Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Uğur Gürses: Bu kriz zaman alacak ve taşraya doğru dalga dalga yayılacak

Uğur Gürses: Bu kriz zaman alacak ve taşraya doğru dalga dalga yayılacak


Ekonomi yazarı Uğur Gürses’e göre, ne Körfez ülkelerinden ‘gelecek’ para ne de Avrupa ve ABD’yle ilişkileri yumuşatıyormuş gibi yapmak Türkiye’yi krizden çıkarır. Gürses, krizin taşraya doğru dalga dalga yayılacağını söylüyor.


Ekonomik krizin ağır etkileri nefes aldırmıyor. Çalışanlar büyük bedeller ve mücadelelerle ücret artışı elde ettiklerinde bile bu artışlar daha markete ulaşmadan eriyip gidiyor. Zamlarla, vergilerle insanların varlıklarına, ücretlerine el konuluyor. Buna da ‘hayat pahalılığı’ deniyor. Oysa pahalı olan hayat değil, otoriter iktidarın yarattığı bedeller.

Ekonomistlere göre krizin faturasının yoksullara çıkarıldığı, ‘çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi’ sistemine direnildiği ortamda da değirmen dönmüyor, dönecek gibi de görünmüyor.

Peki bundan sonra bizi ne bekliyor? Ekonomi yazarı Uğur Gürses’e kulak veriyoruz…

Eylül 2018’de sizinle yaptığımız söyleşide “Daha krizin başındayız” demiştiniz. O sırada 1 dolar 6,1 TL değerindeydi…

Evet, şu an (17 Temmuz 2023) 26 TL’de.

‘ARTIK KRİZİN KRONİKLEŞTİĞİ DÖNEMDEYİZ’

Doğrusu o zaman krizin ağır ağır ilerleyip derinleşeceğini söylediğinizde, ‘Daha ne kadar derinleşebilir ki?’ diye düşünmüştük. 2018’de krizin başındaysak, şu an neresindeyiz?

Artık krizin kronikleştiği dönemdeyiz. Eğer krizin başlangıç dönemi olarak 2018’i kabul edersek, 2019’da enflasyonun daha da derinleştiğini, ardından pandeminin patladığını, daha sonra Rusya-Ukrayna savaşının başladığını, dolayısıyla arada epey çalkantılı bir dönem yaşadığımızı hatırlamamız gerekiyor. Yakın zamanda, Şubat 2023’te korkunç bir deprem de yaşadık elbette. Bununla birlikte ilk başlarda krizin yıkıcı etkileri bir şekilde örtüldü veya örtülmeye çalışıldı. Son seçim öncesinde yanlış ekonomi politikalarının halka yansımasının olmadığını göstermek için kur baskılandı, zamlar ötelendi. Şimdiyse şu ana kadar halının altına süpürülmüş olanlar taşmaya başladı. İktidar seçimleri tekrar kazanmış olsa da, biz artık aynı derede yıkanmıyoruz.

ERDOĞAN ‘BİZ BU SEÇİMİ NİYE KAZANDIK’ DİYE DÜŞÜNÜYORDUR

Ne demek bu?

Artık krizin yıkıcı etkilerinin altına süpürüleceği bir halı kalmadı. Erdoğan seçimi kazanmış olsa bile, yarattığı enkazın başında oturup ‘biz bu seçimi niye kazandık’ diye düşünüyordur. Çünkü hiçbir iktidar böylesi bir enkazın başında oturmak istemez. Kemal Kılıçdaroğlu seçimi kazanmış olsaydı, aynı enkazın başında o oturuyor olacak ve kazanmış olmanın mutluluğunu yaşayamayacaktı.

14-28 Mayıs seçimlerini muhalefetin kazanması halinde Türkiye’ye sıcak para girişi olacağı, yatırımların artacağı, dolayısıyla kriz ivmesinin en azından şimdiki gibi dramatik bir biçimde seyretmeyeceği söyleniyordu. Sizce vergi artışları, zamlar seçimi muhalefetin kazanması halinde bu şekilde olmayabilir miydi?

Ekonomik ve siyasi atmosfer değiştiğinde krizlerin halka etkisi görece daha yumuşak olur. Eğer iktidar değişmiş olsaydı ortaya çıkacak güven ortamı halkın kendi parasına, ekonomiye bakışını da olumlu şekilde etkileyecekti. Bu da sancıları görece daha hafifleştirecekti.

Uğur Gürses: Artık krizin yıkıcı etkilerinin altına süpürüleceği bir halı kalmadı.

ÇİLLER DÖNEMİNDE KRİZİN FATURASI ŞİRKETLERE, ŞİMDİYSE HALKA KESİLDİ

Nasıl?

Bir kere yastık altında tutulan döviz ve altın güven ortamında sisteme girecekti, bu da enflasyonun dizginlenmesinde kolaylaştırıcı bir unsur olacaktı. Keza kamunun gelirleri artacak, bütçe gelirlerini artırma gereğinin topluma yansıması daha az olacaktı. Bütçe açığını kapatmak için tasarruflar yapılacaktı. 1994 yılında Tansu Çiller ülkeyi krize soktuğunda ‘net aktif vergisi’ çıkarıldı ve şirketlerden, bilançolarındaki aktiflerine göre vergi alındı. Bu, faturanın bir anlamda şirketlere kesilmesiydi. Şimdiki iktidarsa yoğun bir ÖTV-KDV artırımıyla faturayı halka kesti.

