(Serbest Görüş) – H. AGAH KALENDER
Ah, senin yüzünden kana batacak
Monna Rosa siyah güller, ak güller!
Benim gençliğimin efsane şiiri Monna Rosa’yı duydunuz mu? Bir iki mısraı şiire biraz ilgi duyanların kulağına değmiştir herhalde. Bu şiirin bir de hikayesi vardır. Kulaktan kulağa fısıldanan… Dilden dile anlatılan. Üzerinde bir sis perdesi olan gizemli bir şiirdir.
Ben üniversite yıllarından beri bilirim Monna Rosa’yı, öyküsüyle beraber. Hayır, şairi kitap olarak neşretmedi. Hiçbir şiir kitabına almadı. Elden ele çoğaltılarak yayıldı. Ben de bir tıp öğrencisi arkadaşta el yazması olduğunu duymuş ve ona giderek yalvar yakar birkaç saatliğine emanet almıştım.
Şair çoğaltılmasını, okunmasını doğru bulmadığı için ‘günaha girer’ gibi suçluluk psikolojisiyle okudum ve yazarak bir nüshasını elde ettim. Haramın cazibesi olduğu gibi bu şiirin de insanı çeken bir tarafı vardı. Daha ilk mısraında şairin iklimine hemen giriveriyordunuz. Başınızda kavak yellerinin estiği o delikanlılık çağınızda hislerinize tercüman oluyordu. 13 kıtalık şiiri ben daha yazarken ezberlemiştim. Çünkü duygularıma karşılık geliyordu. Ses ve söz olarak olağanüstüydü. Aşk şiirlerinin Everesti’dir bu şiir.
Yıllar, yıllar sonra şair Monna Rosa’yı yayınladı. Ama bazı değişiklikler yaparak. Kimi kelimeleri ve mısraların yerini değiştirdi. Akrostişi bozdu ve sevgilinin ismi kayboldu. Şairdir, şiirin sahibidir istediği gibi oynayabilir. Ama bir başka açıdan da şiir sadece yazanın değil okuyanındır da. Okuyucusu Monna Rosa’yı öylesine sahiplendi ki, şairin şiirin üzerine şal atmasına rağmen ilk hali, silinip gitmedi varlığını korudu.
Bugün size Monna Rosa şiirini eski ve yeni haliyle ve efsane hikayesini ve de en son bir kitaba konu olan sevgiliyi anlatacağım size. Bu şiirin şairi tanıdık bir isim: Sezai Karakoç… Karakoç sadece şair değil. Bir düşünce adamı. Ve siyasetçi Yüce Diriliş Partisi’nin kurucusu ve Lideri. İdi tabii. İki yıl önce rahmetli oldu. Diyarbakır Ergani doğumlu. Hedefi İlahiyat okumaktı ancak Mülkiye’ye giderse burs alabileceği için çaresiz, Siyasal Bilgiler’e kaydını yaptırmak zorunda kalır.
Bunu bizzat kendisinden dinledim. İstanbul yıllarımda Şehzadebaşı’ndaki mekanına her cumartesi gider, gece yarılarına kadar süren sohbetlerine katılırdım. Bunu anti parantez ifade edeyim ki yazarınızın Sezai Karakoç’a uzak biri olmadığını anlayasanız. Belki, bundan sonraki satırları daha ciddi ve daha dikkatli okursunuz. Gazeteci kimliğimle de iştirak ettiğimiz o sohbetlerde notlar aldım fakat onları maalesef muhafaza edemedim. Önemli saydıklarımı hafızama kaydettim. Cemal Süreya’nın durumuna düşmek istemem ama hafızama da güvenirim.
Monna Rosa’nın hikayesi kısaca ‘Mülkiye’ diye bilinen Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başlar. Karakoç eli kalem tuttuğundan beri şiirler yazmaktadır. Hayatı şiir gibi yaşar. Üniversite yıllarında şiiri boşlamaz. Rivayet o ki… Okulda bir kıza âşık olur. Ve bu efsane şiiri yazar. Hayır, sevgiliye yazmaz. Kendisi için yazar. Her kıtanın ilk harfinden o kızın isminin ‘Muazzez Akkaya’ olduğunu biliyoruz. Akrostiş yapar yani.
