Sinan ŞAHİN
ANTEP – Sinema yazarı Şenay Aydemir, Nar Sanat ve Dersim Yenigün’ün ortaklığıyla Antep’te düzenlenen Habbe Kısa Film Günleri’nin konuğu oldu.
Etkinlik kapsamında bir araya geldiğimiz Aydemir’le, Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin seçkisinden iki kez çıkarılan ‘Kanun Hükmü’ belgeseli ile Türkiye Sineması’nda yeniden gündeme gelen sansür meselesinin tarihsel ve güncel karşılığını, otosansür tartışmalarını, sinemada Kürt meselesi, Ermeni Soykırımı, LGBTİ+’lar ve emek mücadelesi gibi köklü meselelerin temsiline dair sorunları konuştuk.
Türkiye’de özellikle sinema alanında yaşanan sansür, son günlerde bazı filmlerin festivallerden çıkarılmasıyla tartışma konusu oldu. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de bugün açık bir sansür yok aslında. Daha doğrusu devlet sansür yapmıyor gibi görünüyor. Sınırları çizilmiş hassas alanlar var ve bu sansürü devlet kendisi yapmıyor. O alanlara dair hassasiyet gösterenler yapıyor çoğu zaman. En son, ‘Kanun Hükmü’ belgesinde olduğu gibi. Kültür Bakanlığı’nın bu film üzerinden festivale bir baskı kurduğunu, filmin festivalden çıkarılmasını istediğini sansürün üçüncü, dördüncü gününde gazeteciler, biz kazıyarak bunu ortaya çıkardık. Ama festival yönetiminin kendisi bakanlığın bir işaretiyle filmi yarışmadan çıkardı. Sonra sektörden yoğun bir baskı gelince tekrar aldı. Bu sefer öbür taraftan bir baskı gelince tekrar çıkardı. Ama günün sonunda sansürü yapan bakanlık değil de festival yönetimiymiş gibi oldu.
‘BAKANLIK YASAKLAMIYOR, FİİLİ OLARAK ENGELLİYOR’
Türkiye sinemasında yakın tarihte buna benzer sansür örnekleri var mı?
Antalya’da bir önceki sansür krizinde, ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ filminde de benzer bir durum olmuştu. Yine festival yöneticilerinden biri ya da birkaçı kendince filmdeki bazı durumların hukuksal problemler yaratacağını öne sürdü. Dikkat edin iki belgeselde de hukuksal problemler öne sürüldü. Siz yargı mercii değilsiniz ki. O filmlerle ilgili hukuksal problemler onu yapımcısını, yönetmenini bağlar. ‘Kanun Hükmü’ filmine dair bakanlık yasaklama yapmıyor ama filmin gösterimini fiili olarak engelliyor.
‘SANSÜR ARTIK SİVİLLEŞMİŞ DURUMDA’
Bu yeni dönem sansürü nasıl adlandırabiliriz? Daha önceki dönemlerde yaşanan sansürle aralarındaki fark nedir?
Blu Tv’de ‘Çıplak’ adlı dizi ile ilgili tartışmalar çıktığında o dönemde ben de ‘Sansürün Sivilleşmesi’ diye bir yazı yazmıştım. Sansür artık sivilleşmiş durumda. Sansürü savcılık veya herhangi bir mülki amir talep etmiyor. Eskiden devlet bunu kolluk güçleriyle yapardı. Bir film salonuna gelinirdi ve o filmin gösteriminin yasaklandığı söylenirdi ya da film hakkında davalar açılırdı. Şimdi devlet sadece o filmi sevmediğini hissettiriyor, bunlar da filmi festivallerden ya da dijital platformlardan çıkartıyorlar. Devlet tetikçiliği onlara yaptırıyor. Sansür meselesi bizde böyle bir noktaya gelmiş durumda.
Finansal kaynak sorununun, yönetmenleri otosansür uygulamaya ittiğine dair çok güçlü eleştiriler var. Siz kendi pencerenizden bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kabaca iki türlü bakabiliriz buna. Birincisi; çok belirlenmiş kırmızı çizgiler var. Bu çizgilere basmadığınız sürece bir sorun yok. Ama kırmızı çizgiler çok. Nedir? Kürt meselesi, Ermeni sorunu, LGBTİ+ konusu, doğrudan siyasal iktidarı hedef alan içerikler, dinsel hassasiyetler meselesi. Ama dinsel hassasiyetler sadece İslamiyetle ilgili olmak kaydıyla var. Diğer dinler ile ilgili her türlü saldırganlığı veya eleştiriyi yapabilirsiniz. Şimdi bu kadar kırmızı çizgi arasında ana akım sinemacılar ne yapabilirler? Dolayısıyla hiç bir alana girmeden sade suya tirit içerikler üretmek zorunda kalıyorlar. Çünkü o filmler gösterime giremiyor veya yapımcılar iktidarla olan bağları sebebiyle o filme para koymuyorlar.