POLİTİK TABLOYU ERDOĞAN LEHİNE DEĞİŞTİREN UNSURLARDAN BİRİ 2019 YEREL SEÇİMLERİ SONRASINDAKİ KREDİ GENİŞLEMESİ

2018’deki söyleşide size “Milliyetçi söylem ekonomi söz konusu olduğunda işe yaramadı mı?” diye sorduğumuzda, “İşe yaramıyor, çünkü ‘homo economicus!’ İş dünyasında, şirketler kesiminde de bu böyle, hane halkı davranışında da. Herkes kendi çıkarına, teknesine bakıyor” demiştiniz. Şu anda ödediğimiz faturanın geleceği aşağı yukarı belli olmasına rağmen AKP’nin tekrar iktidara gelebilmesinin izahı nedir size göre?

Doğru, ekonomideki vaziyetin seçmen davranışını değiştirebileceğini düşünenlerden biriydim. O söyleşiyi 2019 yerel seçimlerinden önce yapmıştık ve o seçimlerde de yansımalarını görmüştük. Ama Erdoğan’ın politikayı dizayn etme açısından başarılı olduğunu, deneyimlerinden dersler çıkardığını görüyoruz. Nitekim 2019’daki seçim sonuçlarını gördükten sonra devasa bir kredi genişlemesine gidildi. Mesela şirketlerin yoğun bir şekilde batacağını düşünüyordum; tamam, batan şirketler de oldu tabii, ama 2020, 2021 ve 2022 yıllarında piyasanın krediye boğulması sonucu en batık şirketler bile kredi alabildi. Bu da politik tabloyu Erdoğan lehine değiştiren unsurlardan biriydi.

‘EKONOMİK GİDİŞAT SEÇMEN TERCİHLERİNİ BELİRLER’ TEZİ YALANLANMIŞ DEĞİL

Peki piyasanın krediye boğulmasının bize maliyeti ne oldu?

Oraya geleceğim… Krizin ekonomik etkilerinin metropollerle taşrada aynı olmadığını unutmayalım. Taşrada barınma, konut bulma sorunu çok daha az. Oysa metropollerde devasa oranda artan kiralar yüzünden şu an bir barınma krizi yaşanıyor. 14-28 Mayıs seçim sonucunun taşra ve metropollerde krizden etkilenme oranına göre şekillendiğini gördüğümüz için, ‘ekonomik gidişat seçmen tercihlerini belirler’ tezini yalanlanmış değil. Sonuçta Erdoğan çeşitli hamlelerle krizin taşradaki etkisini minimize etmeyi başararak kazanmış oldu. İktidarın kontrolündeki Merkez Bankası olağanüstü derecede genişlemeci bir politika izledi; faizleri enflasyonun çok altında tuttu. Sonuçta ‘Piyasanın krediye boğulmasının bize maliyeti ne oldu?’ sorunuzun yanıtı, yoksul ve orta sınıfların yaşamında cevap buldu, buluyor.

CHP MİLLİYETÇİLİK KONUSUNDA ERDOĞAN’IN KOYDUĞU KURALLARIN DIŞINA ÇIKAMADI

Ama iktidarın seçimi kazanmasındaki en büyük etkenin milliyetçi hameset olduğu söyleniyor…

Elbette, bu da çok belirleyici bir etkendi. Ama düşman algısı üzerinden milliyetçiliğin pompalanması iktidarın kazanmasının gözardı edilemeyecek etkenlerinden biriyse, bir diğer belirleyici etken de muhalefetin, iktidarın koyduğu kurallara göre oynamasıydı. CHP milliyetçilik konusunda Erdoğan’ın koyduğu kuralların dışına çıkamadı. Elbette iktidarın devasa bir propaganda makinasını elinde tuttuğunu, adil olmayan seçim koşullarını, manipülasyonları, YSK’nın hep iktidarı gözeten davranışlarını da unutmamak gerekiyor.

Gürses: 60 milyar dolarlık cari açığın 30 milyar doları altın ithalatından kaynaklı. Bu, vatandaşın güvensizlik ortamında altın alıp kasaya-yastık altına koyduğunu gösteriyor.

Fakat sonuçta ‘boş tencerenin’ tüm bunları aşan bir etkiye sahip olduğunu söylemek doğru değilmiş…

Ekonomik faktörler yoksulları, orta sınıfları aşağı çekerken Erdoğan’ın çabası, en yoksullara, daha doğrusu asgari ücretlilere yaptığı artışla takviye yapmaktı. Bu da seçmenin önemli bir kısmını oluşturan bu kesimde oy kaybı yaşamamasını sağladı. Ama buna rağmen AKP’nin parlamento seçimlerinde kayda değer bir oy kaybı olduğunu da unutmayalım. Zaten Erdoğan da buna çalışmaları gerektiğinin farkında olarak partisini uyardı. Fakat mevcut ekonomik faktörler devam edecek. Körfez ülkelerinden para alarak, zamlarla, vergilerle bu ekonomik girdaptan çıkılması mümkün görünmüyor.

SİYASİ KRİZ ÇÖZÜLMEDEN EKONOMİK KRİZ ÇÖZÜLMEYECEK

Neden?

Çünkü ekonomik krizin ana müsebbibi siyasi krizdir. Mevcut iktidar seçimleri kazanmış olabilir ama siyasi kriz çözülmeden ekonomik kriz çözülmeyecek. Toplumdaki kutuplaşmayı sürekli canlı tutan bu iktidar durduğu sürece ekonomi normalleşmeyecek.