Genelde o yaşlarda sevgiliye yazılan şiirler muhatabına bir şekilde ulaştırılır. Fakat Sezai Karakoç diğer aşıklardan farklıdır. ‘Benim aşkım uymaz öyle her saza’ mısraında karşılığını bulan türden bir anlayışı ve yaşayışı vardır. Bu şiirden ne Muazzez Akkaya’nın ne de arkadaşlarının uzun süre haberi olmaz. Bu şiir sevgiliye ulaşmak için yazılmamıştır. Eğer niyeti bu olsaydı hiç kuşkusuz Karakoç’un bu yönde çabası olurdu. Atilla İlhan’ın ‘Ne kadınlar sevdim / Zaten yoktular’ şiirinde olduğu gibi… Muazzez Akkaya şiire ilham vermiştir ama aslında yoktur.
Karakoç’un en iyi arkadaşı aynı sınıfta öğrenim gördükleri Cemal Süreya’dır. Süreya, Karakoç’tan daha çekingen, daha içine kapanıktır. O da şiirler yazar. Muazzez Akkaya’da onun da gözü vardır. Onun için aşk şiirleri kaleme alır. Karakoç gibi kendisine saklamaz, pardösüsünün cebine koyar, tahtaya yazar. Sevgisine karşılık bulamaz. Çok da peşinden koşmaz. Uçarı ve delişmen bir yapısı vardır. Birine gönlünü kaptıracak ve orada takılıp kalacak biri değildir Süreya.
Karakoç ile Süreya’nın sıkıntılar içinde geçen çocuklukları ve hayat hikayeleri birbirine pek benzer.
Süreya, Dersim kökenlidir. 1938’de Bilecik’e sürülmüştür. Bunu kendi ifadeleriyle şöyle anlatır: ‘Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler…’. Ah, Anadolu ne kadar acı dolu. Her insan hikayesinde bir trajik damar var.
Karakoç ‘Neslimin birçok mensubu gibi ben de birkaç yıkılmışlık içinden geliyorum. Hatta biraz daha fazla olarak üç dört yıkılmışlık içinden’ diye başlar hayat hikayesini anlatmaya ve şöyle sürdürür: ‘Evet, dört yıkılmışlık içinden geliyorum. Birincisi, çağın yıkılışı… İki dünya savaşının yıkıntıları arasında doğan bir kuşaktan. İkinci yıkım, ülkemizin, devletimizin, toplumumuzun yıkımıydı. Üçüncü yıkım doğduğum şehrin Ergani’nin yıkımıydı. Dördüncü yıkılmışlık birçok aile gibi ailemizin geçirdiği krizlerle çalkalanışıdır. Ailemiz, Birinci Dünya Savaşı sarsıntısı, Şeyh Said olayının bölgede doğurduğu ekonomik yıkımdan payını almıştır’. Bu satırları okuduğumdan beri enkaz yığınlarının içinden çıkan esmer bir çocuk canlanır hep gözümde.
Her iki şairin de dünyasını çözebilmek için içine doğdukları toplum ve coğrafyayı bilmek ve anlamak lazım. Süreya ile Karakoç’un Mülkiye’de iki iyi arkadaş olmalarını biraz, benzer hayat hikayelerinde aramalı. Şiir arkadaşlığı da var elbette. Şairler şairleri pek sevmez. Vaktiyle bir şaire sormuştum ‘Sezai Karakoç nasıl şairdir diye’, O da biraz düşündükten sonra tek kelimeyle ‘iyidir’ demişti. Ayrılırken ‘Bir daha bana başka şairi sorma’ dedi. Dostluğu şiirde aramak ne denli doğru olur bilmiyorum. ‘Şair şairi iyi anlar’ demekten yanayım ben.
İki şairin birbirine karşı duygu ve düşüncelerinin pozitif olduğunu biliyoruz. Karakoç, Süreya için der ki; ‘Cemal’i severdim. İslam’da buluşmamızı can ve gönülden çok arzu etmekle birlikte bunun bir kader ve nasip meselesi olduğunu bilerek davranmışımdır. Cemal rağbet solda olduğu için girerek solculaşmış…’. Süreya da Karakoç’u anlattığı harika portresinde ‘Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz. Yalnız bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarda ve yukardadır. Sıkışmış, sıkıştırılmış bir deha. Alçak gönülle katı yüksek uçuyor’.
