İlker Cihan BİNER
Şair ve performans sanatçısı Ekin Metin Sözüpek ile Orlando Art’tan çıkan ikinci şiir kitabı “İncinebilirlik”in açtığı yoldan, fikir, şiir ve görselliğin kesişimini konuştuk. Sözüpek’in şairlikten editörlüğe, öykücülükten dublaj sanatına kadar uzanan, pek çok alanda eser verdiği disiplinlerarası macerasını dinlemek için sözü fazla uzatmadan röportaja bağlanalım.
“İncinebilirlik” adlı şiir kitabının baskısı tükendi. Kaleme aldığın eserin önce satması ve sonra bulunamaması senin için ne ifade ediyor?
Eserin formu, fiziki serüveni, okurla ilişkilenme ve temas etme biçimi de şiire içkin geliyor bana. Burada da yayıncılığın anlaşılabilir dogmalarıyla karşılaşıyoruz. Berbat kurgulanmış maddi gerçeklik şiirin haptik algı çizgisini bu alanda devam ettirebilmesine imkan tanımıyor. Bir nesne olarak tasarımının her kolu; renk, boyut, font, adet, kağıt türü vb. birçok değişken yaratıcı boyutta oyun sahası olabilir ancak bunu yapmaya sadece dağıtım ağı kaçağı gerilla yayıncılar cüret edebiliyor.
“İncinebilirlik”’in evrenini ve yayın sürecini düşündüğümde, Orlando Art’ın yayıncılık ufkuyla şanslı bir bağdaşım gördüm ve buradan akmasına sevindim. Şiire verdiğim kasti ara, geri çekilme, dışa çıkma, nekahat döneminde 4 sene sadece şiir dilimi parçalayacak antrenmanlar ve farklı yazı türlerinde gezintiler yapmıştım. Bu süreç sonunda; 3 yıl boyunca her yılın eylül ayında tesadüfi şekilde sadece tek bir şiir (toplamda 3 adet uzun şiir) yazdığımı, bu yazılanların içsel süreçlere ziyaret minvalinde olup dönemeçler oluşturduğunu, aralarında bir tema bağı bulunduğunu Orlando’nun teklifi sonrası gözlemleyebildim. Üçüncü ve son şiiri yazdığımda bunun bir şeylerin başlangıcı olacak bir bitiş şiiri olduğunu biliyordum ve kendi incinebilirliğimle yüzleştiğim bir dönemin konsept ve minör bir eseri olarak kendisine yaraşır bir forma giymesini ya da susmasını arzuluyordum.
Gerek tüm bu süreç gerekse dosyanın Orlando’nun talep ettiği ve tasarladığı formata sayfa sayısı olarak bile kusursuz oturması, beni hayatın gizil matematiğine daha gür bir kuvvette inandırdı. Kağan Kahveci bunu müthiş bir icatla “uğurun mantığı” olarak tanımlıyor. (1) Öyleyse eser şimdi fiziksel serüveninde bu mantığa layık bir hareket yöntemi benimsemeli. O tam da böyle bir kitap olmalıydı; beyaz, süssüz, küçük, ince, zarifçe tasarlanmış, ufak fontlu, üstünde belki sadece bir soyut lekenin bulunduğu ve dağıtım ağı dışından, daha farklı bir seçilmiş, kısıtlı okur kitlesine, tek tek numaralandırılarak, özel bir tasarımla ve bandrol giymeden ulaştırılmalıydı. Bu şiirlerin sadece onu edinecek 100 kişiyle özel, yoğun bir bağ kurmasını; kopya bir materyal gibi değil, ortak incinebilirlik yazgımıza bakabileceğimiz bir pencere gibi algılanmasını diledim. Kitap baskı ve satış ritüellerinin dışına çıktığınızda, sayıyı kısıtlı ve nüshaları ayrı olarak işaretlendirilmiş tuttuğunuzda, metnin sınırsız çoğaltımının getirdiği buruk sıradanlaşmaya ve çağın çarpık tüketim alışkanlığına da minik bir nanik çekebilmiş oluyorsunuz. Ulaştığında doğru kişilere ulaşması ve şimdi bulunamaması bu bağlamda hoşuma gidiyor.
