Merve KÜÇÜKSARP
Amerikalı yazar Marilynne Robinson’un kaleme aldığı ‘Evlerden Uzak’, Birgül Oğuz’un çevirisi ve Metis Yayınları etiketi ile yayımlandı. 1982 yılında PEN/Hemingway ödülüne layık bulunan roman, annelerinin ve anneannelerinin ölümüyle teyzeleri ile yaşamaya başlayan iki kardeşin hikayesi ekseninde kız kardeşlik, aile ve aidiyet kavramlarını sorguluyor.
Romanın başkişileri olan Ruth ve Lucille iki kız kardeştir. Dedeleri yıllar önce köprünün üzerinden göle düşen bir trenin içinde trajik bir şekilde ölmüş, cesedi bulunamamış, anneanneleri ise üç çocuğunu yoksulluk ve yoksunluk içinde büyütmüştür. Babaları tarafından küçük yaşta terk edilen kız kardeşleri anneleri bir gün göl kenarında küçük bir kasaba olan Fingerbone’daki annesinin evine bırakır. Ve sonra aracını göle doğru sürerek intihar eder. Kız kardeşlere bir müddet anneanneleri bakar. Ancak anneannelerinin ölümüyle kız kardeşlere kimin bakacağı sorusu gündeme gelir. Uzun süredir kayıp olan teyzeleri Sylvie ortaya çıkar ve bu iki kardeşin bakımını üstlenir. Roman teyze Sylvie’nin aykırı kişiliği, iki yeğenini yetiştirişi ve onlarla aynı hayatı paylaşması üzerinden ilerler.
Sylvie’nın, her ne kadar zaman zaman yeğenlerine annelerini hatırlatan tarafları olsa da, annelerinden de anneannelerinden de oldukça farklıdır. Bir zamanlar evlenip daha sonra boşanmış, geleneksel değerlere göre hayatını tanzim etmek yerine kendine göre bir hayat düsturu edinmiştir. Yeğenleri, bilhassa Lucille için davranışları oldukça tuhaf, anlaşılmaz hatta zaman zaman utandırıcıdır. Keza yeri geldiğinde parkta uyur, zaman zaman ayakkabı ile yatağa girmekte beis görmez. Kızların annesini ve dedelerini alan sabitkadem ve dingin gölün tam aksini sembolize eder; değişken, uçarı ve hareketlidir.
Sylvie yeğenlerini bir hayli sever, bunu onlara hissettirir. Ancak yine de olağandışı kişiliği ve uçarı davranışları yüzünden Lucille ve Ruth onun ortadan yeniden kaybolacağından ve kendilerini bırakacağından kaygılanırlar. Zaman korkularını haklı çıkarmaz, teyzeleri yanlarından ayrılmaz. Üstelik kasabada vuku bulan sel felaketiyle birlikte –bu olay romandaki sürükleyiciliği sağlayan önemli bir etkendir- gelişen bir dizi olay sonucunda teyze ve yeğenler arasındaki bağ güçlenir.
Bu iki kardeş, zamanla teyzelerinden değil ama birbirlerinden ayrı düşerler. Teyzelerinin sıra dışı eğitim metotlarıyla büyüdüklerinden olsa gerek, zıt mizaçlar edinirler. Ruth teyzesinin deli dolu hallerinden etkilenerek ona daha fazla benzeyen biri olurken, Lucille daha geleneksel değerlere bağlı, ayakları yere basan biri olur çıkar. Bu bağlamda roman geleneklerle birbirine bağlanan sıradan insanların dünyası ile bu dünyanın dışında kalan bireyin arasındaki çatışma üzerinden devam eder.
Romanda teyze ve yeğenler arasında veya iki kız kardeş arasında zaman zaman anlaşmazlıklar zuhur etse de, sel felaketinde olduğu gibi birlikte hareket edildiği, meselelere benzer açılardan yaklaşıldığı da görülür. Nitekim sel felaketini atlattıktan sonra Ruth ve Lucille, baharın tadını gölde vakit geçirerek çıkarmaya çalışırlar. Bunun için okulu asarlar. Bunu öğrenen teyzeleri ise sesini çıkarmaz, kızların bu kaçamağına okul idaresini karşısına almak uğruna göz yumar.
SÜRGÜN VE KAYIP
Romanda her dönemeçte karşımıza çıkan temalardan biri ise sürgündür. Kız kardeşler istemedikleri halde bir sürgün silsilesine maruz kalırlar. Önce babaları onları terk eder, sonra anneleri intihar eder, ilk yuvadan böyle sürgün olurlar.
Daha sonra kendilerine bakan anneanne ve büyük teyzelerinin yanında bu yabancılık ve sürgün hissi satır aralarında kendini gösterir. Teyzelerinin sıra dışı kişiliği ise onların kendilerini tanıdık bir “ev”de hissetmelerine engel olur. Onları normal hayattan ve kalabalıklardan ayıran sel baskını da sürgün fikrini körükler.
Romanda sık sık kendini gösteren bir diğer tema ise kayıp kavramıdır. Zira kız kardeşler doğduklarından beri kayıpları ile başa çıkmaya çalışırlar, kimi zaman da, kaybolmuşluk hissi ile boğuşurlar. Şu ifadeler buna misaldir:
“Hayatımızı karanlıkta kaybolmuş çocuklara özgü o keskin ve daimi dikkatle seyrederek ve dinleyerek geçirmiştik. Azıcık ışık olsa bize tamamen tanıdık gelecek bir coğrafyada allak bullak bir halde kaybolmuş gibiydik. Sesleri şekilleri neye yoracaktık, elimizi kolumuzu nereye koyacaktık…
İki kardeş yabancılıklarını kendi meşreplerince yenmeye çabalar. Lucille sıradan insanların arasına karışmaya, arkadaş edinmeye, böylece kendisini ait hissedeceği bir hayat bulmaya çalışır. Gitgide etrafına ve geleneksel dünyaya yabancılaşan Ruth ise bunu başaramayacağını fark eder. Farklı ufuklara doğru rotalar çizen (veya çizemeyen) iki kardeş varoluşsal sıkıntılara boğulurlar. Şu satırlar, yalnız olmak ve topluma karışmak arasında kalmış karakterlerin yaşadıkları sıkıntılardan izler taşımaktadır:
“…Çünkü insan yalnızlığı bir kere tattı mı, başka türlü de var olmuş olabileceğine inanması artık imkansızdır. Yalnızlık mutlak bir keşiftir. İnsan aydınlık bir pencereye içeriden baktığında ışıkları yanan bir odada kendi imgesini görür, göle yukarıdan baktığında da ağaçlar ve gökyüzüyle sarmalanmış kendi imgesini görür. Aldatmaca bariz, bariz olduğu kadar da pohpohlayıcıdır. İnsan karanlıktan aydınlığa baktığında ise burası ile orası, bu ile şu arasındaki bütün farkı görür. Belki sığınacak yeri olmayan tüm insanlar içten içe öfkelidir; çatıyı, omurgayı, kaburgayı kırmak, pencereleri paramparça etmek, zemini sular seller altında bırakmak, perdeleri delik deşik etmek, kanepeyi suya batırmak isterler…”
‘Evlerden Uzakta’ bir aile hikayesini anlatırken bir yandan da ev ve aidiyet kavramını, insanları birbirine bağlayan unsurları sorguluyor. Robinson ise keder, yalnızlık, kayıp ve varoluşsal bulantı gibi duyguların izini süren incelikle kurgulanmış, kimi küçük ayrıntılarla okuru düşündüren bir metin ortaya koyuyor.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***