Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

H. Agah Kalender yazdı… Neden canımız yanar? Aspirinin ilginç öyküsü… 


(Serbest Görüş) – H. AGAH KALENDER

O kitabı uzun ‘şeb-i yelda’ gecemde okudum. Neredeyse ‘Bir kitap okudum, hayatım değişti’ diyeceğim kitaplardan biriydi. Hayatımı değiştirmedi ama yepyeni ufuklar ve kapılar açtı bana. Üzerinden birkaç ay geçince bir daha okudum. Ondan aldığım ilhamla başka kitaplara uzandım.

Bugünlerde şiddetli diş ağrısıyla boğuşurken ağrının sihrini çözebilmek için tekrar elime aldım. Böyle bir formül yok tabii. Her acının, her ağrının bir amacının olduğunu biliyorum. Cehennem azabını andıran diş ağrısı da öyle… Sızılar sebepsiz değil. Sancısız doğum var mı ki?

Hayatı boyunca acıyla yoğrulan bir coğrafyanın insanıyım. Gözleri nemli bir ülkenin ferdiyim. Küçük Emrah gibi ‘boynum bükük’ olmasa da acıların çocuğuyum. ‘Biraz ciddiyet’ dediğinizi duyar gibiyim. Yazarınızın ilerleyen yaşına rağmen bir türlü terk edemediği çocuksu bir tarafı var.

Kitabın adını başlığa koydum: ‘Neden Canımız Yanar? Geçmişten Günümüze Ağrı’. Yazarı Amerikalı, beyin cerrahı Dr. Frank T. Vertosick Jr. Kitap, Tübitak Popüler Bilim Kitapları serisinden çıkmış. Aynı yazarın ‘Beynine bir kez hava girmeye görsün’ diye başka bir kitabı da var. Onu da keyifle okudum. Yeri gelirse ondan da söz ederim.

Bu kitabın etkisiyle popüler bilim kitaplarına merak sardım. ‘Yaşamın Kıyısında’ onlardan biri. İnsanların dayanma sınırlarını araştırmış ve örneklerle anlatmış yazar. Bir başka kitap; ‘Tozun gizli hayatı’. Bildiğiniz toz… Minik zerrelerin ne ilginç öyküleri varmış meğer. Ne yaparsanız yapın odanızı, çevrenizi ileri teknoloji ürünlerle temizleseniz de asla kurtulamıyorsunuz. Bir toz bulutunun içinde yaşıyoruz çünkü. Üzerinizde taşıdığınız tozların bir kısmı uzaydan bir kısmı çöllerden…

Bir can sıkıcı tespitimi de paylaşmak isterim. Türk bilim adamlarının yazdıklarına da göz attım. Fakat hayal kırıklığına uğradım. İlmi konuları sokaktaki insana okutmak kolay değil. Batılı yazarlar bu işi çözmüş. İçerik, üslup ve hikâye tarzıyla en ağır konuları bile kavramlara boğmadan herkesin anlayabileceği şekilde ve akıcı, sade stille kaleme alabiliyorlar. Elinize aldığınız kitabı bırakamıyorsunuz.

Profesyonellere, uzmanlara, akademisyenlere hitap etmek kolay. Zor olan normal insana okutabilmek. Genelleme yapmak elbette doğru değil ama Türk bilim adamlarının yazdıkları akıcılıktan uzak, içeriği ağır, insan hikayesi eksik. Bunları söylemekten hoşnut değilim, fakat bu da benim düşüncem. Umarım bu fikrimi değiştirecek eserlerle karşılaşırım.

Üniversitede konferans verir gibi veya ders anlatır gibi yazmak kitabın okunmasını zorlaştırıyor.

Batılı bilim adamları hem akademisyen – uzman, hem de yazar olarak sade ve kıvrak üsluba sahip. Meramlarını bir ‘insan hikayesi’ üzerinden anlatıyorlar. Titanik filmini hatırlayın, sadece bir geminin batış öyküsü mü senaryo? Hayır, etkileyici bir aşk hikayesi, yani insan var. Yoksa bir demir yığınının belgeseline dönüşür ki o haliyle kimse izlemez.