‘BAKANLIK DESTEĞİ, FİLM FESTİVALLERİ, SANAT FİLMLERİNİN KADERİNİ BELİRLİYOR’
Dönüp art house (sanatsal sinema) dediğimiz sinemaya baktığımızda, bakanlık desteği, film festivalleri o filmlerin kaderini belirliyor. Orada da benzeri kırmızı çizgiler var. Şu dönemde içinde LGBTİ+ olan bir içerikle oralara gidemezsiniz. Sinemada Kürt meselesine dair, ‘Kürtçe de bir dil, ülkemizde Kürtler de vardır’ sınırının ötesine geçemezsiniz. Ermeni soykırımı hikayesine hiç değinemezsiniz. Sevişme sahnesi gösteremezsiniz. Ne kalıyor geriye? Taşradaki adamların memlekete dair hezeyanları mı kalıyor. Bunu karikatürize ederek söylüyorum. Dolayısıyla yönetmenler bu kadar daraltılmış alanlarda üretemiyor. Otosansürün bir tarafı bu.
Diğer tarafı da art house sinema, biraz da seyirci ile bağını kopardığı, kopartıldığı için festival alanlarına sıkışmış durumda. Biraz önce bahsettiğim hassasiyetler zaten bizim ulusal festivallerin çoğunda var. Dolayısıyla böyle bir hassasiyetle seçiyorlar filmlerini. İkincisi ise uluslararası festivallerin Türkiye’yi görme, kodlama biçimine dair de bir şey var. Türkiye’yi nasıl görmek istiyorlar? Türkiye’nin nasıl görülmesini istiyorlar? Bu da belirleyici oluyor.
Tam da bu noktada genç sinemacılara ne önerirsiniz?
Yurt dışında iyi bir festivalde filminizin görülmesini istiyorsanız kentli kadın hikayesi anlatmayın. Sevmiyorlar, ilgilenmiyorlar. İsterseniz dünyanın en iyi filmini çekin, kentli kadın hikayesi umurlarında olmuyor. Kentli kadınsa da ancak taşraya gidip oradaki gericilikle, muhafazakârlıkla uğraşırsa ilgi alanlarına giriyor. Ama kapitalist bir kentte, bir İslam ülkesinde çırpınan bir kadın doktorun hikayesini istediğiniz kadar iyi anlatın hiç umurlarında değil.
Neden?
Çünkü Türkiye’yi Avrupa’nın taşrası gibi görüyorlar. Dolayıyla Türkiye’den kentli bir hikaye görmek istemiyorlar. Çok karikatürize edersek; Cannes’ın seçicileri, ‘Bizde yeterince var zaten. Fransız sineması olarak modern kadın dramını biz anlatıyoruz’ diyor olabilir. Bu ille de böyledir diye demiyorum ama büyük oranda böyledir.
‘BAKANLIK İSTEDİĞİNE DESTEK VERİYOR’
Son yıllarda yönetmenlerin daha çok kısa metraj filmlere yöneldiğini görüyoruz bunun nedeni nedir?
Kaynak yok. Para bulamıyorlar. Film yapmak çok maliyetli. Bakanlık destekleri 2014-15 sonrası çok kısıtlı. Ondan önce de görece daha adil bir destekten söz edilebilirdi. Çünkü Bakanlık Destek Kurulu’nun yapısı sektör ağırlıklıydı. Ama bir dönem barış akademisyenlerini destekleyenleri çizdiler. 2019’da kurulun yapısını değiştirerek bakanlık lehine döndürdüler nerdeyse. Dolayısıyla kimlerin destek bulabileceği bakanlık isteğine doğru dönmeye başladı. Arada istisnalar olabiliyor ama bu bizi yanıltmasın. Orada destek verilenlerden çok reddedilenlere bakmak gerekiyor. Çok iyi projeler reddediliyor orada. Özcan Alper reddedildi, Emin Alper, Kıvanç Sezer, Ramin Matin reddedildi. Bunlar benim bildiklerim sadece.
‘BUGÜN KİMSE BİR İŞÇİNİN HİKAYESİNİ ANLATILIR BULMUYOR’
Günümüz Türkiye sinemasında emek ve işçi sınıfı anlatısının geri planda kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eskiden de o tür filmler çok çekilmiyordu. Yılda 150-200 filmin çekildiği dönemlerden söz ediyoruz. Biz, İtalyan sineması gibi sınıf anlatısı geleneği olan bir ülke değiliz. Biz de emekçi karakterler sinemanın hep başat unsuruydu. Bence bizim sinemamızın kaybettiği nokta buydu. 1970-80’lerde karakterler sinemanın emekçi karakterleriydi. Politik filmler değildi. Doğrudan emekçi sorunları ile ilgilenmiyorlardı ama filmlerin ana karakterleri emekçi karakterlerdi. Bugünün sineması emekçi karakterleri çıkardı. Bugün kimse bir işçinin hikayesini anlatılır bulmuyor. Kendi anlatısı için bir işçi karakter yaratıyor ve onu araçsallaştırıyor.
Bunu biraz somutlaştırabilir misiniz?
Antep’te bunun çok örneği var aslında. İslamcı bir gelenekle büyümüş bir işçinin çalıştığı fabrikada patronla aynı inancı paylaştığı halde sömürüldüğünü fark edip bir kırılma yaşaması bana çok sinematografik geliyor. Bu ideolojik bir şey olmak zorunda değil. Onun yolculuğunu, çatışmasını görmek bir sinemasever olarak beni heyecanlandırır ama bununla kimse ilgilenmiyor.