Geçip gidicilik, daimi değişim ve yitim de incinebilirliğimizin temel bir ayağı ve bu durumları en çok şiir kabul ediyor gibi. Hiçbir şeye tutunmamalı, o vardı ve şimdi yok: Yola bakmalı. Böylece, ilişkilenmemize bedeni, duyguları, teması, sohbeti dahil edebilmiş olduk elimizden geldiğince. Birbirini içinden tanıyan ve yaralarını paylaşan azınlık bir komiteyle, biricik bir deneyime düşebilmeye…
Editörlük ve düz yazı deneyimin de var. Bu süreçten bahseder misin?
Sözünü ettiğim nekahat dönemimle pandeminin dayattığı atmosfer selamlaştı. Uyumlanarak kapanır ve bir tür iç araştırma yürütürken diğer yandan da şiirin dışından dolanıp mevziilerimi genişletme arzumu tatmin edebileceğim; yabancı bir bakış giyip edinilmemiş pozisyonlardan köke bakış atabileceğim, ataletten uzak dinamik bir sürecin de yollarını arıyordum. Bu esnada maddi zorluklar da mesleki açıdan yayıncılık alanına doğru itiyordu beni ancak kariyerimin bu yönde sürmesinin getireceği profesyonel bakışın götürebileceklerinden korktum. Örnek olarak; dublaj kariyerine başlarken ses kullanımımı biricikleştirebileceğini düşünüyordum ancak belirli bir zamanda bırakmak da beni karikatür bir sesten koruyacaktı sanki. Tam o esnada önüme freelance fırsatlar çıkınca bunun bal almak isteyeceğim bir çiçek olduğunu düşünerek daldım bu alana. Editörlük sürecinin bağımsız ve çeperden yürüdüğü sürece, edebiyatın mutfağına, iş sahasına girmek, kitap üretiminin zanaat yönüne eğilip türlü maddesel dinamikleri gözetmek; dramaturji yapıp bağlam oturtmak, dengeyi taramak, derleyip toplamak, ele’ştirip yordamlamak, usulünce yontmak ve dışında gerekli insani ilişkileri yönetmek gibi anlamlarda bana çok şey katacağını bildim.
Mimar Sinan GSÜ Sosyoloji’den tanıdığım, disiplinlerarası utkumuzun ve çalışma disiplin ve yöntemlerimizin birbiriyle çok uyumlu olduğu dostum Ozan Eren; bana ve diğer dört güzel yazar dostuma editörlüğü bulaştırdı. “Karşı Salgın” başlıklı bu kitabın içinde bulunduğumuz kırılma döneminin doğurduğu buhranı, eyleme teşvik eden kıvılcımlara dönüştürmek; ataletten silkinip birlikte kuvvet bulmak arzusuyla hareket eden bulaşıcı matematiği hepimizi cezbetmişti ve biz de bu virüsü disiplinlerarası işler gören yirmidokuz sanatçıya bulaştırdık. Kolektif kitap denince ilk etapta aklımıza gelen, bir kavram etrafında örgütlenen kurgu dışı metinler ya da bir tür – tema etrafında örgütlenen kurgu metinler tasarısından farklı olarak; kendi aczimize de açılacak “duygu”ları merkeze alan ve ifadesinde farklı sanat dillerinin yorum gücünü kullanan projeler üretmenin önemli olduğunu düşündük. Bir nevi çağını etinde duyumsayan sanatçılarla dönemimizin “duygu antolojilerini” oluşturmak gibi değerlendirdik bu girişimleri ve sonrasında da yine Ozan Eren ve İbrahim Karaoğlu’yla birlikte “Başkalaştıran Karşılaşmalar” projemizde aynı niyeti sürdürdük. Stillerin, yaşın, cinsel yönelimlerin, tecrübe derecelerinin, sanat türlerinin dengeli bir kimyayla içiçe geçtiği; farklı ruhlarda sanatçıların birbirleriyle çarpışmayı denediği ve çağın çok yönlülüğünün altını çizdiğimiz işler oldu bu son eser de, ilkine yakınsayarak. Benim için editörlük bir ayağıyla da hayatta kalışa daraltılmış bir yaşantıyı ve temassızlığı dayatan bir dönemde bu türden yaratıcı ilişki ağlarını çoğaltmak anlamına geldi.
Bu sürece paralel olarak bu şiirdışı dönemde uzun düzyazı (roman?) antrenmanları da yapıyordum. Romanın mimarisini tek seferde ayakta tutabilecek teknik beceriden henüz yoksun olduğumu anladığımda uzun öykü fikrine yöneldim. O yüzden yazar olarak da davetli olduğum bu iki kitaba “Kapan Tırnağı” ve “Suratından Toz Kaldıran Tokat” öykülerimle katılmış oldum. Birçok kuvvetli öykücüyle birlikte yola çıkacak olmak hem ilham alma hem de ehliyet baskısı anlamında benim için itici bir güç teşkil etti.