Birkaç gün önce devletin ajansı ‘Mahrem Şiir Monna Rosa’ adlı kitabı haberleştirdi. Emine Öte’nin yazdığı kitap şiire ilham veren sevgili Muazzez Akkaya’nın bir portresi… Biraz abartılarak sunuldu fakat Akkaya ilk kez gün yüzüne çıkıyor değil. Yıllar önce Ahmet Hakan köşesinde yazdı. Akkaya’nın memleketi olan Geyve’de bir internet sitesi 2011 yılında Muazzez Akkaya’yı buldu ve röportaj yaptı ve ‘Adına şiirler yazılar Geyveli: Muazzez Akkaya’ başlığıyla okuyucusuna duyurdu.
Son çıkan kitap işte bu röportajın geliştirilmiş hali. Ben duyduğum, okuduğum ilk günden beri bu haberlere pek sıcak bakmadım. Çünkü şiirin gizemini ve sihrini bozuyordu. Hikâyenin efsane olarak kalmasını isterdim. Muazzez Akkaya’nın sisler içinde esrarengiz bir sevgili olarak yaşamasını arzu ederdim.
Monna Rosa şiirinin, şairi Karakoç’un değil de sevgilinin üzerinden yorumlanması ve değerlendirilmesi hoşuma gitmedi. Ne o röportaj ne de kitap şiire birşey katmadığı gibi büyüsünü de bozdu. Üstelik doğru olmayan iddiaları da beraberinde taşıdı. Ve gerçek gibi ‘Google’da yayıldı, adeta patladı gitti.
Bir yanlışı düzeltmek isterim.
Cemal Süreya’nın ismindeki bir harfin eksilmesinin Muazzez Akkaya ile uzaktan yakından ilgisi yok. Güya, Süreya ile Karakoç iddiaya girmişler, kim Akkaya’ya daha fazla yaklaşırsa iddiayı kazanacakmış. Kaybeden de isminden bir harf atacakmış. Süreya iddiayı kaybetmiş ve Süreyya olan soy isminde çift olan y harfini teke düşürmüş.
Hayır, doğru değil. Sezai Karakoç’u biraz tanıyanlar böyle bir iddianın adamı olmadığını ve tarafı olamayacağını bilir. Karakoç’un tarzı da değildir, okul yıllarındaki yaşantısıyla da örtüşmemektedir. Doğru olan Süreya’nın bir iddia sonucu soy isminden bir harfin eksilmesidir. Ve bu üniversite yıllarından sonra 1956 senesindedir. Cemal Süreya hafızasına çok güvenir ve bir telefon numarasının doğruluğu üzerine bir arkadaşıyla iddiaya girer ve kaybeder.
Bunu da ‘Elma’ adlı şiirde yazar. İlgili bölüm şöyle: ‘… Bir yanda esaslı kederler içinde geçen gençliğimiz / Bir yanda Sirkeci’nin tren dolu kadınları / Adettir sadece ağızlarını öptürürler / Ayaküstü işlerini görmek yerine / Adımın bir harfini atıyorum’. Ve kaldırıp atar. Şairler böyledir, uçlarda yaşar. Duyguları coşkun, ruhları cezbelidir.
Bu açık gerçeğe rağmen ‘Google’a bakarsanız Süreya’nın ‘y’ harfinden olmasının müsebbibi Muazzez Akkaya ve Sezai Karakoç’tur. Ey okur! İnternet bilgisine fazla güvenme. Ey adı ay olan psikolog sen de iddianda ısrarcı olma. Ve ey devletin ajansı her duyduğun dedikodu üzerine balıklama atlama, araştır, bilgini teyit et.
Hoşnut olmadığını söylediğim Emine Öte’nin kaleme aldığı son kitapta bir bölüm var sizinle paylaşmak istediğim. Her ne kadar şiirin sihrini bozduğu için uzak dursam da şu sahneyi tarihe not düşmekten yanayım. Muazzez Akkaya anlatıyor: ‘Böyle bir duruma sebep verdiysem diye üzülüyorum. Ama bir yerden de teselli oluyorum. Çünkü hiçbir yakınlık göstermedim, umut vermedim. Ancak üzüldüğüm bir şey var. Sezai Karakoç’u vefatından bir ay kadar önce Fenerbahçe sahilinde gördüm. Karşıdan yürüyordu ve o kadar dikkatli bana bakıyordu ki… Ama beyaz saçları, sakalları olunca tanıyamadım. Bir süre sonra gazetede vefat ilanını görünce onun Sezai Karakoç olduğunu anladım. Eğer o olduğunu bilseydim, bir kafede oturup bir kahve içmek isterdim’.
