Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Ekin olmak isterdim

Ekin olmak isterdim


YORUM | YUSUF ÜNAL

Nermi Uygur’un ‘Zeytinsi Deneme’ adlı güzelim yazısı bitkiler dünyasından ders çıkarma konusunda dikkate değer bir yazı. O; ağacıyla, toprağıyla, yaprağıyla, yağıyla, meyvesiyle bir zeytin hayranıdır. Onu ‘okumuş’ ve ondan çok şey öğrenmiştir. Evvela, “her şeyiyle alçakgönüllü bir varlıktır zeytin.” Alçakgönüllükse yazarımız için, tüm yaşama duygusunun ve yapabilirliklerinin vazgeçilmez dayanağıdır. Zeytinin, “göz kamaştırmakla alıp vereceği yoktur.” “Yeryüzünde zeytin kadar ılımlı bir yayılımla ortaya çıkan varlık azdır.” “Dar yöre ağacı değildir ama her yerde bıktırasıya bulunmaz.” Denemecimiz zeytinden sıçrayıp çok önemsediği bir gerçeğe ulaşmış, zeytinle karşılaşması eşsiz bir uyarı olmuştur onun için. Yaşamak, iyi yaşamak, özüne yaraşır biçimde yaşamak zeytinsi bir serüven olmuş onun için.

Herkes onun gibi bir bitkiyi örnek almaz kendisine. Kimileri de bazı hayvanları örnek olarak seçer. Aslanın cesareti, arının ve karıncanın çalışkanlığı, örümceğin sabrı insanlar için hep cezbedici olmuştur. Masallarda, efsanelerde ve hikâyelerde bin bir çeşit hayvanı konuşturan halk irfanı, onların dünyasından pek çok ders almıştır. 

İnsanlara rehberlik etmeleri bakımından bitkiler âlemiyle hayvanlar âlemi başa baştır diyebiliriz. Onları doğru okumasını bilenler onlardan ölümsüz dersler ve hikmetler çıkarmıştır. Hz. Mevlana’nın ney’in yapıldığı kamışa yüklediği anlamda, Yunus Emre’nin sarıçiçeği konuşturmasında veya erik dalına çıkmasında, Bediüzzaman’ın katran ağacına yahut üzüm salkımına bakışında bu okumanın telaffuzlarını duyarız. Kültür dünyamızda lale ve güle özel anlamlar yüklenmesini de aynı cümle içerisinde mütalaa edebiliriz. 

Osmanlı’nın cami önlerine ve meydanlara çınar dikmesi; devletin ömrünün uzun, köklerinin sağlam ve hâkimiyet sahasının geniş olmasına dair bir temennidir. Mezarlıklara elif harfi gibi dik ve düz olan servi ağacının dikilmesi, Allah’ın birliğini hatırlatmanın yanı sıra dökülmeyen yapraklarıyla da öldükten sonra hayatın devam ettiğini ders verir. 

Bu girizgâhtan sonra sıra asıl meseleme geldi. Geçenlerde çıktığım bir gezinti yemyeşil ekin tarlalarının ortasına götürdü beni. Bir gün önce yağan yağmurun sevinciyle ortalık taze ot kokuyordu. Genzim yandı. Bıldırcınlar, tarla kuşları ve adını bilmediğim bir dolu kuş yeni yıkanmış taze başakların altında gölgelenmekteydi. Karıncalar bir deniz fenerine tırmanır gibi ekinlere tırmanıyordu. 

Kenardaki kır çiçeklerinin kıyısına oturup tarla sosyolojisini okumaya çalıştım. Kendimi bana rehberlik edecek bir bitki araştırırken buldum. Henüz Nermi Uygur’un Zeytinsi Deneme’sinin tesiri altındaydım demek. Bir bitkinin yaşamını kendime rehber edinseydim yahut bir bitkiye benzemek isteseydim bu hangisi olurdu acaba? Cevabı bulmakta zorlanmadım. Elbette önüme zümrüt bir halı gibi serilen ekinler gibi olmak ister, onları rehber seçerdim kendime.

Son zamanlarda her ne vakit erdemli insan üzerine düşünsem, aklıma ekin imajı geliyor zaten. Bu kır gezintisi de düşüncelerimin yoğunlaşmasına vesile oldu. Artık şunu rahatlıkla söyleyebilirim; ekin, benim imge dünyamda olgun/kâmil insana tekabül ediyor. 

