Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

İki esaret arasında; yeni bir dünyanın eşiğinde!

İki esaret arasında; yeni bir dünyanın eşiğinde!


Esrarlı bir teras: Yuşa Tepesi (14)

YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Hızır: Allahu Teala bana öyle nimetler ihsan etti, bildirdi. 
Ki istersem kıyamete kadar gelecek bütün velileri, 
kutubları, isim ve nesebleriyle bildirebilirim. 
Fakat bazıları inkar ederler de, 
manevi kazançlarından kaybederler diye korkuyorum.”
İbni Arabi / Hırka Kitabı

“Yunus Emre, bu dünyada iki kişi kalur derler.
Meğer Hızır, İlyas ola abı hayat içmiş gibi.”
Yunus Emre

Önce size uzun bir alıntı okutmak istiyorum: 

“İlk önce, kişinin kendi kaderine yönelik soğuk ve duygudan arındırılmış bir merak imdada yetişir. Bunun hemen sonrasında, yaşama şansının son derece az olmasına karşın, kişinin yaşamından arta kalanları korumasına yönelik stratejiler gelir. Sevilen insanlara ilişkin sıkı sıkıya korunan imgeler, din, keskin bir mizah duygusu, hatta doğanın şifa kaynağı güzelliklerine (bir ağaca, günbatımına) kaçamak bakışlar atmak yoluyla, açlığa, korkuya ve haksızlık karşısındaki derin öfkeye katlanmak mümkün olabilmektedir.” (İnsanın Anlam Arayışı, s9)

Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said diye tanımladığı dönemini bitirirken böyle bir anlam arayışı içine girmişti. Bu durum her manada bir arayıştı. 

Yazma tarzından ele aldığı meselelere, hayatla kurduğu ilişkiden beslenme şekline kadar… 

Bir yenilenme eşiğindeydi, yenilenecekti ki benim “Bediüzzaman Evreni” dediğim uzayı kurabilecekti. 

Çok mu ağır girdik meseleye?

O zaman biraz daha kolaylaştıralım. 

  1. Söz’ün finali çok içlidir mesela: 

“Firkatli ve gurbetli bir esarette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır!

Seherlerde eser bad-ı tecelli,

uyan ey gözlerim vakt-i seherde 

İnayet-hah zidergâh-ı İlahî, 

seherdir ehli zenbin tevbegâhı. 

Uyan, ey kalbim vakt-ı fecirde, 

Bekün tevbe, becû güfran zidergâhet İlahî”

Sadeleştirilmiş halini yazayım da yormayayım sizi: 

“Ayrılık ve gurbet içinde bir esarette, şafak vakti ağlayan bir kalbin ağlayan feryadıdır: 

Seherlerde eser tecelli rüzgarı

Uyan ey gözlerim seher vaktinde 

Dergah-ı ilahiden inayet isteyen; 

Seherdir günahkarların tevbegahı 

Uyan ey kalbim şafak vaktinde 

Tevbe et, bağışlanma dile dergah-ı ilahiden.”

Hazret-i Bediüzzaman Rusya esaretinden döndükten tabiri caizse bir dönem tam arafta kalıyor. Bir yandan dünya çağırıyor. Zira artık namı tamamen duyulmuş önemli bir din adamıdır. Bu sebeple esarette yaşadığı kendi içine dönme ve -tabiri caizse- dünyaya gelme sebebi konusunda ciddi tereddütleri vardır. 

Bunu yine o zaman yazdığı (1921) Lemaat’ten rahatlıkla anlıyoruz: 

“Bir zatı gördüm ki yeis ile mübtelâ, bedbinlikle hasta idi. 

Dedi: Ulema azaldı, kemiyet keyfiyeti, korkarız dinimiz sönecek de bir zaman. 

Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de zeminin yüzüne çakılmış mismarlar hükmünde her an, olan İslâmî şeair, dinî minarat, İlahî maabid, şer’î maalim itfa olmazsa, İslamiyet parlayacak an-bean. 

Madem içtimaî hayat İslâm’da başlamıştır, her birinin imanı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid vicdan. 

