İlker Cihan BİNER
Bir eseri okurken onun edebi özelliklere sahip olup olmadığını tartacak kriterler var mıdır? Bu soruyu tartışabilmemiz gerekiyor. Çünkü sözcük, kapsamı itibarıyla yukarıdaki sorgulamanın akıbetini değiştirecek duruşa sahip. ‘Edebi’ sözcüğü “edebiyatla ilgili”, “edebiyata ilişkin olan” anlamına geliyor.
Fakat karşımızda başka büyük soru belirir: “Edebiyat nedir?”
Yaşadığımız çağda cevap genelde okura bırakılmıştır. Herhangi bir kitabın edebiyat olup olmadığını okurun belirlemesi, sorunun amacını kolaylaştırıyor. Kuşkusuz, oluşan belirsiz konum kestirme görelilikten ibaret. Bu görüş, estetik yöntem ve pratikleri yalnızca deneyimlere indirger. Oysa mevcut pozisyonun aynı zamanda tarihselliği var.
Öte yandan edebiyat belirli yazılı eserlerden oluşan ve katı kurallara sahip, simgelerle dolu, aşkın ya da ideayı işaret eden sabit anlamlara da sahip değil.
Oluşan ikiliği aşabilmek adına sorunun çerçevesini ısrarla yeniden çizmekte fayda var. MonoKL Yayınları’ndan, Ayşe Deniz Temiz çevirisiyle çıkan Jacques Ranciere’in “Suskun Söz” adlı eseri bu sorgulamaları yeniden ele alıyor. Fakat filozof yeniden kriz çıkarma derdinde değil.
Öncelikle edebiyatın tarihsel akış içerisindeki seyrini inceliyor. Kitap Rönesans’la başlamakla beraber, o süreçte mevzunun sadece güzel yazı ya da dilbilgisiyle sınırlı olduğunun altını çiziyor. Ranciere, kavrayış değişikliğiyle ilgili Voltaire’in yaptığı edebiyat tanımına gönderme yapıyor: “Bütün Avrupa’da beğeniye hitap eden eserler hakkındaki bilgiyi, hikâye, şiir, belagat ve eleştiri tonunu ifade eder.”
Voltaire’in bu tutumu edebiyat kavramına her ne kadar kısıtlamalar getirse de onu güzel yazı, dilbilgisi gibi özdeşleştirmelerden uzaklaştırıp eserlerin bilgisine odaklanmasını sağlayan modern anlama doğru sürükler. Böyle bir sürüklenme Ranciere için sessiz devrime karşılık geliyor. Artık yazının normatif sistemi ters yüz olmuş ve edebiyatta yepyeni bir döneme kapı açmıştır. Edebiyatın kıstaslarının ne olduğunun hiçbir anlamı yoktur. Ranciere’in sessiz devrim diye nitelediği 18. yy. sonu ve 19. yy.da edebiyat kendi kriterlerinin ne olduğunu düşünmemiştir. Victor Hugo, Balzac, Flaubert sanat ve dil arasındaki ilişkiyi alaşağı etmekle uğraşsalar da hiçbiri kavrayışın geçirdiği evrim üzerine düşünmez. En put kırıcı eserlerinde bile edebiyatın geçirdiği paradigma değişimine değinilmez.
Kitapta Ranciere çerçeveyi değiştirip Voltaire’den Maurice Blanchot’ya geçiyor. Blanchot için edebiyat kendine ilişkin soruya dönmeyi içeren sonsuz bir hareket. Şöyle devam ediyor yazar:
“Edebi bir eser, ona nüfuz etmeyi bilen kişi için zengin bir sessizliktir; bize seslenerek bizi kendimizi odaklanmaktan alıkoyan o uçsuz bucaksızlığın dile gelişi karşısında sağlam bir savunma ve yüksek bir duvardır. Kutsal işaretlerin artık ayan olunacak hiç kimseyi bulamadığı bu kadim Tibet’te, bütün edebiyat konuşmaktan vazgeçmişse, nadir bulunacak şey sessizliktir ve edebi sözün kayboluşunu ortaya çıkarabilecek olan şey, belki de sessizliğin yokluğudur.”
Blanchot’nun perspektifi ile Voltaire’in satırları bizlere aynı şeyden bahsetmez. İki edebiyat bakışı arasında büyük yarılmalar söz konusu. Blanchot’nun metnini Ranciere “Suskun Söz”de Voltaire’in yazdıklarından sonra gerçekleşen sessiz devrimin geldiği yer olarak niteliyor. Ardından onun yazdıklarını çözmeye girişiyor. Yazılanlarda söz edilen duvarın ve Tibet metaforlarının kaynakları var. Bu dip dalga Flaubert ve Mallarme’nin üstlendiği edebiyatın kutsallaştırılmasına, Flaubert’in hiçbir konusu olmayan kitap projesinde ima edilen kayıtsız şartsız yazma zorunluluğu ile hiçlik arasında gerçekleşen bir gece karşılaşmasına atıfta bulunur.
