Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Müslümanlar cihat ayetini savaş olarak anladıklarında, “savaş”ı kaybettiler


(Serbest Görüş) –Yazar ve şair Ümit Aktaş, Independent Türkçe için bir yazı kaleme aldı. Aktaş, yazısında cihat ayetinin günümüz Müslümanları tarafından nasıl yanlış anlaşıldığını ve bunun neticilerini değerlendirdi:

Aslında söyleyeceğim her şeyi başlıkta özetlemiş bulunuyorum.

Bundan sonrası sadece bazı yanlış anlamaları gidermek için göstereceğim gayretten ibaret.

Özellikle de dünyanın en istikrarlı kriz bölgesi olan ve savaşların çoğunun dinle ilgili ya da o bahaneyle yapıldığı bir bölgenin insanı olarak ve benim gibi düşünenlerin savaş tamtamlarının sesi susuncaya değin bu konuda asla susmamaları gerektiğini düşünerek, insanlığım ve Müslümanlığım adına konuşuyorum.

Öncelikle, giderek savaş anlamına indirgenecek olan cihad ayetlerinin önemli bir kısmının Mekke’de, yani bırakın savaşı, Müslümanların kıllarını bile kıpırdatamadıkları şartlarda vahyedildiğini belirtmeliyim.

Ki, bunlardan ilki ve en önemlisi, Furkan Suresi 52. ayettir:

İnkârcılara boyun eğme ve var gücünle onlara karşı bu Kur’an ile büyük bir cihad eyle.

Mekkî dönemin başlarında inen bu ayet Peygamber (as)’e inkârcılar karşısında geri çekilmemesini, direnmesini ve onlara karşı Kitap ile büyük bir mücadele/mücahede etmesini vaz etmekte.

Bu ise açıktır ki temelde bir fikir savaşı ve hakikatin ortaya konulma mücadelesidir.

Böylece ileride ucu savaşa değin varabilecek olan bir mücadele sürecinde esas olanın Kitap ile mücadele etmek olduğunu ve o nedenle de sadece burada kullanılan “büyük cihad” kavramının Kitap ile, Kitaba dayanılarak verilen bir savaşım olduğu belirtilir.

Çünkü Peygamber (as)’in mücadelesinin özü yani temel stratejisi, insanların ganimete veya fetihlere değil, şirk, cehalet, putperestlik, şiddet ve hurafelerden kurtarılarak barışa, özgürlüğe ve tevhide dayanan arı bir inanca kavuşturulması ve medenileşmesidir.

Peygamber (as), daha sonraları ortaya çıkan gazavat edebiyatının abartıları bir yana, 9 civarında savaş (kıtal)’a katılmıştır ki bunların içerisinde zikredilen Beni Kaynuka, Beni Nadîr ve Beni Kurayza savaşları Medine içi kuşatma ve çatışmalarıdır ve tam anlamıyla bir savaş boyutlarında değildir.

Diğer savaşların bir kısmı da (Bedir, Uhud, Hendek) inkârcıların saldırılarına binaen yapılmış olan savunma savaşlarıdır.

Mecbur kalınmadığı sürece de savaş yapılmaması yeğlenmiştir. Savaşlar ise sürdürülen temel mücahede stratejisinin izleğinde yürütülür ve barışın mümkün olduğu yerde savaş yeğlenmez.

Savaş bir araçtır sadece ama asla başat ve belirleyici bir araç değil.

Ancak, özellikle Muaviye’nin iktidara el koyması ve Emevi hanedanlığını egemen kılması akabinde savaşlar artık bu egemenliği topluma dayatmanın, onun da ötesinde ganimetlerle halkı susturmanın bir yolu haline getirilerek stratejik vasfını yitirmiştir.

Nasıl ki başlangıçta Müslümanları savaşa zorlayan inkârcıların saldırgan tutumları olmuşsa, Muaviye’den sonra da savaşlar, toplumun bakışlarını dışa, düşmanlara yönlendirmeyi amaçlayan iktidarların ganimet ve fütuhata dayanan ideolojik araçları haline gelmiştir.