Ahkam kestiğimin ve fazla ileri gittiğimin farkındayım, daha fazla uzatmadan gelin kitabın sayfalarını çevirelim. Yazar ‘Acının ve ağrının bir anlamı ve işlevi olduğuna’ özellikle dikkat çekiyor daha ilk satırlarda. ‘Acıdan alınan dersler olmasaydı, bedenlerimiz kısa sürede en sıradan travmalarla tahrip olurdu’ diyor. Cüzzam ve frengi duyu kaybına neden olduğu için uzuv deformasyonlarını buna örnek gösteriyor.

Acı fiziksel değil ağrının ruhsal boyutu da mevcut; ‘Acı bedenlerimizi zincirleyebilir ama biz izin vermedikçe zihinlerimizi zincirleyemez’.

Yazar ‘Her canlının canı yanar ama sadece insan acı çeker. İnsani boyutu nedeniyle acının algılanması her insanın kültürüne, dinine ve kişisel yapısına bağlı olarak değişir’ diyor. Ve acıya metafiziksel yorum da getiriyor: ‘Acı olmadan insanlar kendilerini güzel zaman geçirmeye öylesine kaptırırlar ki ne Yaradan’larına kulak verir ne de ona şükretmek için bir nedenleri olurdu. Acı Tanrı’nın bize seslendiği, ibadete çağırdığı bir İlahi Megafon’dur. Acı Tanrı’nın bize verdiği ceza değil doğal bir süreçtir’.

Kitap acının daha çok biyolojik yapısıyla ilgili… Acı ve çile kültürlerde, Hint felsefesinde, İslam tasavvufunda olgunlaşmanın, tekamülün aracı. ‘Hüzün ki en çok yakışandır bize’ der şair. Acı, çile Anadolu coğrafyasının bir parçası.

Kitap migrenden romatizmaya, kalp ve kanserden bel fıtığına kadar yaklaşık 15 hastalığı acı, ağrı ve hasta öyküsü üzerinden anlatıyor. Hastalarından verdiği örnekler ve tıp öyküleriyle ağrının arkeolojik kazısını yapıyor, biyolojik yapısı hakkında bilgilendiriyor, psikolojik karşılığını, acıyı dindirmek için geliştirilen yöntemleri açıklıyor.

Bir romatizma hastası olarak eklemlerde yangı ve tutulmalara neden olan romatizmanın ne menem bir şey olduğunu somut benzetmelerle çok güzel izah ediyor. Hastalıklara karşı alınacak tedbirleri de… Kronik hastalıklar ve çekilen sancılar, ağrılar, sızılar, acılar hakkında aydınlatıcı, tatmin edici bilgiler sunuyor.

Acıyı anlatırken altını çizdiğim şöyle bir cümle var kitapta: ‘Engizisyon’da hakimler acıyı kurbanlarından değerli bir şey elde etmek için kullanırlardı; itiraf, para, sadakat yemini ve arkadaşa ihanet’. İşkence yani. Keşki Engizisyon’la sınırı olsaydı ve geçmişte kalsaydı. İşkence ve acıyla korkutmak her devrin metodu. Dünyanın birçok ülkesinde karakollar, hapishaneler birer işkencehane fonksiyonu görüyor.

Kitap ağrı kesici ve uyuşturucu ilaçların keşfine de ışık tutuyor. Fiziksel ağrıyı dindirmek ve tıbbi operasyon için ağrı kesiciye ihtiyaç var. Ağrıyı uyuşturucu eczalarla yok eden ilaçlar olmadan bir cerrahi müdahale mümkün mü? Bir dişin çekilmesi olası mı? Diş tıbbın sahasına geç giriyor. Dişi ağrıyan hasta hekimlere değil, kas ve kol kuvveti yerinde olan, kasap, berber, çiftçi, esnaf gibi kişilere emanet. Ağrıyan çürük diş yerinden bilek gücüyle sökülüp atılıyor.

Ağrı kesici ilaçların denendiği ilk yer diş oluyor

Bana çok çarpıcı gelen bir paragraf şu: ‘Cerrahinin öyküsü, büyük ölçüde anestezi uzmanları tarafından yazılmıştır, cerrahlar tarafından değil. Karaciğer nakli, kalp ameliyatı, beyin tümörünün alınması büyük başarı olmakla birlikte cerrah ne kadar iyi olursa olsun bu işlemlerin uyanık hastalara yapılması imkansızdır. Tıp doktorları için kabullenmesi ne kadar zor olsa da anestezinin hikayesi de diş hekimleri tarafından yazılmıştır. Diş hekimleri olmasaydı, anestezi bugün bile ağzımıza tıkıştırılmış bir bez parçası ile kollarımızı bacaklarımızı kavrayan güçlü bileklerden ibaret olacaktı’. Anestezi ağrıyı yok eden uyuşturucu ilaç…

