Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Burak Delier: ‘Sanat her zaman şişe içinde denize atılan bir mesaj olmuştur’

Burak Delier: 'Sanat her zaman şişe içinde denize atılan bir mesaj olmuştur'


İlker Cihan BİNER


Türkiye’de uzunca bir süredir kültür – sanat alanına iktidar kurumlarından yönelen müdahaleler, güncel sanat alanın halihazırda yapısal problemleriyle birleşince kültür üretimlerine katkı sunan; bu alanda yazan, eser üreten, düşünen insanlarla konuştuğumuz bir güncel sanat dosyası yapma fikri kaçınılmaz oldu.

Son zamanlarda etkisini gittikçe arttıran baskı ortamı ciddi boyutlara vardı. Sansürle karşı karşıya kalan küratörler, sanatçılar var. Geçenlerde ‘Kültür Sanat Alanına Ayrımcılığa Karşı’ adında yayınlanan anonim metin tam da bu sıkışmışlığa karşı bir yanıt niteliğindeydi.

Biz de dosya kapsamında sanatçılara, küratörlere, sanat eleştirmenleri/yazarlarına, sanat yayınlarındaki editörler dâhil olmak üzere konuştuğumuz isimlere, Türkiye’de güncel sanat sahasında yaşanan zorlukları, sanat-politika ilişkisini ve daha pek çok şeyi sorduk.

Ranciere bir metninde estetiğin yapma biçimiyle varoluşu arasındaki yasasızlıktan doğduğunu söylüyor. Yani duyumsamanın özerkliğinin altını çiziyor. Türkiye’nin politik atmosferinde özerk bir estetik pratik ortaya koyarken zorlanıyor musunuz?

Burak Delier: Aslında sanat literatüründe genel kullanıldığı anlamda “özerk” bir pratiğim yok. Rancière tabii kelimeyi bu anlamda kullanmıyor; sanat literatüründeki iki yüz yıllık çatışmanın (siyasetten kopuk bir sanatın siyaseti (özerk sanat) ile kendini iptal ederek hayatı sanata dönüştürmeye çalışan sanatın (“politik”, “devrimci” sanat diyelim şimdilik) çatışmasının) aslında kurucu olduğunu; bunun çözülmesi gereken bir “düğüm” olmadığını, sanatın doğuşunu tetikleyen verimli bir “çelişki”den kaynaklandığını söylüyor. Ve tabii, eğer “pratik” tabirini de belirli bir konu, malzeme veya araç (yağlıboya, video, heykel, yerleştirme vs.) üzerinde ustalaşmak olarak anlıyorsak, bir “pratiğim” de yok. 21. Yüzyıl’da Türkiye’de yaşayan bir sanatçıyım. O krizden bu krize, bir felaketten diğerine geçerek, arda arda darbeler alarak geçiyor ömür. Mesele buna; yani bu felaketlerin bizi sürüklediği anlamsızlaşma/değersizleşmeye yenilmemek.

Sanatta, bu arka arkaya gelen felaketler, krizler, darbeler bağlamında işimize yarayabilecek bir potansiyel seziyorum; asıl olarak bu potansiyeli araştırıyorum. Dolayısıyla, eğer bir “pratiğim” varsa; “özerklik” kavramının ima ettiği mesafe almanın, sınırları belli ve ayrı bir alanın imkânı üzerinden değil, aksine dünyanın, yerin, bağlamın karmaşıklığına yerleşerek ortaya çıkan, doğaçlamaya dayalı “performatif” bir “pratik” olduğu söylenebilir. Yaptığım işlerde, malzemelerin, nesnelerin, araçların geride bırakılmış imkanlarını kullanarak veya imkansızlıklara izin vererek bu felaketleri yeniden ele almaya ve -eğer varsa- bu felaketlerin içindeki başka türden olasılıkları hissetmeye, düşünmeye çalışıyorum. Bu anlamda asıl zorluk, “karanlık atmosfer”den, ülkenin ve sanat alanının koşullarından kaynaklanmıyor; bunlar işin sadece bir kısmı. Asıl zorluklar; 1) Bu felaket içinde yeterince güvenilir, açıcı, hayat verici olasılıklara ulaşıp ulaşmadığımdan emin olamamak 2) Olasılıkların kapandığı ana dayanabilmek, imkansızlığın potansiyeline yaklaşabilmek, bu potansiyeli kabul etmek ve sevmek 3) Kime hitap ettiğini bilememek.

