Merve KÜÇÜKSARP
Akademisyen ve yazar Esra Aliçavuşoğlu ve Ayşe H. Köksal’ın derlediği, alanında uzman akademisyen ve yazarların katkıda bulunduğu ‘Türkiye’de Sanatın Tarihi’ isimli çalışma “Müze” alt başlığı ve Tellekt Yayınları etiketi ile yayımlandı. Eser, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçerken modernleşme projesinin en önemli ayaklarından biri olan sanat kavramının müzecilik ekseninde tarihsel seyrini ele alıyor.
Müzeler, sanat eserlerin depolandığı, korunduğu ve sergilendiği, düşünce ve algının fiziksel mekanını oluşturan yerlerdir. Toplumsal hafızayı ve kültürel birikimi oluşturan görme ve bakma biçimlerini meydana getirir.
Türkiye’nin müzecilik ile imtihanı ise pek eskilere dayanmaz. Osmanlı’da koleksiyonerlik ve sanatseverlik 19. yüzyılın sonuna dek varlıklı devlet adamlarının ve saray erkanının zevki etrafında şekillenir. Bu gibi kimseler servetleri ve zevkleri yettiği ölçüde değerli eşyaları biriktirmeye, müzeler kurulmadan çok önce evlerini ilkel birer müzeye dönüştürmeye çalışırlar.
Keza Osmanlı’da değerli eşya ve eser koleksiyonu, seyyahların notlarına bakılırsa, I. Mahmut’un Beşiktaş’taki sarayına birtakım değerli eşyaları toplamasıyla başlar. Rus sefirinin Petersburg’tan getirttiği eşyalar ile oluşturduğu bir başka koleksiyon ise Beylerbeyi Sarayında gösterime açılır ve başta dönemin padişahı II. Mahmud olmak üzere Osmanlı devlet adamları tarafından ziyaret edilir. Tanzimat dönemi Osmanlı devlet ricalinden Ahmet Fethi Paşa, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden getirdiği eserlerini Kuzguncuk’taki yalısında sergilemesiyle bilinen koleksiyonerlerin öncülerindendir.
Fethi Paşa aynı zamanda Dolmabahçe’ye de çeşitli kıymette eserler getirilmesine ve sergilenmesine öncülük eder. Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz, Avrupa’daki kimi hatırı sayılır ressamların eserlerini de alarak kendi koleksiyonlarına katarlar. Hatta Sultan Abdülaziz, Şeker Ahmet Paşa’yı bu alımları özenli bir şekilde gerçekleştirmesi için görevlendirir. Daha sonra Yıldız ve Dolmabahçe saraylarında, zanaattan botaniğe uzanan çok geniş bir yelpazede koleksiyonlar oluşturulduğu gibi, güzel sanatlara dair eserlerin sergilendiği müzehaneler de kurulur.
Ne var ki, sanata dair bu yüksek sınıf ilgisine rağmen, Osmanlı Devletindeki ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi, 1882 yılında kapılarını açtığında öğrencilerine sanat eserlerini sunacak ve ya onların ürettiği çalışmaları sergileyecek bir müze bulunmaz. Müze-i Hümayun da ilk etapta, Avrupa’daki benzer müzeler gibi öğrencilerin eğitilmesi amacıyla kurulur.
SANAT VE GARBİYATÇILIK
Edward Said nasıl ki Şarkiyatçılığı, Batı’nın kendi yarattığı bir Doğu tahayyülü ekseninde kendi kimliğini oluşturması olarak tanımlıyorsa, aynı minvalde erken dönem sanat tarihinde de bir Garbiyatçılık kavramından bahsetmek mümkündür. Garbiyatçılık “Batı dışı sayılan bir alanda modernliği tarihsel olarak belirli şekilde temsil etme, başkalarına ve kendine sunma biçimi” olarak da tanımlanabilir. Batı, Türkiye modernleşme projesinde Doğu’nun dışında kalan bir mekan ve kültür olarak tasvir edildiğine göre Türkiye’deki sanatın müzeleşmesinin nüvesinde de bu Garbiyatçılık fikri vardır.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken sanat alanındaki modernleşme projesinin özünde, Osmanlı medeniyetinin sahip olduğu birtakım zenginliklerden istifade ederek, yeni bir sanat, -Tanpınar’ın işaret ettiği terkibi- meydana getirmek yerine Batılı bir sanat anlayışı yaratma gayesi vardır. Keza Müze-i Hümayun da, Osmanlı’nın mirasını almak, kendi geçmişine ve kültürel birikimine sahip çıkmak yerine Batılıların gözünde “makbul” olacak tarzda bir sanat yuvası yaratmak amacıyla ortaya çıkar.