Seçim sonrası kabinede yer alan isimleri, iktidarın seçim sonrası iç ve dış ilişkilerdeki bazı hamleleri normalleşme yönünde adımlar olarak okuyanlar var. Ayrıca İsveç’in NATO üyeliğini destekleme karşılığında öne sürülen şartların Batı tarafından kabul edildiği iddia ediliyor. Erdoğan bugün (17 Temmuz) Körfez ülkelerine seyahatinden önce Beşar Esad’la görüşmeye açık olduklarını söyledi. Keza Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, Körfez ülkeleriyle yapılacak anlaşmalarla ülkeye ciddi miktarda yatırım geleceğini iddia etti. Tüm bunlara baktığınızda iktidarın içeride ve dışarıda çatışmacı bir politikadan sapıp “normalleşme” yönünde adımlar atma zorunluluğu hissettiğini düşünüyor musunuz?

Erdoğan tehdit olarak görmese bile gerek partide, gerek kabinede, gerekse parlamentoda hiçbir siyasi kimliğin güçlü bir figür haline gelmesine izin vermiyor. Dolayısıyla kabinedeki değişikliklere o gözle bakmak, İçişleri ve Savunma bakanlarındaki değişikliği bu bağlamda okumak gerekiyor. Yani kabinedeki değişim normalleşme hamlesi değil, Erdoğan’ın güç kontrolü taktikleriyle ilgili. Normalleşme hamlesi İçişleri Bakanı’nı değiştirmekle değil, Cumartesi Anneleri’ni derdest etmekten vazgeçmekle başlar. İçişleri Bakanı anayasadan ayrılmayacağına, temel hak ve hürriyetleri koruyacağına dair yemin ediyor ama önceki bakan gibi o da Cumartesi Anneleri başta olmak üzere haklarını arayan insanları derdest ediyor, en temel anayasal hükümlerden olan gösteri ve yürüyüş hakkını kısıtlıyor. İnsanlar Pride gününde Onur Yürüyüşü yapamıyor, yapanlar da polis tarafından dövülüp gözaltına alınıyor.

SİYASİ GÜVENİN OLMADIĞI BİR ORTAMDA PARAYI YASTIK ALTINDA TUTMAK RASYONEL BİR DAVRANIŞ

Abdurrahman Gök, Sedat Yılmaz gibi Kürt gazeteciler, iktidarın hoşuna gitmeyen şeyler söyledi diye Merdan Yanardağ gibi insanlar tutuklanıyor…

Tabii, bu açıdan bakıldığında seçim öncesindeki baskıcı atmosferde herhangi bir değişim söz konusu değil. Keza Anayasa Mahkemesi’nin, AİHM’in kararlarının uygulanması konusunda da herhangi bir adım atılmıyor. Oysa ben ‘yumuşamadan’, ‘normalleşmeden’ bunları anlarım. Zaten insanların TL’den kaçıp döviz veya altın tutmaya başlamalarının nedenlerinden biri de siyasi iradeye güvensizliğin yanısıra mahkemelere, hukuka güvenmemeleri. Başlarına ne geleceğini bilmedikleri için insanlar TL’den kaçıp aldıkları dövizi, altını da bankalarda bile değil, yastık altında tutuyorlar.

Sizce bu rasyonel bir davranış mı?

Siyasi güvenin olmadığı bir ortamda parayı yastık altında tutmak rasyonel bir davranış olabilir. Elbette Türkiye’deki siyasi ortamın etkilerine bakmadan değerlendirdiğinizde, bunu rasyonel bir davranış olarak göremezseniz. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde hane halkının kendi paralarından kaçıp başka bir ülkenin parasını tuttuğuna dair bir örnek yok. Fakat Türkiye’de uzun süredir olan ve özellikle son seçimlerden önce çok yaygınlaşan bu davranış sonucu Merkez Bankası’nın kasasındaki yabancı para miktarı azaldı. Bununla birlikte, bakın, Mehmet Şimşek’in bakanlığı açıklanınca bankacılık sistemine 3 milyar dolara yakın bir döviz girdi. Bu, siyasetçiye güvenin insanların ekonomik davranışlarına dair çok basit ama çarpıcı bir olaydır.

SON BİR YILDA 60 MİLYAR DOLARA YAKIN CARİ AÇIĞIN YARISI ALTIN İTHALATINDAN

Nasıl yani?

Çünkü “Mehmet Şimşek, Nebati’den farklı olarak irrasyonel bir davranışta bulunmaz” diye düşünen insanlar, daha önce çekip yastık altına koydukları paralarını tekrar bankacılık sistemine soktular. Büyük bir siyasi değişim yaşandığında, siyasi normalleşme sağlandığında, hukukun üstünlüğü tesis edildiğinde, bunun ekonomide nasıl bir olumlu etki yaratacağını bu küçük örneğe bakarak da anlamak mümkün.

İnsanların TL’ye güvensizliğinin genel maliyeti ne peki?

Son bir sene içinde 60 milyar dolara yakın cari açık verdik ve bunun 30 milyar dolara yakını altın ithalatında verilmiş. Türkiye’de kuyumculuk sektörü büyük bir hacim oluştursa, ihracat yapılıyorsa anlarız. Oysa bu vatandaşın güvensizlik ortamında altın alıp kasaya-yastık altına koyduğunu gösteriyor. Yoksa bu kadar büyük cari açık veren bir ülkenin bu kadar büyük bir altın ithalatı yapması sürdürülebilir, rasyonel bir şey olabilir mi!

DIŞARIDAN PARA ARAMAYA ÇIKTIĞINIZDA, VATANDAŞINIZIN TL’YE YATIRIM YAPIP YAPMADIĞINA BAKARLAR

Önce Mehmet Şimşek, şimdi de Erdoğan Körfez ülkeleri turuna çıktı. Buradan bahsedildiği gibi 50 milyar doları bulan bir kaynak akışı bekliyor musunuz? Körfezden gelecek sermaye, ekonomiye nefes aldırır mı?