Perspektif kökleri 19. yy. da edebiyatın tanımındaki anlam kayması sonucu gerçekleşen sessiz devrimle birlikte Hölderlin’in şaire atfettiği aracılık misyonu, Schlegel’in şiirin şiirini mutlaklaştırması, Hegel’in estetiği mutlaklık kavramı ile özdeşleştirmesi, Novalis’in yalnız kendisiyle meşgul olan dilin geçişliliğine kadar gider. Blanchot’un ibareleri edebiyatın daha farklı bir geleneği, negatif teolojik geleneğinin sonucu. Başka açıdan form sanat ve felsefeyle eşitlenmiştir.
Ranciere “Suskun Söz”de değişen tüm paradigmaların sonucu olarak bir edebiyatın devrim, dil ve sanat üçlüsünün uzlaşmasından oluştuğunu yazıyor. Bu bakış açısı “Edebiyat nedir?” sorusuna tarihsel akış içerisinde Ranciere’in çıkarttığı sonuçtur.
Filozof daha sonra yaptığı tanımın eleştirisini üç yazar üzerinden yapar: Flaubert, Mallarme ve Proust. Flaubert’in hiçbir konusu olmayan kitap girişimi, Mallarme’nin ideaya tam olarak karşılık gelecek bir yazı projesi, Proust’un romancının oluşumunu konu olan romanı, Ranciere’in yaptığı, edebiyat kavrayışındaki çelişkileri ortaya koyar. Sessiz devrim, dil teorisi ve sanatın üzerinden yükselen edebiyatın mutlaklaştırılmasına ya da muğlaklaştırılmasına yol açmıştır.
18. yy. sonu ile 19. yy. başı arasında Fransız devrimcileri ile Alman hayalperestleri, elbirliğiyle, akla uygun olan ne varsa hepsini alaşağı etmiş ve iki yüzyıl süren bir çılgınlık ve teori furyasına yol açmıştır. İşte edebiyata bakış ikiliğe sıkışıp kalmıştır. Oysa Ranciere için bir ihtimal daha var: Özgürleşen edebiyat.
Filozof özgürleşen edebiyatın ilkelerini “Suskun Söz”ün son bölümlerinde açıklamaya girişir. İki ilke belirlenir. İlki temsile dayalı poetikanın ölçütlerine karşı, biçimin içerik karşısındaki kayıtsızlığının savunusudur. İkincisi ise kurgu-şiir fikrine karşı dilin kendine özgü tarzları olan şiire işaret edilir. Bu ilke eskinin söze dayalı mimesisinin karşıtı olarak yazıya özgü sanatsal eylemdir.
“Suskun Söz” özgürleşen edebiyatın ilkelerini koyarken yazının içine bedeni de katıyor. Yazı kendisini taşıyan ve doğrudan fikrini kendi bedeninde taşıyan bir hiyeroglif olarak ortaya çıkıyor. Muğlâklığın ve mutlaklığın karşısında kendine has fikirleriyle eserin fiiliyata geçmesidir özgürleşen edebiyat. Demokratik mürekkebin akışı tek renk yüzey yerine çoklu renklere bırakır kendini. Fakat Ranciere’in önerdiği “özgürleşen edebiyat” etik bir nitelik taşısa da Türkiye edebiyatı üzerinde bir etkisi olabilir mi?
Dikkat edilirse filozofun geliştirdiği tarihçe Avrupa merkezli. Yüzümüzü Türkiye coğrafyasına çevirdiğimiz anda edebiyatın tarihsel seyri değişir. Yazarın sessiz devrim olarak gördüğü değişim Türkiye’de yerini daha farklı sorunlara bırakır.
Yaklaşık iki asırdır devam eden Doğu-Batı sorunu ya da millileşme telaşı (milli edebiyat tartışmaları) Türkiye Edebiyatı’nın en çetrefilli sorunlarının başında gelir. Ayrıca bir dönemler romanın frapan ilan edilmesi ya da dişi/kadınsı biçim olarak görülmesi bu coğrafyadaki edebiyat tarihinin Avrupa’dan daha farklı geliştiğinin bir göstergesi. Devam eden dil sorunu ise bambaşka bir tartışma konusu. Kürtçe’nin, Ermenice’nin –ve dahi Osmanlıca’nın edebiyat üzerindeki etkileri bu yazının konusu olamayacak derecede derin ve tarihsel bir mesele.
“Suskun Söz” böyle sorunlara yanıt arayan bir kitap değil. Bu eksiklik değil, aksine “Edebiyat Nedir?” sorusunu tekrardan sorup tartışabilmemiz için bir kalkış noktası değerinde. Özgürleşen edebiyat her coğrafyanın sahip olduğu edebi geleneğindeki radikal kopuşları ya da o gelenekten farklı yönlere sıçrayan edebi eserleri izleyerek yepyeni tarihsel çerçeveler kurar.
Kitabın attığı oku ele alıp daha da ileri atabilmek, yazı sanatının özerkliğini ve eserin otonom bir nitelik taşıyabilmesi için edebiyatın yeni baştan konuşulması gerekir. Bu yüzden Ranciere’in “Suskun Söz” kitabı özgürleşen edebiyat için bir ihtimal. Sessizlikle okunmayı bekliyor.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***