Burada sergilenen eserler, savaşlarda galebe çalınamayan Avrupa’nın kimliğini ve kültürünü fethetme arzusu taşır. Osmanlı’nın, biraz da kendi yarattığı bir Avrupalı kimliği üzerinden kendini tanımlamaya ve dönüştürmeye çalışması Garbiyatçı temayüle bir misaldir. Bu kurguda Osmanlı kültürünün esamesi dahi okunmaz. Cumhuriyet böyle bir anlayış üzerinden sanat hayatını inşa eder.
Nitekim Müze-i Hümayun’un kurucu müdürü Osman Hamdi Bey ve onun vefatından sonra başa geçen Halil Ethem Bey, müzenin Batılıların seyredecekleri bir sahneymişçesine donatılmasına ön ayak olurlar. Keza Halil Ethem Bey Avrupa’da orijinaline ulaşılamayan kopyaları elde etmeye, bunlardan bir koleksiyon kurmaya yönelik çalışmalar yapar.
Paris, Berlin, Madrid, Münih ve Viyana’daki müzelerden büyük ustaların, resim, gravür ve heykel dalındaki eserlerinin aslına en yakın kopyalarını temin eder.
CUMHURİYET DÖNEMİ MÜZECİLİĞİ
Erken cumhuriyet döneminde de bu defa Osmanlı mirasından uzaklaşmak için benzer bir yol güdülerek Batı kültürü sanat hayatına egemen olur. Türkiye’de müzecilik de modernleşme projesinin diğer ayakları gibi, acelecilikle inşa edilir. Sanatta uzun zaman tekel olan devlet, arkeolojik kazılara ve bu kazılardan çıkan eserlerden müzecilik yapmaya yönelir.
Plastik sanatlar ise müzeleşme sürecinde arka planda kalır. Plastik sanatların üretimi arkeolojik kazılar gibi milli bir dava olarak görülmez. Resim sanatı da gelişmediğinden, ünlü eserleri elde etmek mümkün olmadığından bu yöntem daha gerçekçi gözükse de, tüm bu gelişmeler Türkiye’deki modern sanatın gelişmesinin önüne set çeker. Modern sanat müzeciliği bu anlamda arkeolojik müzecilikten geride kalır.
Keza bilhassa Atatürk döneminde ülkenin pek çok yerinde arkeoloji ve etnografya müzeleri art arda açılırken İstanbul Resim ve Heykel Müzesi 1937 yılında kurulur ve II. Dünya Savaşının getirdiği ekonomik buhran sebebiyle 1939 yılında ziyaretçilerine kapılarını kapatır. Yine de uzun yıllar daha devletin sanat politikalarının bir sonucu olarak bu müzede sanat koleksiyonları birikmeye devam eder.
Erken cumhuriyet döneminde çağdaş sanat kavramının yeterince desteklenmeyişi sonucunda çağdaş sanat kitlelerce yeterince anlaşılamaz ve çağdaş sanatçılar kendilerini gösterecek imkan bulamazlar.
Sanatçılar daha ziyade kendi sanat alanı içinde sergiler düzenler ve eserlerini kendi aralarında değerlendirirler. Erken dönem müzelerinde de tarih öğretmenleri, folklor uzmanları ve halkevleri bünyesindeki müzecilik kollarında görevli kimseler çalışırlar. Müzeler için daha nitelikli bir kadronun yetişmesi 1930’lardan sonra görülür.
