YORUM | Av. NURULLAH ALBAYRAK
Sanılanın aksine soykırımlar, en güzel bahanelere sığınılarak gerçekleştirilmiş. Adalet, eşitlik, bağımsızlık, insan hakları veya demokrasi kullanılarak yüz binlerce insan öldürülmüş.
Türkiye’de de ‘adalet’ adı altında insan kıyımı yapılmaya devam ediliyor. Bu kıyımının yaşandığı yerlerden birisi hiç şüphesiz cezaevleri. İnsan Hakları Derneğinin 2022 yılı Nisan ayı itibariyle hazırladığı rapora göre cezaevlerinde 651’i ağır olmak üzere 1517 hasta bulunuyor. Cezaevinde tutulan hastaların bırakılması beklenirken ne yazık ki yeni hastalar cezaevine atılmaya devam ediyor. Bunlardan birisi de 86 yaşındaki Mustafa Said Türk.
2018 yılında geçirdiği beyin kanamasından sonra bakıma muhtaç hale gelen Mustafa Türk, hakkında verilen hapis cezası kesinleştiği gerekçesiyle evinden ambulansla alınarak cezaevine götürüldü. ‘Adalet’ adı altında hakim, savcı, polis, cezaevi yönetimi ve doktorlar tarafından el birliğiyle yapılmaya çalışılan bir kıyımla karşı karşıyayız.
Elbirliğiyle gerçekleştirilen bu kıyımın sahipleri, farklı düşünceyi, farklı inancı ve farklı hareket tarzını yok saymakta ve çoğunluğun yanılmaz olduğu bahanesiyle zulmü farklı düşünce sahiplerine neredeyse hoş görmekteler. Bu anlayış sahiplerine göre genel seçimden daha mükemmel bir yasa olmadığı gibi gerekli başka bir yasa da yoktur. Seçimler sonucunda çoğunluk elde edildiğinde diğer yasal zorunluluklara, evrensel hukuk ilkelerine uymaya da gerek kalmıyor.
Bu anlayışın ne kadar tehlikeli olduğunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. 1920’lerin başında Almanya’da, genel seçim kamuoyunun eğilimlerini yansıtan hükümet koalisyonlarının kurulmasına yarıyordu. 1930’ların başında ise ağır bir sosyal kriz ve ırkçı propaganda atmosferi altında yapılan aynı genel seçimler demokrasinin sonunu getirdi. Alman halkı kendini rahatça ifade edebildiğinde ölü sayısı çoktan onlarca milyonu bulmuştu. Ne yazık ki bu örnekte olduğu gibi çoğunluk yasası bazen zorbalıkla, köleleştirmeyle ve ayrımcılıkla eşanlamlı oluyor.
İktidarın bir çoğunluk grubuna bırakılarak azınlıkların çektiklerinin azaltıldığını savunmak için çok saf ya da tersine çok pervasız olmak gerek. Ruanda’da 1994’teki katliama eşlik eden politik tartışmalara bakıldığında, zulüm sahiplerinin daima demokrasi adına hareket ettiklerini, hatta ayaklanmalarını 1789 Fransız İhtilali’yle, Tutsiler’e karşı soykırım uygulanmasını ise Robespierre ve arkadaşlarının giyotin saltanatının sürdüğü devirlerde yaptığı gibi, ayrıcalıklı bir kastın ortadan kaldırılmasıyla kıyaslayacak kadar ileri gittikleri görülüyor. Hatta bazı Katolik rahipler, ‘yoksullardan yana olmaları’ ve ‘öfkelerini anlamak gerektiğini’ söyleyerek soykırımın işbirlikçileri haline gelmişlerdi. Tıpkı günümüzdeki bazı din adamı sıfatlı kişilerin yaptığı gibi.
Bu yaşananların endişe verici olmasının en önemli nedenlerinden birisi katillerin nefret edilmesi gereken davranışlarına makul anlamlar kazandırmaya çalışması değil, adalet gibi demokrasi gibi kutsal kavramların kolayca çarpıtılacağını göstermesidir.
Günümüzde de adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları kavramlarının zulmün aracı olarak kullanıldığını görebiliyoruz. Masum, hiçbir suçu günahı olmayan insanların öldürülmesine ‘adalet’ denilme vahşiliğini görmedik mi? 86 yaşında sedyeyle cezaevine götürülen Mustafa Türk’ün cezalandırılması adalet adı altında yapılmadı mı? Hamile kadınların hastane kapılarında tutuklanması, bebeklerin cezaevinde büyümek zorunda bırakılması, insanların işinden, evinden atılması gibi hukuksuzluklar yapılmadı mı? Hakimler adaleti tesis ettiklerini, savcılar ve polisler adaletin tesisi için çalıştıklarını iddia etmediler mi?
Adaletin kestiği parmak acımaz sözünde yer alan adalet kavramıyla Mustafa Türk’ü ölüme götüren adalet aynı kavramlar olabilir mi? Elbette olamaz. Neyin adaletli olduğunu söylemekte zorlanabiliriz belki ama 86 yaşında bakıma muhtaç birisinin bankaya para yatırdığı, öğrencilere burs verdiği için cezaevine konulmasının adaletsizlik olduğunu tereddütsüz söyleyebiliriz.
Adalet kavramı toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Ekmeksiz hayat sürmek mümkün ama adaletsiz ve hakkın hukukun yok sayıldığı bir hayat yaşamak zorunda kalmak insanlara yapılan en büyük zulümdür. İnsanlar ölümle neticelense bile adaletin tecelli etmesini talep etmiş, hak sahibine hakkın verilmesi gayesiyle büyük mücadeleler vermişlerdir. Ancak ne yazık ki bir hukuk sisteminin varlığı adaletli bir sistemin varlığının kalıcılığını ve sürekliliğini tek başına garanti etmiyor. Hitler Almanya’sının “adil olmayan ama şekli olarak kusursuz” hukuk sisteminin varlığı gibi bir tecrübe herkese bu gerçeği acı olarak göstermiş oldu.
Vicdanını siyasi iktidarın emirleri ve isteklerine bağlamış bir hukukçunun ya da kamu görevlisinin adaleti önemsemeyeceği gibi, şekli kuralları yerine getirmiş olmayı da işini düzgün yapmak olarak tanımlayacağını da Mustafa Said Türk örneğinde olduğu gibi yaşayarak görüyoruz.
Şunu tereddütsüz söyleyebiliriz; Mustafa Said Türk’e öncelikle ceza verilmemesi gerekiyordu ancak adaleti yok sayan hukukçular tarafından ceza verildi. Şimdi ise 86 yaşında hasta, bakıma muhtaç, yatalak olan bir kişiye verilen hukuksuz cezanın ertelenmesi için gereği hemen yapılmalıdır. Aksi takdirde ölüme ihmalleri nedeniyle sebebiyet vermiş savcılık, cezaevi yönetimi, adli tıp kurumu ve doktorların mevcut hukuk sisteminde yer alan ve başka bir suç oluşturmasa bile TCK. 83 maddesinde yer alan kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi suçu oluşacak ve sorumlulukları olacaktır.
Sadece Mustafa Said Türk değil cezaevinde ölüm eşiğinde olan 651 hasta için de bir an önce adaletin tecelli etmesi gerekiyor. Beklediğimiz adalet de gerçek adalet olmalı, zulmü güzel gösterme bahanesi değil.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***