Böylece cihat, “savaşın başka araçlarla sürdürülen bir yolu” olmaktan çıkarılarak, tam aksine, savaşların meşrulaştırıcı ideolojisine dönüşmüştür.

Öyle ki günümüzde de birtakım örgütlerce girişilen terörizme varan savaşçı faaliyetler de artık cihadist faaliyetler olarak anılmakta.

Oysa bunların cihatla hiçbir ilgisi bulunmamakta; çünkü cihat temelde şiddete ve ganimete değil, barışa ve özgürlüğe doğru yol açmayı esas alan toplumsal ve fikrî bir mücadeledir.

Nitekim İslam tarihi içerisinde “şura sistemi”nden bahseden yegâne şahsiyet olan Ömer bin Abdülaziz’in iktidara geldiğinde ilk işi, çeşitli cephelerde savaşan orduları geriye çekmek ve iç savaş içerisinde olunan Haricilerle de sorunları görüşmelerle çözümleme yoluna gitmek olmuştur.

Kısacası, Kur’an’ın mücadele stratejisini savaşa indirgeyerek İslam tarihini savaşlar tarihiyle eşitleyenler, Kitap’tan hiçbir şey anlamadıkları gibi, Müslümanların inkârcılarla kuşatıldıkları o zorlu şartlarda, bu şartlardan çıkabilmek için verdikleri tüm mücahede faaliyetlerini genelleştirilmiş ve ayrım gözetmeyen bir savaş olarak tanımlayarak, mücahedelerin asli hedefinin karşı tarafı yok etmek ya da köleleştirmek değil, barışa, ıslaha ve özgürlüğe ulaşmak olduğunu da anlayamamışlardır.

Savaşa karşı olduğu için yıllardır Suriye’de zorbalığa karşı mücahedesini barışçı yollarla sürdüren ama Suriye’nin savaş baronları ve küresel güçlerin işgaline uğraması akabinde Türkiye’ye iltica eden rahmetli Cevdet Said de, kendisiyle yaptığım ve Geleceğe Seslenenler adlı kitabımda yer alan röportajda, “Savaşa alet olmak cehalettir, yardımcı olmak ise habislik. Savaş çağı bitmiştir. Artık güç elde etmenin farklı yolları vardır” diyerek, günümüzde silahlara başvurarak mücahede etmeyi büsbütün reddetmektedir.

Oysa peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, buradaki toplumun tümüyle bir sözleşme akdetti ve Medine’de karşılıklı yükümlülüğe dayanan barışçı bir toplum tesis edildi. İstişare prensibi uygulandı ve toplumun sorunları istişare ile çözümlenmeye çalışıldı.

Başlangıçta büyük bir coşkuyla karşılanan ve birçok yerde konuşmaya çağrılan Cevdet Said, savaş karşıtı duruşu öğrenilince, kendisine karşı gösterilen ilgi de sona erdi.

Ama sonuçta ise yaşananlar savaş çığırtkanlarını değil, Cevdet Said’i haklı çıkardı.

Dolayısıyla da Cevdet Said’i Türkiye’ye hicrete mecbur bırakan Suriye’deki savaşın geldiği noktanın da gösterdiği gibi, başlangıçta barışçıl bir özgürlük mücadelesi ve hak arayışıyla ortaya çıkan bir mücahede, iktidar tarafı kadar muhalif tarafın da kültürel kodlarındaki bu gibi mücahedelerin salt savaşla yürütülebileceğine dair ezberler ve kodların, dahası savaş baronları ve silah tüccarlarının da kışkırtmaları nedeniyle, kısa sürede silahlı savaşıma dönüşerek başlangıçtaki ulvi ve meşru anlamının ötesine sürüklenmiştir.

Ne, ne yaptıklarının, ne de cihad ile savaşın farkında olan gafiller, bir hayır elde edilebilecek bir mücahedenin zeminine benzin dökerek, barışçıl bir talebi ve mücahedeyi, ortalığı kan gölüne dönüştürecekleri bir kaosa sürükleyeceklerdir.