Bu dönemde müzecilik namına yaşanan bir diğer önemli olay ise Osmanlı saraylarının müzeye dönüştürülmesi ve halka açılması olur. Louvre gibi, Avrupa’da benzer müzelerin varlığı Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını harekete geçirmekte etkili rol oynar.
Yaşanan bir başka önemli gelişme ise 1940’lı yıllarda İş Bankası’nın sanat koleksiyonu kurmasının arkasından devletin de teşvikiyle diğer bankaların da resim alımı yapmaları ve kendi sanat koleksiyonlarını kurmaya başlamalarıdır. 1950li yıllarda ise devlet sanat politikalarında biraz daha pasif bir rol üstlenir. Devlet sanat üzerinden elini tamamen çekmese de, sanat politikalarındaki etkin ve tekelci rolünden vazgeçmeye başlar. Sanatçılara verilen destek azaldığı gibi, arkeolojik kazılar da eskisi gibi yapılmaz. Sağcı kadroların da desteğiyle İslam/Osmanlı restorasyonunu gözeten bir sanatın ihya edildiği bir dönem olur 1950li yıllar aynı zamanda.
1960 darbesiyle birlikte, bu ortam yerini erken cumhuriyet döneminin sanat politikalarına bırakır. Bu defa kamuda çoksesli bir söylem ve çoğulcu bir yapı vardır. Nitekim İstanbul Resim ve Heykel Müzesi (İRHM), Nurullah Berk müdürlüğünde yeniden açılarak sanatseverle buluşur. Müzedeki koleksiyonların bütünlüğünün bozacak denli koleksiyonlarla ilgisiz eserler burada sergilense de, sanatseverler ve sanat eğitimi alan öğrenciler için önemli bir işleve sahip olur.
Bir darbeyle başlayan ve başka bir darbeyle kapanan 1970’li yıllar da sanat hayatı için oldukça zorlu olur. Ülkedeki atmosferin sanatçılara ve sanatseverlere nefes aldıramayacak olmasının yanı sıra İRHM’nin önceki yıllardan kalan sorunları daha da çözülemez hale gelir ve kurum kapılarını kapatmak zorunda kalır. 1973 yılında Nejat Eczacıbaşı’nın girişimiyle açılan İKSV, sanat alanındaki boşluğu kısmen de olsa doldurur.
1980 darbesinin akabinde gelen 24 Ocak kararları vasıtasıyla ülkede esen neoliberal rüzgarla birlikte, devlet kamu yararına politikalardan gitgide uzaklaşmaya başlar. Artık sanat özel koleksiyonerlerin ve sermaye sahiplerinin daha fazla ilgi ve destek verdiği bir ortamda var olmaya başlar.
1980 yılında Türkiye’nin ilk özel müzesi olan Sadberk Hanım Müzesi açılır. 1990’lar ve 2000’lerden sonra art arda özel müzeler ve koleksiyonlar sanatseverlerle buluşur. Nitekim Elgiz Müzesi 2001 yılında, Sakıp Sabancı Müzesi 2002 yılında, İstanbul Modern Sanat Müzesi 2004 yılında açılır. Bunu, Pera Müzesi, Santralistanbul, Arter, Borusan Contemporary, SALT gibi müzeler takip eder.
Sanat müzesi kavramını eleştirel bir bakış açısıyla mercek altına alan bu çalışma, ülkemizde sanat kavramının ve müzeciliğin tarihsel arka planının yanı sıra müze ve akademi arasındaki ilişkiye dair farklı fikirleri de ihtiva ediyor. Çalışmada, Esra Aliçavuşoğlu ve Ayşe Köksal’ın sunuş yazılarıyla birlikte Tarkan Okçuoğlu, Filiz Yenişehirlioğlu, Özge Gençel, Ali Kayaalp, Vasıf Kortun, Esra Yıldız, Zeynep Ceylanlı, Güler Bek Arat gibi akademisyen ve yazarların yazıları da yer alıyor.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***