Dışarıdan para aramaya çıktığınızda, özellikle kısa vadeli yatırımlar için söylüyorum, sizin vatandaşınızın kendi parasını tutup tutmadığına, tasarruf amacıyla TL’ye yatırım yapıp yapmadığına bakarlar. Şu anda enflasyon yüzde 38-40 civarında olsa da yüzde 60’a doğru koşuyor. Ama Merkez Bankası’nın faizi bugün itibariyle yüzde 17.5’de, bankaların uyguladığı mevduat faizi ise yüzde 30’larda. Paranızı TL olarak tuttuğunuzda, bu faiz oranları sizi korumuyor. Dolayısıyla dışarıdan yatırımcı sıcak para için yüzde 15’lik, 20’lik faiz için gelmez. Hisse senedi konusunda tabii ki spekülatif yatırım yapacaklardır ama ekonomik istikrarsızlığın olduğu, kuralların bir gecede değiştirilebildiği bir ülkeye yatırımcılar yatırım yapmaz. Nitekim Türkiye’ye sıcak para gelmiyor. Gelelim Körfez’den yabancı yatırım beklentisine. Bir kere yabancı yatırım hukuk ister. Yani yabancı yatırımcı gittiği ülkedeki lokal paydaşlarla ticari ihtilafa düştüğünde, mahkemenin kanuna göre mi, yoksa birinin ağzından çıkan söze göre mi karar verdiğine bakar.

GAYRİMENKUL DIŞINDA TÜRKİYE’YE YABANCI YATIRIM GELMİYOR

Bazı iktisatçılar, “yabancı yatırımcı gideceği ülkenin insan haklarına değil, kazancına bakar” derken yanılıyor mu?

İnsan hakları açısından güven vermeyen mahkemeler, ticaret hukuku açısından da güven vermez. Eğer yargıda kurallar keyfiyse, kişiye tabiyse, bu, insan hakları açısından olduğu gibi ticaret hukuku açısından da mümkündür. İnsanların hiçbir delil olmadan teröristlikle suçlanıp hapse atılabildiği bir ortamda yabancı yatırımcı mahkemelere güvenmez ve gelmez. Nitekim gelmiyor da. Türkiye’ye son bir senede gelen 11-12 milyar dolar civarında yabancı yatırımın yarıya yakını, bireysel gelen veya şirketler tarafından yapılan gayrimenkul yatırımı. Geriye kalan 5-6 milyar dolar da zaten Türkiye’de yerleşik kişi veya şirketlerin dışarıya yatırım için götürdükleri para. Onun dışında elimizde net 1 milyar dolar ya kalıyor ya kalmıyor. Bu veriler gayrimenkul dışında Türkiye’ye yabancı yatırım gelmediğini gösteriyor. Körfez ülkelerinden 50 milyar dolarlık muğlak yatırım paketlerinin de şimdilik ‘yatırım yapma niyeti’ içerdiğini, ama somutlaşmadığını, hemen gelecekmiş gibi şişirildiğini unutmamak gerekiyor.

2018’de Katar’dan geleceği söylenen paranın sadece 10’da 1’i geldi.

KÖRFEZ’DEN PARA GELİR, EKONOMİ RAHATLAR DENİLDİĞİNDE AKLIMA KATAR’IN HİÇ GELMEYEN 15 MİLYAR DOLARI GELİYOR

Gelmez mi?

2018’de Katar, Türkiye’ye çok kısa sürede 15 milyar dolarlık doğrudan yatırım yapacağını söyledi. Merkez Bankası’nın kayıtlarına bakıldığındaysa, Ağustos 2018’den bugüne kadar Katar’dan gelen doğrudan yatırım 1.4 milyar dolar! Yani söylenenin onda biri bile olmamış. Şimdi yine Katar’dan, Suudi Arabistan’dan, Birleşik Arap Emirlikleri’nden para bekleniyor. Zannediliyor ki, mahzende para tutuluyor ve getirilip küt diye bizim hazineye konacak! Böyle bir fotoğraf söz konusu değil. Bayrak taşıyıcı Türk Telekom, Türk Hava Yolları gibi kurumların hisseleri satılırsa, o ayrı ve politik bir konu. Ayrıca kamu yararı söz konusu olduğu için bu tür satışlar, özelleştirmeler yargıya da gidebilir. Deprem için verileceği söylenen borcun, finansmanın da dilimler halinde olacağı anlaşılıyor.

Peki böylesi satışlardan elde edilecek para hemen tahsil edilebiliyor mu?

O da uzun süre alır. Açıkçası Körfez’den hemen para gelir, ekonomi rahatlar denildiğinde aklıma sadece Katar’ın hiç gelmeyen 15 milyar doları geliyor. Fakat bu iktidar insanları beklentiyle yönetmekte uzman ve bunun işe yarayacağını düşünüyor. İktidarın elinde beklentiyle yönetmenin dışında bir araç kalmadı. 2018’de hatırlarsanız dışarıdan rezervler getirildi, birtakım adımlar atıldı. Ardından örtülü bir biçimde sermaye kontrolleri getirildi, ki bunu hiç beklemiyordum. Hatta seçim öncesinde bankadan dövizini çekmek isteyenlerin sıraya konması da bunun bir parçasıydı. Sonuçta yüzdüre yüzdüre getirilen nokta, Körfez’den getirileceği söylenen kaynak dışında bir şey yok. Onun da söylendiği gibi rahatlatıcı düzeyde olmayacağı açık.

Frenleri boşalmış bu kamyon için Avrupa ve ABD’yle ilişkilerin düzeltilmesi bir kaçış rampası olabilir mi?