Aspirin bugün dünyanın her coğrafyasında bir ‘mucize hap’ kabul edilir. Dişiniz veya başınız ağrıdığında, vücudunuzda bir kırgınlık hissettiğinizde elinizin altında bir bardak su eşliğinde içeceğiniz bir aspirin mutlaka bulunur. Birçok hastalığın tedavisinde köşe taşıdır aspirin. Sadece eczanelerde değil, köy bakkallarında bile satılan yegâne ilaçtır. Bu yazıya otururken bile bir tane aldım. Acım olduğundan değil, doktor kalp için gün aşırı almamı istedi. Romatizma ağrılarının yanı sıra, kanı sulandırmasıyla da kalp rahatsızlıkları için vazgeçilmez bir ilaçtır.

Peki, öyküsünü merak ettiniz mi? Ben söğüt ağacıyla bir ilişkisi olduğunu duymuştum. Kitapta hikayesini öğrendim. Asur, Mısır gibi kadim uygarlıklarda ağrının azaltılmasında söğüt özünün kullanıldığı biliniyor. Modern zamanlarda ortaya çıkışı 1763 de olur. İngiltere’nin Oxfordshire kentinde bir din adamı olan Edward Stone sıtmanın neden olduğu ağrı ve ateşi, öğütüldükten sonra suya karıştırılan söğüt ağacı kabuğunun giderdiğini bulmuştur.

Neden söğüt ağacı?  

Rahip Stone ilginç bir mantık kullanır. Eğer hastalık bir bölgede sık görülüyorsa Tanrı mutlaka devasını uzaklarda değil çok yakınlarında insanlara sunmuştur. Hem sıtma hem söğüt ağacı nemli iklimi sevdiğine göre de sıtmanın çaresi söğüt ağaçlarında olduğuna inanır Rahip. Doğru bir mantık ve metotla aspirinin keşfine ön ayak olur.

Stone’dan 100 yıl sonra doktor Mac-Lagan eklem ağrılarıyla kendini gösteren romatizma hastalığını söğüdün özü olan salisilik asitle tedavi etmeye başladı. Mac-Lagan da Stone gibi nemli iklimlerde yetişen bitkilerin romatizmayı iyileştirecek özelliklere sahip olması gerektiğini düşündü.

1899’da Alman girişimci Bayer, Aspirin’i ticari adıyla tescil ettirdi. Aspirin kelimesi ‘asetil’in ‘a’sı ile salisilik asitin esas kaynağı olan ‘spirea ulmaria’ bitkisinin ‘spir’ hecesinin birleşmesinden oluştu. Aspirin 1904’te tablet olarak piyasaya sürüldü ve en çok kullanılan ilaç oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya yenilince müttefik kuvvetler Bayer’in varlıklarına de el koydu. Ve ‘Aspirin’ kelimesi üzerindeki ticari korumayı iptal ettiler. Sonuçta bugün bazı ülkelerde Aspirin adının mali hakları hala Bayer’e ait olsa da küçük ‘a’ ile yazılan aspirin ABD ve İngiltere’de jenerik ilaçlar dünyasında yerini aldı.

Kitabı okumanız için illa da kronik bir hastalığınızın olması, bir yerlerinizin ağrıması, ruhsal sancılar çekmeniz, acıyla iki büklüm kıvranmanız gerekmiyor. Bu bir tıp kitabı değil. Hastalıklar ve tedavileri konusunda herkesin anlayabileceği açıklıkta insanı iyileştiren bilgiler aktarıyor. Ben çok yararlandım, sonrasında da Tübitak’ın Popüler Bilim Kitapları’nı neredeyse hatmettim.

Kitaptan bir şiirle noktalayalım yazıyı: ‘Hangi başarıları akıl, elinde saklı tutar / Hangi armağan, insanlığı daha da zenginleştirecek / Ah! Yıllarca böyle bir an daha gelmeyecek / Böylesine tatlı bir an, umut, kuşku ve korku / Derin sessizliğin ortasında izlerken, sabırsız bir beynin / İlahi bir arzuyla Ağrının Ölüm Fermanını yazmasını’.

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version