Önceleri onun yalnızca fırtınalar karşısında köklerine tutunup yıkılmayışına ve her eğildikten sonra doğrulmayı becermesine hayrandım. Sonra sonra onun yıkılmasını engelleyen asıl şeyin köklerine tutunması olmadığını fark ettim. O hiçbir yerde tek başına yaşamıyordu. Asıl yeri, anayurdu tarlaydı onun. Yani sosyal bir yaşamı vardı. Bir Robinson değildi o, rahipler gibi manastırlara çekilmiyor, dervişler gibi halvete girmiyordu; bir başına yaşamak, alıp başını gitmek fıtratına aykırıydı onun. Tarlada bitmemişse, bu yolunu şaşırmış olduğuna işaretti. Bu durumda ambara dönebilmesi neredeyse imkânsızdı.

Ekinlerin karakteri, zarar verici bir rüzgâr çıktığında belli olur. O cılız saplarıyla hemen omuz omuza verirler. Hangisi devrilecek olsa diğerleri kundak olarak onu sarıp sarmalar. Öyle kuvvetli bir dayanışma olur ki aralarında, rüzgârın savurduğu her ekin diğerlerine hem yastık hem yorgan olur. Koca çınarların belini kıran, köknarların kökünü söken, çatıları fırlatıp atan, denizlerle beşik gibi oynayan fırtınalar; ekin tarlalarından çoğunlukla eli boş çıkar. 

Ekinlerin her biri hem korur hem korunur. Böylece hiçbiri toprağa serilip kalmaz. Bu sayede aralarından ne mağduriyet psikolojisinden sıyrılamamış zayıf fertler ortaya çıkar ne de kahramanlık nevrozuna kapılmış kibir abideleri. 

Onun bu kabiliyetinin sebebi sanıldığı gibi güçlü ve sağlam oluşundan ileri gelmez. Bilakis bir çocuk bile istediği yerinden kırabilir, avuçlayıp sökebilir onu. Onun asıl mahareti esnekliğindedir. En sert fırtınalara bile bu esnekliği sayesinde dayanır. Tabiatla amansız bir mücadeleye girmek yerine, hemcinsleriyle, kader arkadaşlarıyla birlik olup başaklarını koruyacak kadar eğilir ve içlerine kapanırlar. Tehlike geçince dimdik doğrulur ve güneşin altında danelerini olgunlaştırırlar. 

Ekinlerin sırrı bu esneklikte aranmalıdır. Esnek olmak, hayatı kolaylaştıran bir şeydir ve bu durum elbette yalnızca ekinlere mahsus değildir. Esneklik olmasa konfor ve teknoloji üretilemezdi misal. En basitinden günlük hayatta kullandığımız eşyalara şöyle bir göz attığımızda esneyebilmenin, belirgin birer özellikleri olduğunu görürüz. Öyle olmasaydı araba kullanamazdık mesela. Onun freni, debriyajı, direksiyonu , kapı kolları, lastikleri, tamponları hep esnektir. Yataklarımız, koltuklarımız, basmalı kalemlerimiz, çamaşır ve bulaşık makinelerimiz… Hep esneyebilen yaylar sayesinde bugünkü konfor seviyesine ulaşmıştır. İnsanoğlu en sert malzemeleri esnetmeyi veya yumuşatmayı keşfederek hayatı kolaylaştırmış, bu sayede eşyayı emri altına almıştır. 

Her zaman değil belki ama bazı durumlarda tabiatta geçerli olan kanunlar insanlar için de geçerlidir. Eşyaya hükmedilen kanunlarla hayata da hükmedilebiliyor. Esneklik kanunun o müşterek kanunlardan biri olduğunu düşünüyorum.

Hayat zorluk, acı ve engellerle doludur. Fırtınanın ne zaman ve nereden patlayacağını kestirmek güçtür. Yaşamın sert rüzgârlarına dayanabilmenin, düştükten sonra kalkabilmenin, hayata söz geçirebilmenin ancak yeşil ekinler gibi yahut çelik yaylar gibi esnek olmakla mümkün olduğunu tecrübe ediyorum. 

Aslında bunu çok çok önce Hz. Muhammet (sas) söylemişti bize: “Mümin, yeşil ekine benzer. Rüzgâr hangi taraftan eserse onu o tarafa yatırır fakat o yıkılmaz, rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mümin de böyledir; o, bela ve musibetler sebebiyle eğilir fakat yıkılmaz.”

Şimdi söyleyin bakalım, haksız mıyım ekine imrenmekte?

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version