Zaten iktidarın sürdürülebilmesini ancak bu yolla sağlayabileceklerini düşünüyorlar. Öte yandan bu iktidarın sapabileceği yan yolları kestirmek güç. Mesela ilk başlarda işlerin 2018’in kurum ve kurallarıyla ilerleyeceğini düşünmüştüm ama Merkez Bankası’nın rezervlerinin eksi 60 milyar dolara kadar gerileyeceğini, açığa bile döviz satılacağını o zaman düşünemezdim bile.

HALKIN BU ENKAZ ALTINDA NE KADAR DAYANABİLECEĞİNİ KESTİRMEK ZOR

Merkez Bankası rezervlerinin eksi 60 milyar dolara kadar gerilemesi niye göze alındı?

Erdoğan IMF’ye gitmemek için yaptı bunları. Kamyon benzetmenize dönersek; freni patlamış kamyon duvara yaklaşıyor. Son çare olarak Körfez’den biraz para alma, Avrupa ve ABD’yle ilişkileri yumuşatıyormuş gibi yapıp onların istedikleri tavizleri vererek biraz fon sağlama, göçmen kozunu kullanarak oralardan 3-5 milyar dolar para koparma hesapları kaldı. Tüm bunlar iktidarın manevra alanlarının giderek daralmasından kaynaklanıyor tabii. Ama halkın bu enkaz altında ne kadar dayanabileceğini kestirmek zor. Metropollerdeki krizle taşradaki kriz aynı olmasa da, taşrada Asya tipi üretim tarzıyla hayatlarını idame ettiren büyük bir kitle olsa da, barınma sorunu daha az olsa da, akaryakıt fiyatlarından, vergilerden herkes etkileniyor.

Geçenlerde İstanbul’da bindiğimiz taksinin şoförü Giresun’daki köyünde evi olduğunu, taksicilikten artık geçinemediğini ama köye de gidemediğini, çünkü orada herhangi bir arazilerinin, fındıklarının olmadığını söyledi ve ekledi: “Bazı müşteriler ‘İstanbul’da geçinemezsen köyüne dönersin’ diyor. Köyde taş mı yiyeceğim.”

Tabii, böyle de bir gerçek var.

TÜRKİYE DAHA ÖNCE BÖYLE BİR KRİZ DENEYİMİ YAŞAMADI

Bir başka kriz hikâyesi de bizim Yüksekova’daki köyümüzden. Kuzular için ilkbaharda tutulan çoban, TL’nin değeri hızla düştüğü için sözleştiği fiyatı verdiği emeğe göre az bulmaya başlayıp işi bıraktı. Köylüler de yeni bir çoban bulamayıp kuzularını haraç-mezat sattı. Ot fiyatları da çok yükseldiği için köylüler kışın koyunları da besleyemeyip satmaya başlayacak gibi görünüyor. Dolayısıyla krizin etkileri taşrayı da hızla vurmaya başladı…

Ekonomik krizin metropollerden taşraya doğru etkisi görece yavaş olduğu için iktidar bir seçimi daha kotarabildi ama verdiğiniz örneklerin de gösterdiği gibi krizin dalgası yoksullar açısından yayılıyor. Aslında Türkiye daha önce böyle bir kriz deneyimi yaşamadı. 12 Eylül darbesi olduğunda enflasyon yüzde 100 civarındaydı, sonra yüzde 30-35’e kadar düşebildi ama ardından 1990’larda yüzde 50, yüzde 60 civarında kronikleşti. Uzun bir zamana yayıldığı için insanlar enflasyona alışkın hale gelmiş ve bir şekilde hayatlarını sürdürebiliyorlardı. Ama bu defa yüzde 15 civarından bir anda yüzde 100’lük bir enflasyona patladık. Bu çok kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştiği için yıkıcı sonuçlar yarattı. Ama sadece enflasyon-fiyat şoku açısından değil, TL varlık fiyatlarını etkileyen faizlerin enflasyonun altında tutulması da daha önce Türkiye’de görülmemiş bir olay. Dolayısıyla bu şok özellikle metropollerde insanları yerden yere vurdu, vuruyor. Taşra için az önce köyünüzden verdiğiniz örnekte ise; en azından köylü oturduğu evin kirasını ödemiyor, sebzeyi belki bahçesinde üretiyor. Ama koyunlara kışlık samanı ovadan getirmek için kamyon kiralamak isteyip de geçen senenin dört katı bir fiyatla karşılaşınca, köylüler de vahameti deneyimlemeye başlıyor. Yahut çoban ilkbaharda anlaştığı ücretin yaza doğru tamamen eridiğini görüp işi bıraktığında, köylü kuzuları satmak veya kesmek zorunda kaldığında kriz taşrada görünür hale geliyor.

YAŞADIĞIMIZ KRİZ SON ON YILA YAYILAN OTOKRATİK REJİMİN FATURASI

Tekrar soracağım ama; 2018’de krizin başındaysak, şu anda ortalarında veya sonlarında filan mıyız?

Bu kendi haline bırakıldığında ömrünü tamamlayıp bitecek bir kriz değil. Bu krizi çözecek veya devamını durduracak tek şey siyasal değişimdir.

Yani bu krizin bitmesi iktidarın değişmesine mi bağlı?

Tabii ama onun yerine gelecek olan da mevcut iktidarın kafasıyla hareket ederse kriz girdabından çıkamayız. O yüzden sadece iktidar değişikliği değil, siyasal değişim de gerekiyor. Şu anda yaşadığımız kriz, Türkiye’nin son on yılına yayılan otokratik rejimin faturası. Bunun etkilerini ücret politikalarına karşı mücadelenin imkânsız hale getirilmesinde de görüyoruz. Bakın, kıdem tazminatı tavanının asgari ücrete oranı 2015’te üç katken, şu anda 1,8 kata düşmüş. Oysa bu, 1980’li yıllarda 7,5 katmış! Son beş-altı yıldır orta sınıf alttan alta, yavaş yavaş eriyor ve ciddi bir çöküş yaşıyor. Krizin etkileri, yoksullaşma kara bir bulut gibi yukarıya doğru yayılıyor.