Birileri gibi Monna Rosa’yı bir magazin unsuruna dönüştürmek ve pazara düşürmek istemem. Karakoç ile Akkaya’nın birbirilerini sokakta görmeleri ve bakışmaları kaderin bir cilvesi olsa gerek.
Ben Karakoç’u yolda yürürken çok gördüm. Tek başına yürümeyi sever ve ister. Birisinin kendisine eşlik etmesinden rahatsız olur, bunu da belli eder. ‘Üstadım’ diyerek yanına yaklaşan ve konuşmak isteyen yakından tanıdığı bir öğrencisini ‘Git kardeşim, tek başıma yürüyemeyecek miyim?’ diye fırçaladığını bilirim. Yürürken de sağa sola bakınmaz, önüne bakar… Elinde küçük bir poşet, sanki bir aruz ritmiyle yürür, gider.
Akkaya’ya dik dik bakması ilginç geldi bana… Acaba, kabuk bağlamış olduğunu tahmin ettiğimiz, kalbindeki çizikler hala kanamakta mıdır? Aradan geçen yıllar ateşi söndürmemiş midir? Monna Rosa küllerinden yeniden mi doğmuştur? Selamlaşsalardı, konuşsalardı eğer ne olurdu? Kahve falan içeceklerine ihtimal vermem. Benim tanıdığım Karakoç teklife kesinlikle ‘Hayır’ der, yürür giderdi.
Filmlere konu olacak hikâyenin final sahnesi olabilir bu…
Peki, 1952 yılında yazdığı Monna Rosa şiirini ta 1998’de yayınlayan Sezai Karakoç ne diyor Monna Rosa konusunda? Hikâyenin aslı var mı? Şiiri neden yazdığı sorusuna verdiği cevabı Şehzadebaşı’ndaki sohbetlerinden hatırlıyorum ama ben doğrudan kaleme aldığı hatıralarından alıntı yapacağım. ‘1952 baharı girerken 19 yaşında ve Mülkiye ikinci sınıftayım. Bir şiir üzerine çalışıyorum. Bu şiir gittikçe beni kendi dünyasına çekiyor’ diye yazar Karakoç. O şiir Monna Rosa’dır.
Bu şiir ilk kez ne zaman gün yüzüne çıktı biliyor musunuz? Cevabı yine hatıralarda var: ‘20 Nisan 1952. Bir pazar günü, bizim sınıf bir kır gezisi tertipledi. Çiftlikte Söğütözü denilen mesire yerine gittik. Orada arkadaşların ısrarı üzerine Monna Rosa’yı okudum’. Şimdi Söğütözü denen o mesire yeri şehrin göbeği ve her yanından beton binalar fışkırıyor.
Geziye katılan bir arkadaşının edebiyat dünyasında yeri olan Hisar Dergisi çevresiyle ilişkisi varmış, Karakoç’tan şiiri ister ve şairin rızasını aramaksızın Hisar’da yayınlatır. İlk neşredildiği yer işte bu dergidir. 1953 yılında ise Mülkiye Dergisi’nde yayınlanır.
Şiir çok beğenilir. Karakoç, bundan hoşlanmaz. Nereden mi biliyoruz? Hatıralarından tabii ki. Aynen şöyle yazar: ‘Monna Rosa her yerde şiir gecelerinde okunmaya başlanmıştı. Monna Rosa şairi diye anılma tehlikesi baş göstermişti benim için. Sıkılıyordum. Doğrusu şiirin yayılmasına mâni olmaya çalıştım daha sonraki yıllar diyebilirim. Birtakım senaryolar uydurulmuştu şiir için. Kimileri kendi adına okumuş, taşra gazetelerinde yayınlatmışlardı. Aslında ‘gül’ mazmunu ve modern anlamda ‘Leyla ile Mecnun’ hikayesi şiirimize tekrar bu şiirle girdi denebilir’.