Son derece sanatsal, maddi ve pratik sorunlardan bahsediyorum. Üçüncüsünü biraz açayım; kime hitap ettiğini bilememek, hitap edecek biri bulamamak, bu “canlı” ilişkiyi kuramamak Deleuze ve Guattari’nin Paul Klee’den alarak değindikleri “kayıp halk” nosyonu ile ilişkili bir mesele. Bu, bir taraftan sanat üretimine içkin ve bildik bir mesele ama bir başka taraftan bizim yerel bağlamımızda Türkiye’nin ve sanat dünyasının kendine özel meseleleri yüzünden ekstra tınılar kazanıyor.

Türkiye’de sadece sanatta değil; genel olarak bir “kayıp halk” sorunu var ve bu sanatta zaten olan “kayıp halk” sorununa eklemleniyor. Özellikle son işlerimin (belirli bir tarzda işlediğim sözün ön planda olduğu ya da “hikâye anlatıcılığı” gibi popüler formlar kullansam da) boşluğa hitap ettiğini düşünüyorum. Bunu üzücü bir şey gibi düşünmek yanlış olur; sanat her zaman şişe içinde denize atılan mesajvari bir şey olmuştur.

“Yalnızlık”; boşlukta, iletişimsiz, kendinden menkul bir şekilde var olmak bahsettiğiniz “özerk” sanatın da koşullarından biridir. “Özerk” sanat bir halka hitap etmez, aramaz da, toplumsal dünyaya, iletişime veya ticarete dahil olmaz; direngen bir biçimde zamansız ve mekansız bir boşlukta sadece var olur; en iyi durumda gerçekleşme olanaklarından, bağlamdan, yerden kopuk kendinden menkul bir ütopyayı imler. Benim için ise boşluk, orada olup olmadığını bilmediğim, belki geçmişte var olmuş fakat yok olup gitmiş, tarihten de izleri silinmiş ya da belirsiz bir gelecekte var olacak olan ya da şimdi burada imkân dahilinde olan ama bastırılmış, sakatlanmış, yok sayılan bir halkı, başka türden bir varoluş biçiminin bedenleşeceği potansiyeli imliyor.

Zorluk, bu bedensiz ya da yarı-bedenli, varla yok arası, hayaletsi muhatabımla sürüp sürmediğinden emin olamadığım ilişkiden kaynaklanıyor. Bazen uzaklardan okunmaz derecede yıpranmış, unutulmuş bir dilde yazılmış, çok da anlayamadığım ama aciliyetini hissettiğim bir telgraf geliyor, ben de mesajımı yazıp şişe içine yerleştiriyorum.

“Sanat Olguları”, araştırma bulguları sunumu, Salt Yönetim Kurulu Toplantısı Salt Açık Sinema canlı yayını, 2012, Salt.

Estetik ile politikanın kesiştiği bir düzlem var. Düzenleme kelimesi bu anlamda kilit konumda.
Toplumsal cinsiyet, sınıf hiyerarşisi, ulus merkezci ağlar ve daha pek çok koldan yayılan iktidar dinamiklerini bükerken bu aslında estetiğin politikası değil mi? Estetik ve siyasetin kesişimine dair ne düşünüyorsunuz?

Estetik ile siyasetin kesiştiği oldukça geniş bir alan var. Hatta Rancière yer yer siyasetin de estetik bir mesele olduğuna vurgu yapar. Siyasal an, siyaset sahnesinde daha önce sayılmamış ya da duyulmamış olanın duyulur hale gelip, sahnenin tekrar düzenlenmesinin zorlanmasıdır. Estetik tarafından söylersek, sanat eseri bir estetik düzenleme olduğu ölçüde siyasal bir edimdir de. Kesişimi daha da vurgulamak istersek “düzenleme” yerine “örgütleme” kelimesini kullanabiliriz. Sanat eseri bir örgütlemedir ve belirli bir örgütlenmenin sonucudur.