ÇOK KAZANANDAN ÇOK, AZ KAZANANDAN AZ VERGİ SİSTEMİNE İHTİYAÇ VAR

Krizin sadece ekonomik değil toplumsal sonuçlarının da olduğunu, politik motivasyonlu görünen pek çok çatışmanın, karşısındakine duyulan öfkenin, hatta hıncın, çözülen bağların arkasında ekonomik krizin de yattığını söylemek mümkün mü?

Tabii, ekonomik krizlerin her zaman toplumsal etkileri, sonuçları oluyor. Politikacılara yol gösterecek durumda değilim ama normalleşmenin yolu en temel anayasal hakların tanınmasıyla başlar. “Yeni bir anayasa yapalım” denildiğinde gülüyorum; önce mevcut anayasayı çalıştıralım da, yenisini sonra tartışalım. Öte yandan gerek Altılı Masa, gerekse sol muhalefet pek gündemine almıyor ama Türkiye’de çok ciddi bir vergi reformu gerekiyor. Sonuçta krizin faturasını halka kesmenin en kolay yolu dolaylı vergileri artırmak ve bu yapılıyor. Bugün vergi gelirlerinin yüzde 65’i dolaylı, yüzde 35’i doğrudan, yani gelir vergilerinden oluşuyor. Hızlı bir biçimde çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınacak bir reforma ihtiyaç var. Dolaylı vergilerle kamu bütçesini yürütme sisteminin devreden çıkması lazım.

Artık anaakım iktisatçılar bile mevcut vergi sistemine itiraz ederken hükümet son vergi artışlarıyla böyle bir yola girmeyeceğini gösteriyor. Halk bu vergi yükünün altından kalkabilecek mi?

Çok zor ama unutmayalım ki, vergi artışları bir sonuç. Sebepleri anlattık, sorumluluk ise politik iradede. Bu politik iradenin kullandığı en büyük araç ise Merkez Bankası ve para politikası. Bazı sol kalemler “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı demek neoliberal kurallar demektir” diyordu ama Merkez Bankası’nın siyasi iradenin emriyle faizleri indirmesi ve sonuçlarının ne olduğunu gördük. İnsanları kendi paralarından kaçacak hale getiren, bu yangını çıkaran, söz konusu para politikasıydı.

HANİ FAİZLER DÜŞÜRÜLÜNCE İSTİHDAM ARTACAKTI?

Bu para politikasının istihdamı artıracağı söyleniyordu. Sonuç ne oldu?

Hayır, istihdam artmadı. İşsizlik hızlı bir şekilde yükselmedi diye görülüyor ama pandemi öncesindeki eksik istihdamlı kişi sayısı 100-200 bin iken, şu anda 1,5 milyona yakın. Bu şu demek: Haftada bir saat çalışırsan, istihdamda sayılıyorsun! Bunlara geniş tanımlı işsizlik diye bakarsak; oranlar hâlâ çok yüksek. Ee, hani faizler düşürülünce istihdam artacaktı? Bana göre Merkez Bankası’nın bağımsızlığını neoliberal kurallar bağlamında okuyup eleştiren sol düşünürlerin de masaya yatırması gerekiyor.

İktidar sık sık Avrupa’da da enflasyonun yükseldiğini, dolayısıyla Türkiye’nin yaşadığı enflasyonun müstesna olmadığını söylüyor. Avrupa’daki enflasyon sorunuyla Türkiye’deki birbirinden farklı nedenlere mi dayanıyor?

Avrupa Birliği’nde patlayan enflasyonun kaynağı bizdeki gibi para politikasına değil, arz şokuna dayanıyor. AB bunu bir arz şoku olarak tespit edip faizleri gecikmeli artırdı. Ama Türkiye’yle benzer bir sonuç ortaya çıktı; şirket kârları emeğin payından çok daha hızlı bir şekilde arttı. Demek ki para politikanız gevşek olduğunda şirket kârlarını patlatıyorsunuz. Bunun emekçiye bir faydası yok. Türkiye’de de olan şey o. Ama Türkiye’de bu bilerek yapıldı.

SANAYİ ÜRETİMİ BİRKAÇ AY SONRA İÇİN NEREDEYSE RESESYON GÖSTERİYOR

Yani Korkut Boratav’ın söylediği gibi, Türkiye’de yoksuldan alınıp zengine veriliyor, öyle mi?

Kesinlikle, tam olarak bu yapılıyor. Fakat sıkı para politikası dediğimizde de, “yok efendim bunlar neoliberal reçetelerdir” deniyor. Peki mevcut para politikasında işsizlik düştü mü, düşmedi. Ekonomik büyüme yüksek mi? Tam tersine, düşük faizli para politikası yüzünden tüketim patladı. Sanayi üretimi ise birkaç ay sonra için neredeyse resesyon gösteriyor.

Kur Korumalı Mevduat (KKM) sisteminin halka maliyeti ne oldu?

Hükümet tüm bu süreci başından itibaren yönetemeyince insanlar dövize koştu ve bunun üzerine 2021 yılı sonunda KKM diye bir şey uydurdular ve kur farkını devlet üstlendi. Bunun bir miktarını Hazine, bir miktarını Merkez Bankası (MB) para basarak ödedi, son olarak da MB’ye devrettiler. Peki ne oldu; kamu bütçesinden yaklaşık 120 milyar civarında bir para ödendi. O bütçeyi kim ödedi; yine sen, ben, onlar.