Belki cemaatın kalbinde gayr-ı mahdut esbaba dahi eder istinad. Hatta cay-i dikkattir, bir mezheb-i zaifi mürûr ettikçe zaman, İptali müşkil olur… nerede kaldı ki; İslâm, vahy ile fıtrat gibi iki metin esasa hem istinad etmiştir, hem bu kadar a’sarda nâfizane hükümran. Râsih esaslariyle, bâhir eserleriyle kürenin yarısıyla iltiham peyda etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş, nasıl küsüfa gider, küsuftan çıkmış elan.” (Lemaat, s28)

Merhum Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat isimli eserinde Bediüzzaman’ın bu dönemini şöyle betimliyor: 

“ŞEMME ve ŞU’LE risalelerinde olduğu gibi; bilâhare yazdığı SÖZLER, LEM’ALAR, MEKTUBAT ve ŞUALAR’da da, o dönem hayatında ayrı ayrı şekilde tezahür eden hâlâtından, ma’nevî, ilmî ve ruhanî pek büyük inkılaplardan önemle bahsetmektedir. 

Hususiyle, Onsekizinci Söz’ün ahirinde, Yirmiüçüncü Söz’ün Birinci Makamı’nın İkinci Noktası’nda, yine Yirmiüçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın İkinci ve Üçüncü Noktaları’nda ve Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı’nın ahirinde ve Mektubat’tan Yirmi Altıncı Mektubu’n birinci Mebhası’nda, Yirmi Sekizinci Mektub’un Üçüncü Meselesi’nin Üçüncü Noktası’nda, hususan Yirmi Altıncı Lem’anın Beşinci Ricası Yedinci Rica, Sekizinci Rica, Onuncu Rica, Onbirinci ve Onüçüncü Ricalarında.. ve hâkeza Arabî Mesnevi’de ve Lemaat’ta ayrı ayrı şekil ve suretlerde hayatının bu faslından ehemmietle bahsetmiş, beyan etmiş, tezkir ve tezekkür etmiştir. 

Bu itibarla, Bediüzzamanın bu hayat faslı çok büyük, çok azametli, -idrak ve ihatamızın dışında- küllî hakikatlerin inkişaf ve zuhur devresidir diyebiliriz. Aynı zamanda bu devre, Eski Said’le, Yeni Said’in hal ve icraatının biri birinden ayrıldığı bir devredir.” (MTH, s435)

İşte şu fakirin de günlerden beri söylemeye çalıştığı tam da budur. 

Bediüzzaman Eski Said’in sınırında, Yeni Said’in kavşağındadır. Yeni bir çağın eşiğindedir. 

Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan talebesi ve büyük kardeşi Molla Abdullah’ın oğlu Abdurrahman’ın  “1334 (1918) senesinde esaretten geldikten sonra, amcam rızası olmadan, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Darü’l-Hikmet’e devama başladı.” Şeklinde ifade ettiği Darü’l-Hikmet’teki resmî vazifesi 1338’de (1922) Darü’l-Hikmet’in kapanmasıyla sona erecekti. 

Ağlayan bir kalbin feryadı!

Asar-ı Bediiye’deki şu cümleleri okuyunca artık emin olabiliriz: 

“Gariptir ki, bir iki senedir uyanık iken zihnimde bir karanlık oluyor: Bazen nisyan-ı mutlak basar. Alem-i menama girdikçe bir vuzuh geliyor, daha iyi görüyorum…” (Asar-ı Bediiye, s78)

Alem-i Menam’a birazdan bakacağız. Ancak araya bir ayrıntı koyma ihtiyacı duyuyorum. 

Kastamonu Lahikası’nda Bediüzzaman’ın talebelerinden Binbaşı Muhyiddin’in mektubundan: 

“Çok muhterem Üstadımız Efendimiz, Bin üç yüz yirmi bir tarihinde, Mu’cizat-ı Ahmediyeyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve Keramet-i Gavsiye risalelerini âlem-i menamda görmüştüm. Bunun hikmetini şimdiye kadar anlayamamıştım. Gördüğüm rüya aynen şöyle idi:

Tarih-i mezkûrda, Ceziretü’l-Arabın Necid kıt’asının Bilâd-ı Kasîm’de, bir gece rüyamda, üç güneşin tulû etmiş olduğunu gördüm. Yanımda tanıyamadığım bir zâta sordum: “Bu üç güneş nasıl olur?” dedim.

Yanımdaki zât: “Bu güneşin birisi Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın güneşi, diğeri Gavs-ı Geylânî’nin; üçüncüsü de diğer bir güneştir.” Üçüncü güneşin Risale-i Nur olduğunu şimdi bildim.”