Var olan şeylerin, görünümlerin, işlemlerin, duyumsama biçimlerinin, bu biçimleri ortaya çıkaran ilişkilerin tekrar, yeniden, farklı bir biçimde örgütlenmesidir. Aynı zamanda da, eserin uzayda, bir boşlukta değil, bizzat finansal, toplumsal, maddi örgütlenmelerin, ekonomi politiğin doğrudan etki ettiği -elbette tümüyle belirlemesi demek değil bu- bir sonuç olarak ortaya çıkması anlamında bir örgütlenmenin sonucudur.

Örgütlenme (organizasyon) ayrıca “organ” köküne de gönderme yapması açısından da uygun gibi: Hem kurum anlamında “organ” (“yayın organı”, “yasama, yürütme, yargı organı” vb.) hem de duyumsama organları anlamında organ: Göz, kulak, deri ve elbette belirli teknik araçlar, protezler (fotoğraf, video vb. ama aynı zamanda çerçeve, kaide ve dolayısıyla galeri ve kurum). Siyasal olan ile estetiği ele alacaksak “örgüt”, “organ”, “teknik aygıt”, “kurum” gibi kelimelerin ilişkileriyle oluşan kavramsal alan üzerinden gitmek daha açıcı olacaktır.

Fakat, sanat “iktidar dinamiklerini bükmesi” açısından siyasal değildir; zaten bunu da yapamaz. Bunu politik eylemlilik, toplumsal, siyasal örgütlenme yapabilir. Sanatın ve estetiğin potansiyeli başka yerdedir.
Sadece estetik örgütlemenin becerebileceği, acil ve güncel toplumsal, politik dertlerimize hitap etmesi gereken siyasal örgütlenmenin beceremeyeceği şeyler vardır. Bu alanda tek değerlendirme kıstası da politik yarar değildir ve olmamalıdır. Öyleyse eğer, bunu düşünen herkesin hemen tabandan aktivist bir girişimde bulunması ya da hâlihazırda var olan bir partiye ya da bir örgüte yazılması, orada emek harcaması, hemen devrimci bir çalışmaya girişmesi sanatla ilgilenmesine yeğdir.

Estetik, birçok boyuta açılan tümüyle yaşama içkin ama başka türden, salt yaşama ait olmayan heterojen bir boyuttur. Gündelik hayatın ilksel duyumsama kapasitelerinin içinden o hayata dahil olmayan boyutları, düzlemleri, gerçeklikleri açar. Tıpkı Rancière’in söylediği gibi, estetik rejimin üretici çelişkileri sayesinde, tam buradaki gerçekliğin içinde ortaya çıkan ama bu gerçekliği yedekleyebilen, öteleyebilen, onu tümüyle reddedebilen başka türden gerçekliklere ulaşırız.

Kanımca estetiğin/duyumsamanın en özel potansiyelleri hâlihazırdaki yaşama dahil olmayanlarla, ölüler ve henüz doğmamış olanlarla ilişkisinde ortaya çıkar. (İnsan kültürlerinin temelinin mezarlık olması oldukça manalıdır.) Estetik rejimin temelinde yatan eşitlik fikri belki de bu şekilde açıklanabilir. Estetik rejimin bir aygıtı olan müze en eşitsiz ilişkinin (hayatın ölüm üzerinde egemenliğinin, hani şu “biyopolitika” denen şey) tasdikini ve ortadan kaldırılma potansiyelini aynı anda barındırır.

Estetiğin pratik siyasetle karmaşık ve çoğu zaman karşıt ilişkisi de burada yatar. Siyaset nesnel gerçekliğe ve dönüşüm olanaklarına odaklanmalı, yaşayanları gözetmelidir; bu anlamda acilci, toplumsal, aktif/aktivist olmalı, belirli programlar tasarlayarak onları gerçekleştirmeye çalışmalıdır. (Hayatı sanat haline getirmek isteyen devrimci avangardın sanatı iptal ederek, müzeleri yok etmek istemesi boşuna değildir. Gerçi, örneğin bu tartışma Malevich’te ölüleri muhafaza eden mezar/müzeye karşı yakarak yok etmenin konulmasıdır. Bana kalırsa, bu fikrin, hayatın bir çöküş olduğunu söyleyen Scott Fitzgerald ve güçlülerin -iktidara sahip olmak anlamında değil- yok olduğunu, zayıfların kaldığını söyleyen Nietzsche ile de bir bağı vardır.)