O göğsünde aşkı bir çiçek gibi değil bir kurşun gibi taşır…
Cumartesi sohbetlerinde bu konuyla ilgili bir soru üzerine biraz düşünmüş ve ‘Ben çağdaş Leyla ile Mecnun şiiri yazılabileceğini gösterdim. Monna Rosa’yı onun için yazdım. Bir aşk şairi olarak anılmak istemediğimden de yayınlamadım’ demişti.
Peki, hikâyenin aslı var mı? Karakoç, ‘Hayır’ diyor, Muazzez Akkaya öyküsünü kabullenmiyor. Hatıralarında ilgili bölüm şöyle: ‘Monna Rosa’nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp birtakım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek şiiri hiç anlamamak demektir. O günkü psikolojimde Monna Rosa’da çizilen portre ile ilişkisi farz edilen ‘seçilmiş’ biri, yüce bir alem, ideal alem çerçevesinde düşünülebilen, en temiz duyguların yönelebileceği bir ‘kardeş’ olabilirdi. Ancak bunu da realitede gerçeklemek mümkün olmadığına göre şiir doğuyor ve hayatla olan çelişmesinin bütün azap ve ıstıraplarını beraberinde getiriyordu’.
Gördüğünüz gibi hikâyeyi doğrulamaktan kaçınıyor. Bu bana bir başka olayı hatırlattı. Bir ev sohbetinde Neşet Ertaş’a sormuştuk, ‘Bu Leyla hikayesinin aslı var mı?’ diye. Bir cümleyle harika bir cevap vermişti: ‘Aslı olmasa Kerem yanar mıydı?’. Muazzez Akkaya olmasa bu şiir doğar mıydı? Şiire ilham veren, şairin gönlünde fırtınalar estiren o. Sevgili Muazzez Akkaya’nın şahsında cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş. Bu gerçeği kabul etmek fakat magazine de düşürmemek lazım.
Akkaya’nın söylediklerini okuyunca hayal kırıklığına uğradım. Monna Rosa’dan yazıldığı ve neşredildiği yıllarda haberinin olmamasını, haberi olduktan sonra da duygudan yoksun adeta mekanik tepki vermesini anlamakta zorlandım. Türkiye’nin iki büyük şairinin, şiirlerine konu olmasının önem ve anlamını pek kavrayamadığını düşündüm. Hele de Monna Rosa’ya…
Şiir kadar etkileyici ve dokunaklı sözler beklemiyordum elbette ama bu kadar soğuk ve hissiz tavır sergilemesi de şaşırttı doğrusu. 94 yaşında ömrünün son demlerini yaşayan biri heyecanlarını yitirmiş olabilir. Yine de Monna Rosa şiirine daha sempatik ve duygu dolu cevap vermeliydi. Verebilmeliydi.
Mesele, Karakoç’la niye evlenmediği veya umut verip vermediği değil ki… Böyle bir şiirin öznesi olması. Böyle bir şiire ilham vermesi ve doğmasına zemin oluşturması. Keşke karşı bir şiirle cevap verebilseydi. Olmadı, etkileyici ve insanın yüreğine dokunan bir üslup ve içerikle konuşabilseydi. Türk edebiyatına yeni bir sayfa eklemiş olurdu.
Kitap ve son yayınlar Monna Rosa’nın bendeki sihrini bir parça bozmuş olsa da bu şiir her şeye rağmen büyülü ve gizemli hikayesiyle birlikte varlığını ve değerini korumaktadır. Her gencin kalbinde bir Monna Rosa saklıdır. Bu yazıyı okuduktan sonra eski ve yeni versiyonlarıyla Monna Rosa şiirini okumanızı hararetle tavsiye ederim. Yazıyı şiir tamamlayacaktır. İlk kıtası benden devamı sizden: ‘Mona Rosa siyah güller ak güller / Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak / Kanadı kırık kuş merhamet ister / Ah senin yüzünden kana batacak / Mona Rosa siyah güller ak güller…’.
Şair Geyve’nin yerine Gülce kelimesini koymuştur. Geyve bilinen bir yerken Gülce hayali bir mahaldir. Muazzez Akkaya’nın hayallerindeki yeri gibi güllerin şehri de somut bir toprak parçası olmaktan çıkmıştır. Çok uzattım farkındayım artık sözü şiire bırakıyorum.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***