Kürt sinemasının ortaya çıktığı dönemden bugüne kat ettiği mesafeyi nasıl görüyorsunuz?
Kürt sineması bizde henüz tazedir. 90’lardan bu yana var olmaya çalışıyor. Önce Kürtçenin kullanılmaya başlanması, sonra Kürt sorunun hikayelerin içine sokulmasının risklerinin alınmaya başlanması… Mezopotamya Kültür Merkezi’nin (MKM) Kazım Öz imzalı ‘Ax’ (Toprak) kısa filminin gösteriminin engellendiğini hatırlıyorum. Sonra ‘Güneş’e Yolculuk’, ‘Büyük Adam Küçük Aşk’… 90’ların sonu 2000’lerin başlarında bir sürü Kürt filmi, belgeseli sorunun doğrudan kendisiyle ilgili olduğu için festivallerden men edildi.
‘KÜRT SİNEMASI KÜRT SORUNUYLA PARALEL İLERLİYOR’
Kürt sinemasının Kürt sorunundan bağımsız ilerleyemediği yönündeki eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz?
Türkiye Kürdistan’ı ile ilgili gözlemim; Kürt sineması Kürt sorunuyla paralel ilerliyor. Hem içerik olarak Kürt sorunundan bağımsızlaşamıyor hem de üretim süreci Kürt sorunundan bağımsızlaşamıyor. Şiddetin, çatışmanın, gerilimin yükseldiği dönemlerde Kürtçe hikaye anlatmak giderek zorlaşıyor.
Demokratikleşmeye dair konuşmaların arttığı dönemlerde daha rahat konuşulabiliyor. Türkiye’deki son 20-30 yılın pratiğinde bu böyle olmuştur. Normalleşme dönemlerinde hem Kürt sorununa hem de Kürtçeye dair içerikler daha rahat üretiliyor.
Ama bu şu an daha da zorlaşmış durumda. Bunun bir sebebi finansal kaynak yaratmakla ilgili. Diğeri de devletin çok kırmızı çizgiler çekmesi. Ama ben bundan bağımsız bir sinemasever olarak Kürt sinemacılarının, Kürt sorununun dışında da sinemasal anlatılarını bekliyorum. İyi Kürtçe komedileri, gerilim filmleri, macera hikayeleri… Bu bugünün problemi değil ama bunları düşünecek bir sinemacı kuşağın önünün açılması gerektiğini düşünüyorum.
‘BÜYÜK KENTLERDEKİ KÜRT GENÇLİĞİNE DAİR HİKAYELER ARTMALI’
Bu konuyla ilintili olarak bugün için Kürt sinemasında nelerin daha çok anlatılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Kürt sorununun sinemadaki karşılığı ve bağlamında ne anlatılsa eksik kalır ama özel olarak büyük kentlerdeki Kürt gençliğine dair anlatıların daha da artması gerektiğini düşünüyorum. 90’larda, daha 10-15 yaşlarında köy boşaltmaları ile toprağından kopartılıp İstanbul’a gelmiş bir ailenin çocuğunun burada diliyle, kimliğiyle kurduğu ilişki ne durumda? Bu bende çok merak uyandırıyor. Ben bu anlatıların artacağını da düşünüyorum ama umarım bütün toplumu tatmin eden bir barış sürecinin kapıları aralanır. Ben Kürt sineması potansiyelinin bu taraftan çok daha güçlü olduğuna inanıyorum. Bu alana enerji akmaya başladığında çok daha yaratıcı, değiştirici, dönüştürücü filmlerin çıkacağını düşünüyorum ama biraz daha zamana ve normalleşmeye ihtiyacımız var.
ŞENAY AYDEMİR KİMDİR?
1975 yılında Artvin-Şavşat’ta doğdu. Üniversite öncesi eğitimini Samsun’un Bafra ilçesinde tamamladı. 1992 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde üniversite eğitimine başladı. 1997 yılında üniversite eğitimini bırakarak gazeteciliğe atıldı. Sinema yazıları yazmaya üniversite yıllarında yayınına katkıda bulunduğu öğrenci gazetesinde başladı. 1997-2005 yılları arasında Evrensel, 2006-2010 yılları arasında Referans, 2010 yılından 2014 temmuz ayına kadar ise Radikal gazetelerinde çalıştı. Evrensel Kültür, Milliyet Sanat, Arka Pencere ve Altyazı başta olmak üzere birçok dergide de eleştirileri yayımlandı. “1960’ların Türkiye Sineması” , “1970’ler Türk Sineması” ve “Reha Erdem Sineması: Aşk ve İsyan” kitaplarına yazılarıyla katkıda bulundu. “Organik Bozukluk: 21, Yüzyılda Tembellik Hakkı” ve “100 Sinema Klişesi” kitaplarını yazdı. Birçok festivalde jüri üyeliği görevlerinde bulundu. Halen serbest gazetecilik yapıyor.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***