MUHALEFET YEREL SEÇİMLER KONUSUNDA 2019 KOŞULLARININ GERİSİNDE

Yerel seçim gündemine yavaş yavaş giriyoruz. AKP’nin İstanbul, Ankara gibi büyükşehirleri alabilmesi için buralarda insanları ekonomik olarak rahatlatacak adımlar atması gerekiyor. İktidarın elinde böylesi popülist adımlar atacak araçlar kaldı mı?

Hükümetin merkezi bütçe olanakları ne kadar sınırlı olursa olsun, özellikle iki büyük metropol olan Ankara ve İstanbul’da bu olanakları sonuna kadar kullanacağını düşünüyorum. Öte yandan muhalefet de yerel seçimler konusunda 2019 koşullarının gerisinde. Çünkü 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra başta CHP olmak üzere muhalefet ciddi bir muhasebe yapmaktan kaçındı. Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun ilk turdan sonra hızla milliyetçi söyleme direksiyonu kırması, Zafer Partisi’yle ittifak kurması tabanda güvensizlik yarattı. 2024 yerel seçimleri için muhalefette bir ittifak kurulmak istendiğinde tüm bunlar masaya gelecek. Bunu sadece Altılı Masa bileşenleri değil, Yeşil Sol Parti ve diğer muhalefet güçleri de gündeme getirecek. Sonuçta da “biz sizi niye destekleyelim” sorusu daha güçlü bir şekilde sorulacak.

Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun ikinci tur öncesi Ümit Özdağ’la yaptığı gizli anlaşmanın ortaya çıkması üzerine HDP-Yeşil Sol Parti’nin İstanbul dâhil tüm şehirlerde kendi adaylarını çıkarma kararlılığı da muhtemelen artacak. Sonuç itibariyle CHP, büyük şehirlerdeki iktidarını sürdüremeyebilir…

Tabii, bu açıdan 2019 koşullarından, atmosferinden, heyecanından gerideyiz. Öte yandan yerel yönetimler şu anki iktidar açısından can suyu işlevi görüyor. Çünkü merkezi iktidar, yerel yönetimler üzerinden toplumun kılcal damarlarına doğru gidebiliyor. Oysa anamuhalefet partisi yerel yönetimlerin bu önemini pek idrak etmiş görünmüyor.

KURDAKİ ARTIŞ BİRKAÇ NEDENDEN DOLAYI DEVAM EDECEK

Bu arada döviz kurundaki artış devam eder mi?

Kurdaki artış birkaç nedenden dolayı devam edecek. Birincisi vatandaşı, şirketleri TL’de tutmak üzere gereken teşvik olmadığı için artış devam eder. Teşvikten kastım faiz artışıdır. Faiz oranı sizi enflasyona karşı korumuyorsa, ki bugünün koşullarında korumuyor, TL’de durmazsınız. Merkez Bankası’nın faiz oranlarını üç-beş puan artırması da şirketleri, yurttaşları enflasyona karşı korumayacak. Dolayısıyla bugünkü tablodan bakıldığında, Türk Lirası değer kaybetmeye devam edecek. İkinci bir unsur, ödemeler dengesi. Türkiye ekonomisi biraz yavaşlasa da, en azından 40-50 milyar dolar civarında bir cari açık veriyor ve vermeye de devam edecek. Bu tabloda insanlar yine altın talep ediyorsa, altın ithalatı devam edecek ve fiziksel olarak döviz ihtiyacı talep dolayısıyla kur üzerinde baskı yaratacak. Açık veren bir ülkenin parası değer kaybeder, bu kadar basit. Kurdaki artışın devam etmesine neden olacak üçüncü unsur ise güvensizlik. Siyaset normalleşmediği, insanların devlete, mahkemelere, kurumlara olan güveni sağlanmadığı sürece TL’den kaçış devam eder.

MUHTEMELEN BÜTÜN GÜNAHLAR MEHMET ŞİMŞEK’İN ÜSTÜNE ATILACAK

Son günlerde “Erdoğan aslında Mehmet Şimşek’in faiz yükseltme kararından memnun değil” diyenler oluyor. Erdoğan’ın aslında Şimşek’i bu acı reçetenin uygulanması sürecinde kullanıp, tüm suçu onun üstüne yıkıp kenara atacağı söyleniyor. Kimine göreyse Şimşek aslında ekonomiye ‘kayyım’ olarak atandı. Sizce ekonomiyi kim yönetiyor?

Ekonomiyi Şimşek’in yönetmesi demek aldığı kararların ve yaptığı atamaların kendi iradesiyle gerçekleşmesi demek. Oysa şu anda Şimşek’in istediği kadrolarla çalışabildiğini düşünmüyorum. Nitekim Merkez Bankası Başkanı dışında hâlâ eski kadrolar duruyor. İkincisi de alınan kararlar… Mehmet Şimşek başka bir ülkeye bakan bir yatırım analisti olsaydı, enflasyon yüzde 50-60’a koşarken faizlerin yüzde 17.5’te olmasını yadırgardı. Formasyon ve deneyim olarak öyle bir kapasitesi var çünkü. Dolayısıyla olması gerekenin yapılmadığını kendisi de görüyordur. Peki Erdoğan, Şimşek’i günah keçisi olarak mı kullanacak? Zaten damada yakın medyaya bakıldığı zaman Şimşek’i ufak ufak ısırmaya başladıklarını görüyoruz. Dolayısıyla muhtemelen bütün günahlar Mehmet Şimşek’in üstüne atılacak. Bu daha önce olmamış bir şey değil. Öte yandan Şimşek kalibresinde birinin bu enkazın üstüne gelip kaldırmaya çalışması hakikaten cesaret gerektiren bir iş. Çünkü bu siyasi iradeyle bu enkazın kaldırılması mümkün değil.