Bakın emin değilim, o yüzden yanılıyorsam Rabbim de bahsi geçen mübarek zevat da beni affetsin. Ama kanaatimce Binbaşı Muhyiddin mektubunda üçüncü güneş olarak risaleleri değil Bediüzzaman’ı gördüğünü yazmıştır ama Nursi bunun böyle kitaplara girmesine izin vermemiştir!

Bu benim fikrim elbette. 

Alem-i Menam neyin nesidir?

Çok klasik ve görünür katmanına bakacak olursak Menam rüya anlamına geliyor. Ehadis, mübeşşirat kelimeleriyle de ifade edildiği vardır. 

Tasavvufta alem-i menam bir derinleşme ya da simetrisine bakacak olursak mertebe katetme düzlemidir. Ve menam derinleştikçe “Adgasü ahlam” olur. Yani karmaşıklaşır. Yusuf 44’e bakalım: “Kalu adgasu ahlam, ve ma nahnu bi te’vilil ahlami bi alimin.” Hz. Yusuf’un rüyası ile ilgili diyorlar ki, “bunlar bizi aşan karmakarışık rüyalardır!”

Aslında bu alemler sayamayacağımız kadar fazladır. Alem-i Berzah, mülk ve melekut, misal, gayb şahadet, asgar, ceberut, ervah, esbab, fani ilaahir… (Hepsinin başına Alem koyacağız)

Bediüzzaman’ın ilk dönem eserlerini Asar-ı Bediiye ismiyle kitaplaştıran A. Badıllı diyor ki, “Bu ifade ve beyanlardan anlaşılan odur ki: Bediüzzaman Hazretleri bu tarihte artık akliyle, ilmiyle düşünüp de eser yazmıyor. Belki kalbine ışıklanan nurlarla, ilhamlarla eser yazmaya başlamış bulunuyordu.” (MTH, s436)

Bediüzzaman’ın ruh halini çözümleyebilmek için bu dönemde (1918-1926) yaklaşık 20 eserini incelediğimizde tablo daha netleşiyor. 

Bir başka delilim ise bir resmi belgedir. 

“Bediüzzaman Hazretleri Darül-Hikmet’e tayin edilişinden yedi ay 21 g’ün sonra, yani Rumi 19 Nisan 1335, Miladî 1 Mayıs 1919’da Meşihat’tan altı ay me’zuniyet talebinde bulunan bir dilekçe vermiş, mezkûr dilekçeye doktorların verdikleri raporu da rabten sunmuş, aynı günde Darül-Hikmet’in hazır dört a’zasının imzalarıyla; Bediûzzaman’ın o ma’zereti kabul edilerek altı ay me’zun sayılmıştır.” (MTH, s462)

Bediüzzaman raporun içeriğine dair bilgi verirken, “Savaşın ruhunda açtığı yaralar” demektedir. Ve anlıyoruz ki, büyük bir ruhi sarsıntı ve depresyon geçirmektedir. 

Mustafa sungur’un şu hatırası da ayrıntıları itibarıyla ilginçtir: 

“Bir gün üstadımız merhum Abdurrahman’ın gençlik durumundan bahis açılınca buyurmuşlardı ki: “Ben darül-Hikmet’te iken, Çamlıca daki Köşkümüze gelip gitmek için vapurla Üsküdar’a gelir, oradan da yaya olarak Çamlıca’ya giderdim. Fakat Abdurrahman ise, meğer hep hususi faytonlarla gelip gidiyormuş. Buna muttali’ olunca kendisini harçlık vekilliğinden azlettim!”

İstanbul’da mecbur kalmadıkça vasıta kullanmayan Bediüzzaman’ın bu tercihi, yürümenin tefekkür olan katkısıyla ilgiliydi. 

Rebecca Solnit alabildiğince enteresan olan Kaybolma Kılavuzu isimli kitabında (Hele bir de “Yol Aşkı /Yürümenin Tarihi” var ki ona ayrıca değineceğim.)  Hz. İlyas’tan bahseder ve der ki, “Dindar Yahudiler Hamursuz Bayramı’nda Hz. İlyas içeri girebilsin diye kapıları açık bırakırlar!”

İlk başta çok mantıklı gelmiyor değil mi?

Binlerce yıl önce yaşamış olan bir peygamberin evini ziyaret edeceğine inanıyorsun ama bunun için kapıyı kullanacağını düşünüyorsun. Hani kapı kapalı olursa o kadar yoldan gelmiş olan merhum bir peygamber geri mi dönecek?