Şiirde gerekliliğini öne sürdüğüm ve otantik olabilmesini önemli gördüğüm biçimsel uğraşları düzyazı yolculuğumda da sürdürüyorum. Her bir öykünün benden kendine özgü bir form talep ettiğini duyumsuyorum ve kendimi bu tuhaf bir keyif de sunan form icat kaygısına bırakıyorum. Örneğin; Kapan Tırnağı’nda karakter-anlatıcının ateşi yükseldikçe yazı da parçalanıp şiirselleşiyordu. Son öykümde aşırı tansiyonlu bir daimi hareket sürecini betimlerken noktalama işaretlerini aradan çektim ancak devreye girdikleri her an da, tekil varoluşlarıyla hikayenin büyük kırılımlarını belirleyebilir güçte olmalarını diledim.
Düzyazıda devam etme konusunda çok istekliyim. Yırtıklardan, tokatlardan bolca söz ettim ancak sanatın etki gücünü sadece bu yönde işletebileceği yönündeki dar fikirden usandım. Düz yazıda daha ferah bir imkanını bulduğum; dokunan, doğrudan bağlar kuran, biraz da sakin ve toplu, daha yüksek şefkat tonlu, belki apaçık bir şeyin peşindeyim.
Karşı Sanat’taki “Artık: Pop up disiplinlerarası şiir” adlı performansını konuşalım istiyorum. Başkalarıyla beraber yaptığın ortak bir çalışma. Emre Varışlı, Suhan Lalettayin, Behiç Karataş var. Nasıl bir araya geldiniz?
Emre ile 15 yıldır hikayemizin habersizce ama ritmik olarak kesişmesi aramızdakini ruh örtüşmesinin delili değil de nedir? Özellikle performans alanında uzun yıllar yürüttüğümüz uğraşlardan edindiğimiz deneyim bize; bu alandaki algıların oldukça kısır kaldığını, bilgi sahasında büyük noksanlıklar barındığını ve hatalı kanaatlerin kol gezdiğini, şiirin alternatif kanallardaki varoluşlarıyla ilgili şiir erkinin sakil tahakkümünün sürdüğünü gösterdi. Ve buna karşı bizim de yanıp söner manifestolarımız ve kendisini konuşan işlerimiz haricinde tumturaklı bir söylem üretimine girmediğimizi fark etmiştik.
Aynı dertten bezgin olan ve şiir sahasını dört koldan genişletme yönünde onulmaz aksiyonları olan Suhan’la da sık sık karşılaşır, ortak işlere girişir haldeydik. Öncelikle bu rastlaşmanın çok şanslı ve aramızdaki kimyanın nadir olduğunu algıladık; ardından bu bizi ortak, güçlü ve değişik bir şey doğurmaya itti (artık). Suhan şiirin multidisipliner sahasında söylem üretme konusunda bizi dürttü ve bağlamı da dürdü. Ancak kelimelerin arkasında poz kesmek istemiyorduk; hayret ve meraka dayalı, deneyimsel, çıplak, çiğ, hafif doğaçlama, sıcak bir söyleşiyi hedefliyorduk. Bu sebeple söyleşi öncesi mini bir performansla izleyicinin duyargalarını uyarmak istedik. (Daha öncesinde de sergi süreciyle başarmış olduk bunu.)
İzleyicinin doğrudan gördüğü üzerine harekete geçmiş ilksel düşünceleri bizimle paylaşmaları; bizim de bağlamımız belli olsa dahi yanıtları tam da o an içinde canlı, birliktelikte ve kusurlu olarak üretiyor olmamız değerliydi. Performans esnasında doğaçlama kabiliyetine ve şairleri iyi anlayarak işler üzerine detaylıca çalışma yetisine güvendiğimiz Behiç Karataş’tan eşliğini rica ettik.
