doğmaktadır. Cebinden bileti çıkarır ve arkasına şu mısraları yazar: ‘Sensiz ufuklarımıza yalancı bir tan düştü / Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü / Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül / Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü’. Yazdıklarını tekrar tekrar okur.

O anı ‘Kendi kendime Allahım ben herhalde bir şey yazmaya başladım. Bir naat mı acaba? diye sordum’ diye hatırlar. Mısraların yer aldığı bileti bir kutsal metin gibi göğsüne bastırır ve ceketinin cebine koyar. Yol boyunca iç dünyasındaki hareketliliği düşünür ve doğumun heyecanını yaşar. Şiir bir bebeğin doğumu gibidir. Sevinç ve heyecan iç içe geçer. Ehli öyle söylüyor.

Erzurum’da otobüsten iner inmez eve koşar ve eşine ‘Ben bir şiir yazmaya başladım. Biraz sıkıntılı haldeyim. İçim çok dolu, kıpır kıpır. Elimde olmadan heyecanlanıyorum. Şiir bitene kadar bana tahammül eder misin?’ diye sorar. Eşinin cevabı ‘Tabii ki… Sen yaz yeter ki’ olur. İlham ile emek at başı gider. Eşine ‘Salonda ben şiirle uğraşırken, sen çocuklara sahip ol, onlarla ilgilen’ der. Gürültü ve müdahalelerle atmosferinin bozulmasını istemez.

Akademisyen olan Genç üniversitedeki işini de aksatmaz. Okulda dersleri biter bitmez eve gelir, salona kapanır. Yağmur damlalarının dökülmesini bekler. O anlarını şöyle anlatır: ‘Duvarla konuşuyorum. Evin içinde dolaşıp duruyorum. Bütün bir insanlık tarihi, Hz. Adem’den bugüne geçiyor hayalimden. Bütün bir kainat, dünya ve insanlık… Ve mısralar ufkuma hücum ediyor. Bir süre sonra, ‘Vareden’in adıyla insanlığa inen nur’ diye başladı ve devam etti şiir’.

‘Toprağı kirlerinden arındırır bir yağmur / Kutlu bir zaferdir bu Ebabil dudağından / Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat /En müstesna doğuşa hamiledir kainat / Yıllardır bozbulanık suları yudumladım / Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları / Yağmur seni bekleyen bir taş da ben olsaydım’.

Artık yağan ‘Yağmur’dur… Doğum süreci üç ay sürer. Okulda arkadaşları içine kapanmasından ve çevresine ilgisizliğinden dolayı endişelenir. Çünkü bütün ilişkisi ‘selam’ düzeyindedir. Arkadaşları ‘Bu galiba hasta oldu, doktora götürmemiz lazım’ diye konuşmaya başlar. Bir doktor arkadaşlarına ‘Bu kesin rahatsız. Depresyondadır. Alıp getirin. Mutlaka tedavi olması gerekir’ der. Şiirin ikliminden kopmak istemez çünkü.

Ve mısralar Yağmur damlaları gibi dökülür kağıda; ‘Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım / O mücella çehreni izleseydim ebedi / Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım’… ‘Sensizlik depremiyle hancı düştü hün düştü / Mazluma sürgün evi zalime cihan düştü / Sana meftun ve hayran sana ram olanlara / Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü’… ‘Kırıldı adaletin kılıcı kalkan düştü / Mahkumlar yargılıyor hakimler mahkum şimdi / Hakların temeline sanki bir volkan düştü’.

Üç ayın sonunda ‘Yağmur’ şiiri biter. Ve Nurullah Genç, dünyaya geri döner. Arkadaşlarına içine kapandığı üç aylık süreçte bir naat yazdığını müjdeler. Şiiri yavaş yavaş okumaya başlar. ‘Gözleri doldu hepsinin’ diye hatırlıyor o anı. Hatta bir arkadaşı ‘Böyle olduğunu bilseydik içerde 6 ay kalman için dua ederdik’ der.

Şu mısraları okuyup da beğenmemek mümkün mü; ‘Kardeşler arasına heyhat, su-i zan düştü / Zedelendi sağduyu körleşen izan düştü / Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın / İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü’ … ‘Yağmur seninle susuzluğu biter evrenin / Sana mümindir sema sana muhtaçdır zemin / Damar damar seninle hep seninle dolsaydım / Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın / Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım’.

Horasan’a gider Seyyidlerden Muhammed Zeki Bayram’a uğrar ‘Yağmur’u baştan sona okur. Şiir bitince Bayram tebessüm eder ‘İşte şimdi adam oldun’ der. Amcasının sözüyle Bayram’ın sözü tevafuk eder. Genç, bundan ayrıca memnun olur. Bundan sonra ‘Yağmur’ şiiri muhteşem bir naat olarak Türkiye’nin gündemine girer. Ve bize de bir pazar yazısı olur.

Altını çizdiğim şu mısralar sizin de yüreğinize dokunmuyor mu: ‘Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım / Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım / Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım / Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım / Bahira’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım / Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım / Senin için görülen bir düş de ben olsaydım / Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım / Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım / Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım’.

Şairin yerinde kim olmak istemez ki…

BENİM KELİMELERİM: YAĞMUR, BARAN, RAHMET…

Ey okur! Kelime deyip geçme yazısından sonra bazı sözcüklerin etimolojisine dikkat çekmeye çalışacağımı söylemiştim. Bugünkü yazının kelimesi olan ‘Yağmur’un kökeni konusunda uzmanlar ittifak halinde. Yağmur, Orta Çağ Türkçesindeki yagmur kelimesinden gelme. Türkçe yag sözcüğünden türetilmiş. Kıpçakçada yağmur, Azerice yağmur, Uygurca yamğur, Özbekçe yamğır, Kırgızca camğır, Başkırtca yamğır, Türkmence yağın – yağmır, Tatarca yanğır…

Farsça yağmur kelimesi ‘baran’dır… Kürtçe’ye de baran yağmur olarak girmiştir. Anadolu’da ‘baran’ isim olarak da kullanılır. Ziya Paşa’nın meşhur beytinde geçer: ‘Bi-baht olanın bağına bir katresi düşmez / Baran yerine dürr-i güher yağsa semadan’… Gökten yağmur yerine inci mercan yağsa bahtsızın bağına bir tanesi bile düşmez.

Rahmet Arapça ‘yağmur’ demektir. H harfi güzel h denen ince h’dir. Araplar ince ve sürekli yağmura rahmet der. Merhamet kelimesiyle ilgisi yoktur. Merhametteki h harfi kalın h’dir. Rahmet h ince söylenirse yağmur, kalın söylenirse merhamet, şefkat anlamına gelir. Türkçe’de hem söyleyiş hem yazı olarak iki kelimeyi birbirinden ayırt etmek güçtür.

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version