Solnit, bu basit soruya güzel bir cevap veriyor ve diyor ki, “Önemli olan İlyas’ın gelmesi değildir. Önemli olan kapının açık bırakılmasıdır!”

Kanaat-i acizanemce Bediüzzaman esaret dönüşü hep o açık kapıyı aradı ve hatta araladı belki. 

Solnit’in kitabından bi parça daha aktarayım: 

“İstediğimiz şeyler, esasen dönüştürücü niteliği öne çıkan ayrıntılarla yüklüydü ama biz dönüşümün öte yanında ne bulunduğunu bilmediğimiz halde bildiğimizi sanıyorduk. Sevgi, bilgelik, zarafet, ilham… Benliğin sınırlarını bilinmeyene doğru genişleten, bizi başka biri haline getirme ihtimali son derece güçlü olan bu unsurları aramaya nereden başlayacaktık ki? Şüphesiz her türden sanatçı için asıl mesele, bilinmeyeni, henüz tam manasıyla ortaya çıkmamış bir düşünceyi, biçimi veya öyküyü bulmak. Kapıları açmak, peygamberleri, bilinmeyeni ya da tanıdık olmayanı davet etmek sanatçıların temel uğraşı. Onların bütün çalışmalarının kaynağında, böyle bir beklenti yatıyor. Beklenenin o kapıdan girmesi, uzun ve disiplinli bir çalışma sürecinin başlayacağının sinyallerini veriyor. Zira sanatçı, doğası gereği kapıdan geçeni kendisinin kılmak için çabalar. J. Robert Oppenheimer’ın bir zamanlar belirttiği gibi, “gizemin kıyısında, bilinmeyenin sınırında yaşayan” biliminsanları için de durum farklı değil aslında. Onlar, bilinmeyeni bilinene dönüştürürken, oltalarına bir balıkçı gibi ısrarla asılıyorlar her seferinde. Sanatçılar ise kapılarını çalanı, ellerinden tutup o karanlık denizin kıyısına çıkarıyorlar.”

Bence çok etkileyici olduğu kadar meramımızla da doğrudan ilgili. 

İşte Yuşa Tepesi böyle bir arayışın basamaklarından biriydi Bediüzzaman için. O da tıpkı ilerde Hz. Hızır’a ileteceği gibi oturduğu yerden dua gönderebilirdi istediğinin ruhuna. Mesele kabir ziyareti değil, bir açı, bir zaviye yakalamak, aralık bir kapı bulmaktı. 

Emin değilim, belki de bu aralık kapı olma ihtimali vardı Yuşa Tepesi’nin. 

Ayvansaraylı Hüseyin Efendi’nin Hadikatü’l Cevami isimli ansiklopedik kitabında Yuşa Tepesi şöyle anlatılıyor: 

“Hazreti Yuşa’nın kabr-i saadetleri, bir rivayette Kudüsü şerife karip Nablus şehri kariyelerinden birinde, diğer rivayette de Halep kurbundaki bir kasabadadır. Boğaziçi sırtlarında medfun olan zat evliyaullahtan veya Havvariyyun’dan yahut mazannei kiramdan bir zatı sütude sıfattır. Yakınında hâlâ (Macar kalesi)’nin bulunduğu mahal (Maı Cari bahçesi) ismiyle maruf iken muahharen galat olarak Macar bahçesi denmekle meşhur olmuştur. İş bu bahçede “Abı hayat” namile âlâ bir su vardır.”

Merhum Hüseyin Efendi kibarca diyor ki, “Burada peygamber filan mezarı yoktur. Hz. Yuşa’nın kabri buralardan çok uzakta olmakla beraber, burası asırlardır kutsal sayılıyor, çünkü burada Ab-ı Hayat denilen bir su kaynağı vardır!”

Ve elbette Ab-ı Hayat denilince aklımıza gelen ilk isim Hz. Hızır olacaktır. 

İsteseniz “Ab-ı Hayatı” merkeze alarak şöyle bir özet geçebiliriz: 

İslâm-Türk kaynaklarında ve edebî mahsullerinde aynü’l-hayât, nehrü’l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bengi su, dirilik suyu, bazan da Hızır ve İskender’e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan bu efsanevî su, aslında bütün dünya mitolojilerinde mevcut bir kavramdır. 