Tarafların akıl ve bilgelikten yoksun tutumları, karşılıklı müzakerelerle bir suhulete götürülebilecek sürecin içerisine önce küresel savaşçıların (terörizmin), ardından ise küresel güçlerin (emperyalizmin) dahil edilmesiyle, Suriye’yi içinden çıkılamaz bir keşmekeşe sokacaktır.

Böylece bu girişim de Kitap’tan yani akıl ve düşünceden, hikmetten yani stratejiden kopanların basit bir krizi hangi noktalara götürebileceğinin yeni bir örneği olacaktır.

Öyle ki şu anda ABD ve Rusya, İran ve Türkiye, Kürtler ve Araplar, Suriye’nin içerisinde cepheleştikleri gibi, dünya da IŞİD, HTŞ, Haşdi Şabi, PYD gibi daha öncesinde var olmayan savaşçı örgütlerle burada tanışacaktır.

Öyle ki eline silah alanlar buradaki cepheleşmeye koşacak, Suriye farklı küresel ve bölgesel güçlerin işgali altına girecektir.

Bu süreç içerisinde İsrail de Golan üzerindeki işgalini pekiştirirken, İsrail karşıtı cephe ise epeyce güç kaybedecek; İsrail ise fırsattan istifade Filistin üzerindeki baskı ve işgalini daha da artıracaktır.

Hamas’ın bu baskıyı kırmaya matuf eylemiyle savaşın sınırları Yemen’den İran’a varıncaya dek genişlerken, 2010 öncesi neredeyse ulusal sınırların komşulara açılacağı bir düzeye gelmiş olan bölge ülkeleri kanlı bıçaklı bir hale gelecek, açılması düşünülen sınırlara duvarlar ve tel örgüler çekilecektir.

Dolayısıyla bu, “Müslümanlar cihad ayetini savaş olarak anladıklarında, savaşı kaybettiler”, başlığını doğrulayan en yakın ve vahim bir sonuç.

“Savaş”ı, yani temel mücahede anlayış ve stratejisinden uzaklaştıkça vermekte oldukları haklı mücadeleyi de kaybettiler ve kaybetmekteler.

Çünkü savaş ancak temel bir stratejik amaca bağlı ve onun izleğinde sürdürülürse bir anlama sahip olabilir ve buradan anlamlı bir sonuca gidilebilir.

Aksi halde ise mücahede çığırından çıkar(ılar)ak sair inisiyatifler elinde bir kör dövüşüne ve çıkar mücadelesine dönüşür.

O zaman ise bu isterse kazanılmış bir savaş olsun, stratejik açıdan mücadelenin özü ve istikameti kaybedilmiş; savaş hazzına (fütuhata), ihtirasa (iktidar hırsına), çıkara (ganimete)… yenilinmiştir.

Şayet bu konuda temel bir zihniyet değişikliği gerçekleştirilmez ve tarihsel savaş kültürü üzerinde yeniden düşünülmezse, bu bölgenin dünyanın en istikrarlı kriz ve savaş bölgesi olması gerçekliği de değişmeyecektir.

Böylece bu bölge dünyanın en fazla silah satın alan, sorunlarını müzakerelerle ve temel bir Kitabi stratejiye bağlı değil de silahlarla ve zorla çözmeye çalışan ve bu silahlarla da daha çok birbirlerini katleden, sonuçta ise emperyalist ülkelerin oyuncağı ve işgal alanı haline gelinen bir yazgıdan, daha doğrusu akılsızlıktan kurtulamayacaktır.

Bu ise kadim medeniyetlerin merkezi olan bu bölgenin insanlarını güçleri kadar özgürlüklerinden de yoksunlaştıracaktır.

Zira rahmetli Nurettin Topçu’nun da belirttiği gibi:

Hür ve kuvvetli olan insan yırtıcı olan değil, yaratıcı olan insandır.

 

Kaynak:
Independent Türkçe

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version