Ezgi Bakçay’a ve Sena Tunal’a bu fikirlerimizi anlattığımızda, önerdikleri günlerden 29 Şubat (the artık gün) epey yükseltti bizi. Üstelik o gün doğan boşlukta görsel-deneysel işlerimizin, kolaj video art vb. multidisipliner girişimlerimizin geniş bir sergisini düzebileceğimizi söylediklerinde topyekun bir kalkışma için kolları sıvarken bulduk kendimizi. Harry Potter’da sadece büyücülerin görebildiği ya da açabildiği mekanlar vardı ya; zamanlama sisteminin bug’ı artık gün bir karadelik gibi açıverince kendini, şiirin şanına yaraşır şekilde bu delikten dalmak istedik. Happening ruhundan ilhamla o gün açılıverecek ve belki bir daha gözlemlenemeyecek türden kırılgan, parlayıp yiten, pop up bir muziplik; şiirin ele avuca gelmezliğini, zapt edilemezliğini anıştırıyordu. “Artık” kelime olarak bir yandan bir usanmışlığı, ağzının ucuna kadar gelmiş olmazsa olmayacak sözü, bir atiklik ve atılımı, değişimde ısrarcı bir isyanı ve cüreti çağrıştırırken; bir yandan da ötelenmişi, süs ve atık olarak görüneni, taşmışı, düşmüşü, sapmışı, erk alanından atılmışı vurguluyordu. Öte yandan güzel bir ses yığını ve artistik bir tınıydı.
Bir manifesto da yazdık, bastık, dağıttık, okuduk, fırlattık. Geleneksel hece dize dörtlük sistemlerinden fırlayıp onu dönüştüren, olabildiğine basit ve oyuncul, kıvrak şen ve pür bir sesle çınlamasını istedik. Emre kolajladı afişi, Suhan yazıladı ve tasarladı, ben metne giriştim ve atomize bireyler olarak asla erişemeyeceğimiz üretim olanaklarına eriştik. Kolektif dayanışmacı bir sürece ne kadar ihtiyacımız olduğunu keşfettik, egolardan mümkünce azade birbirimize karışırken zihnin beynin ötesindeki ilişkisel kıvrımlarında dolaştık (mı?). Bunu yaparken de deneysel – görsel – somut şiir / performans – ses şiiri / videoart – foto-şiir gibi alanlarda uzun yıllardır ülkemizde gösterilmiş direngen çabaları onurlandırmayı, onlara eklemlenip naçizane ayrık sözü çoğaltmayı önemsedik.
Gelecek projelerin var mı? Şiir, performansla ilişkili neler yapacaksın?
Söz ettiğim süreçlerde yeterince güç topladığımı ve artık bir dönemin sonunun geldiğini hissediyorum. Ama önce birkaç minör adım daha atacağım. Yine editör – öykücü olarak yer alacağım ikinci toplu projemiz “Başkalaştıran Karşılaşmalar”ın yayınlanmasını bekliyoruz. “Gaipliğe” başlıklı tek başına kitap dosyası teşkil eden yoğunluktaki uzun öykümün de mümkünse art-book formatında yayın sürecini bekliyorum. Ardından onu birtakım ortaklıklarla sahneye taşımayı deneyeceğim. Yine öykü ve denemeler ile yer aldığım iki adet toplu kitap projesi var, yakında yayınlanmasını öngördüğümüz. Tüm bu kolektif deneyimler ve yayınların arasına girecek diğer dallardaki çalışmaların ardından, elimde şiir ya da roman türünde olacak majör dosyama odaklanmak için yeterli malzeme olacağını öngörüyorum.
Bir yandan başka hiçbir yerde yayınlanmayacak ve müzik ortaklıkları için özel olarak ürettiğim şiirlerden oluşan “Kağıtdışı Antoloji”me; “!Avam Karnaval” ve “Patika”nın ardından üçüncü bir işle ek yapacağım. Kağıt içi bazı eski işlerin müzikal ortaklıklarla kayıtlarını alıp bu antolojiyi genişletebilirim. Çeviri şiir ve yurtdışı performans imkanlarında gelişmeler var, burayı da zorlayabilsem ne güzel olur. Yıl içinde muhtemelen birden fazla sürpriz performans yapıp daha önce sahnede denemediğim sulara yüzebilecek miyim bakacak ve yeni kitaba kapanacağım görünüşe göre. Tüm bu karmaşanın ardında gizlenen asli arzum da ölmüş değil. Hala, hırpalansa da inatçı bir umutla müzik kariyerimi sürdürmeyi hedefliyorum.
1)Kağan Kahveci’nin k24’teki metni: https://t24.com.tr/k24/yazi/mallarme-meillassoux-ugurlu-bir-rastlanti,3137
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***