Fakat Mehmet Şimşek’in de muhtemelen başta faizlerin yükseltilmesi olmak üzere çeşitli hamleler konusunda bir yol haritası vardır, değil mi?

“Bu işi aşamalı olarak yaparız” yönünde bir plandan söz edildi, doğru. Fakat sürekli geride kalan bir para politikası ve faiz oranı, Türk Lirası’na güven kazandırmaz. Faizler enflasyonun çok çok gerisinde kaldığı sürece, bu fiyatlama davranışını da bozuyor. Fiyatlama davranışı bozulduğunda da enflasyonu kontrol edemezsiniz. O zaman kendi paranıza güven kazandıramazsınız; insanlar döviz ve altından başka bir şey konuşmaz olur.

GELİRİ TL CİNSİNDEN OLANLARIN AY BAŞIYLA AY SONU ARASINDAKİ SATIN ALMA GÜÇLERİ ARASINDA BİLE FARK VAR

Bir arkadaşımız maaşını aldığı anda dolara çevirdiğini ve aldığı ücretin değerini ay içinde ancak o şekilde koruyup geçinebildiğini ama bir yıl öncesinden farklı olarak zinhar tasarruf yapamadığını söylüyordu…

Doğru, insanlara başka çare bırakmadılar. Geliri Türk Lirası cinsinden olanların ay başındaki satın alma güçleriyle ay sonundaki satın alma güçleri arasında bile fark oluşuyor. Temmuz ayına bakalım, TÜİK ölçümüyle yüzde 6-7 gibi bir enflasyon gelirse, o bile ay başıyla ay sonu arasında aldığınız mal ve hizmet miktarının aynı olamadığını gösterir.

Geçenlerde sosyal medyada gündem olan bir sokak söyleşisi vardı. Bir yurttaş “Önce Erdoğan çok para dağıttı. Yaşlılık maaşı, bakım maaşı… Erdoğan’ı istemediler, Erdoğan da zamları getirdi ve dağıttığı paraları geri alıyor şu anda” diyordu. Kafa karışıklığıyla çok alay edilse de kadının bu sözleri dikkate değer. Özellikle orta sınıfların 2018’den bu yana bir şekilde ayakta kalabilmesinin nedeni, sıcak para akışının yoğun olduğu dönemdeki birikimlerden kaynaklanıyor olabilir mi?

Belki de. Nitekim bunun yavaş yavaş gelişecek ve ağlarını örecek bir kriz olacağını 2018’deki söyleşimizde de ifade etmiştim. Ayrıca 2003-2009 arasında, yani küresel krize kadarki dönemde Türkiye bir IMF programı uyguladı ve Avrupa Birliği’ne giriyor görünen bir ülke pozisyonuna geldi. Türkiye’ye devasa paralar geldi. Bu süreçte hem insanların gelirleri yükseldi, hem de olağanüstü bir servet artışı yaşandı. Sıradan vatandaş bu zenginleşmenin IMF programıyla, AB ilişkilerinin gelişmesiyle değil, Erdoğan’ın başarısıyla ilgili olduğunu zannediyor. 2009-2013 arasında, küresel krizdeki parasal genişlemenin faydasını gördük. Basılan devasa paralar Türkiye gibi ülkelere geldi ve o sayede küresel krizi teğet geçtik. Siyasi iktidar kendisiyle ilgili olmasa da, kendi başarısıymış gibi pazarlayabildi. Ama 2013’ten sonra hem küresel konjonktür döndü, hem de Türkiye hızla otoriterleşmeye doğru giderek demokratik değerlerden uzaklaştı. Otokratik bir sisteme gidildikçe Avrupa’dan da uzaklaşıldı.

BU KRİZ ZAMAN ALACAK VE REFAH KOŞULLARINDAKİ KÖTÜLEŞME DERİNLEŞECEK

2013’te küresel konjonktür nasıl döndü?

Başta ABD olmak üzere merkez ülkeler daha sıkı bir para politikasına yönelince Türkiye gibi ülkelere sermaye girişleri azaldı. Aynı süreçte Türkiye de hukuktan, demokratik değerlerden uzaklaştı. 2015’ten sonra Merkez Bankası tamamen siyasi iktidarın matbaası pozisyonuna geldi. Bunlar sıcak parayı bile uzaklaştırdı. 2018’den itibaren koşullar çok daha sertleşmeye başladı. Çünkü bütün o deneysel, yanlış politikalar derinlemesine uygulanmaya başlandı. Neticede de göreli refah koşulları erozyona uğraya uğraya, adım adım kaybedildi ve bugüne gelindi.

Ama iktidar da her seferinde şapkadan tavşan çıkarabiliyor…

Evet ama artık o tavşanlar da yetmiyor. Uzun lafın kısası, bu kriz zaman alacak ve refah koşullarındaki kötüleşme derinleşecek. Bunun karşısında muhalefetin vaziyetine bakıldığında da mevcut iktidara alternatifin de olmadığı görülüyor. CHP’ye bakın, Erdoğan’ın tek adamlılığını eleştirirken kendisi de tek adam partisi haline geldi. Üzüm üzüme baka baka karardı. Vatandaşın, hatta milletvekillerinin bir tweet atarak görevini yaptığını düşündüğü bir ortamda bu girdaptan çıkılması zaman alacak. 20-30 yıl öncesinin muhalifleri de, idealist gençleri de böyle değildi.

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version