İnsanın yeryüzünde görünmesinden itibaren hemen her toplumda hayatın kısalığı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mahsuller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri mücadeleleri anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi gerçekten şaheser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen fark edilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağlayan suyun (doğru yazımıyla: âb-ı hayât) varlığına olan inancın doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı önemin rolü çok büyüktür. Onun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kendini göstermiş ve ölümsüzlük kazandıran ab-ı hayat efsanesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.

Mesele şu ki, müsteşriklerin algıladığı gibi mesele sadece efsane, söylence, destan ya da edebiyat boyutuyla renkli ve önemli değildir. Ab-ı Hayat bir metafordur aynı zamanda. Onu bulan, çok şeyi bulmuş olur. 

Merhum Necip Fazıl, Safi Mevlana Ali Bin Hüseyin’in Reşahat’ın okuduğunda çok etkilenmişti. Hele ki Safiyüddin hazretlerinin şu cümleleri: 

“Biçare Safî, sen tek ayağı yanmış bir köpeksin ki, üç ayağınla (Baston kullanmayı kast ediyor) o şanlı kervanın ardında koşmaktasın.”

Ve oturup Meşhur Sonsuzluk kervanı şiirini yazdı: 

“Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben,

Üç ayakla seken topal köpeğim! ‘

Bastığınız yeri taş taş öpeyim.

Bir kırıntı yeter kereminizden!”

Şeyh Safiyüddin Hazretleri Reşahat’ta çok enteresan bir noktaya değinir: 

“Hakikat ehlinin mezhebince Bütün sayılar «bir» in içindedir. Zira sayılar ne kadar çoğalsa hakikatleri yine birdir. İşte Ledün ilminin ilk merhalesi olan «Vukuf-u adedî» böyle bir anlayışa ermektir. Ledün ilmi öyle bir bilgidir ki, yakınlık ehline ancak Allah’ın talimiyle malum olur; akla bağlı deliller ve müşahedelerle değil. Nitekim Kur’an Hızır’ı Ledün ilmine malik olmakla över. Yakîn ilmiyle Ledün ilmi arasında fark şudur ki, yakîn ilmi, ilâhî zat ve sıfat nurunu idrakten ibaretken, Ledün ilmi, Allah’tan ilham yolu ile manaları kavramak işidir.” (s17)

Haddimi aşmak istemem ve fakat belki de Bediüzzaman bile aradığının farkında olmadan, sadece düşünmek, hayal kurmak ve zuhurat beklemek için yapıyordu bu gezilerini ve gözlemlerini. 

Bir kapının eşiğinde olduğunu hissediyor ve bir işaret bekliyordu belki!

Ancak dünya son bir-iki hamle daha yapacaktı ve onu yine kendine çağıracaktı. 

Bir sonraki yazıda Ankara seyahatini ve bildiğimiz dünya ile ipleri tamamen koparmasını ele alacağız. 

Mecburi bir maruzat: 

Sevgili dostlar, aslında böyle bir çalışma hem benim haddimi hem sabrımı, kapasitemi, sınırlarımı çok aşan bir çalışmaya dönüştü. Başlarda birkaç densizin haset damarıyla yaptığı boşboğazlık canımı sıksa da nihayetinde hayır işlerin muzır manileri perspektifiyle bakıp önemsemedim. Ancak sanırım bugün 42. Bölümünü yazdığımız bu seriye gelen bazı tepkilere bakınca bu ülkede niye ciddi çalışma yapılmadığını anlamış oldum. Kim, niye yapsın ki? Kim bu kadar boş, beleş, işsiz güçsüz, sadece laf yetişmeyi marifet sanan bir tayfa ile uğraşmak durumunda kalsın ki? 

Yazı serimize gelen yorumların hepsini dikkatle okuyorum. Özellikle sosyal medyaya, mailime, hatta telefonuma (sayıca az da olsa) akıl almaz mesajları okumaktan artık ikrah ettim. 

Bakınız size sadece basit bir örnek göstereceğim. Eski adıyla Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, yeni ismiyle Devlet Arşivleri’nde kaybolduğum anlardan biri. Sadece bir tek kelimeyi teyit etmek için tam 29 bin 184 belgeye bakmak zorundayım. Şanslıysam bir iki saate aradığımı bulurum. Yoksa o kısmı yazmaktan vazgeçiyorum. Hayatı başkasının yaptıklarına laf sokmaktan ibaret malayani arkadaşlardan istirhamım, benden biraz uzak dursunlar. Yoksa vazgeçmeye yaklaştım hani. Biraz insaf edin, merhamet edin, lütfen. 

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version