Estetik ise yaşamda hemen verili olmayan, temas edilmesi imkânlar dahilinde olmayan ya da olmadığı söylenen imkân veya imkânsızlıklarla, onları tümüyle gerçekleştirme, ortaya serme, gösterme, duyumsatma, varlıklarını ve geçerliliklerini ispatlama baskısı olmadan ilgilenebilir. Bu anlamda estetik rejimin aygıtlarının menzili, yaşama, şimdiye ve burada olana, çeşitli egemen ispat mantıklarına ve nesnelliklere kıstırılmış siyasetten çok ötelere gider.

Estetik/sanatın temeli öznelliktir demiyorum; fakat estetik/sanat-siyaset ilişkisinin kırılma anlarından biri, muhtemelen en önemlisi, siyasetin nesnel gerçeklikle ilgilenmek ve bir yarar üretmek zorunda olmasına karşılık, estetik/sanatın nesnel bir şeye dayanması gerekmeyen gerçekliklerle, kendinden menkul dünyalarla ilgilenebilmesidir. Estetiğin, acil ve gündelik bir siyaset konusuna (hayvan, doğa, LGBTTQİ+ hakları, ekoloji, küresel ısıtma, sınıf vb.) indirgenemeyecek asıl gücü buradadır.

Siyaset nesnel gerçekliğin otantikliğini sorgulamaya başladığı, elden kaçmış, şiddetle bastırılmış yaşam olanaklarını geri çağırmaya, onları tekrar yorumlamaya ya da ütopyaları hayal etmeye giriştiği anda dönüp estetiğe bakacaktır.

“Biz Kazanacağız Araştırması” yerleştirme / 2010, Taipei Bienali

Güncel sanat ortamında ‘yeni’ sözcüğü çok fazla kullanılıyor. Siz bu mevzuya eleştirel bakan birisiniz.‘Yeni’ kelimesi bir estetik pratiğin oluşumuna dair hangi açılardan sınıra dönüşüyor?

B.D.: “Yeni” kelimesine kategorik olarak eleştirel bakmıyorum. Yeniyi aramak gerekli, başka türlü nefes alamayız. Fakat bugün yeni pek beklemediğiniz yerlerde ortaya çıkabilir ve hiç de “yeni” gibi gözükmeyebilir. Sanat dünyasında “yeni”, ister galeriler piyasasında ister daha eleştirel, sol ve entelektüel diyebileceğimiz bienaller, documentalar, sanat kurumları piyasasında, içerikten bağımsız salt “yeni” olarak, sahte heyecan uyandırma amacı ile bir pazarlama yöntemi olarak kullanılıyor.

Açıkçası, neoliberal düzeneğe bağlanmış araştırma fonlarının ve üniversitelerdeki fonlama ve teşvik düzenlemeleri yüzünden de bir “yeni” furyası oluşuyor. NFT yapan, yapay zeka kullanan ya da Yeni Materyalizmler gibi felsefelerin hemen, hiç sindirilmeden ve pek de düşünülmeden sanat eserlerine yapıştırılmasında bu “yeni” fetişini görmek mümkün.

Sanat ilginç olabiliyor ama eleştirisi, yorumu, okunması çoğu zaman yeni felsefelerin özetlerinin yapıştırılmasından ibaret kalıyor. Sanki sanat felsefenin illüstrasyonuymuş gibi. Oysa sanat, sanatçı, kendi pratiği ve dertlerinden çok daha “yeni” ve ilginç bir dil geliştirebilir. Finansallaşmış ve bilgiye, anlatıya, hikaye anlatmaya dayalı değer kuralının hakim olduğu bir kapitalist rejimdeyiz.

Gayet normal “yeni”nin anlık, coşkuları gıdıklayan bu potansiyelinin bu şekilde kullanılması. Sanat dünyası düşünmesi ile öne çıkan bir dünya değil maalesef; bugün sanat dünyasında eleştiri, teori ve politika, hele bu üçünün estetikle kesişiminden hareket etmek en istenmeyen şeyler. Yeni olun, yeni felsefelerden bahsedin, yeni teknolojik oyuncaklar kullanın ve asla kendi dilinizi, dertlerinizi geliştirmeye, ortaya koymaya çalışmayın. Asla ve asla günün genel, açık ya da zımni uzlaşılarının dışına çıkmayın.

Devam edecek…

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version