Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

ÇEVİRİ | Faşizm de, geç

Serbestiyet


Alexander Dugin.

Sık sık “Putin’in Beyni” olarak adlandırılan Alexander Dugin hakkında hem savunucuları hem de eleştirmenleri çok fazla şey yazdı. Dugin, 1962 yılında varlıklı bir Sovyet ailesinde doğdu. Gençliğinin çoğu komünizme baş kaldırıyla geçti. Bununla da kalmadı, gençliğinde Satanizmden faşizme kadar birçok fikri akımla flört etti. 

Komünizm hakkındaki tutumuna rağmen, Soğuk Savaş’ın bitişinde kararsız bir tavır takındı. Rusya’nın Amerika Birleşik Devletleri tarafından aşağılanmasına tanık olan Dugin, bundan tüm çalışmalarına nüfuz eden derin bir öfke çıkardı. Zafer üstüne zafer kazanmayı başaran güçler tarafından sürekli geri plana atılan, buna rağmen kendisinin üstün bir insan olduğunu düşünen bir adamın öfkesiydi bu. Nasyonal Bolşevik Parti’nin etkili bir üyesi olarak geçirdiği kısa bir kariyerin ardından, 1997’de Jeopolitiğin Temelleri’ni yayınladı. Bu kitap ABD, Atlantikçilik, liberalizm ve hatta McDonald’s aleyhinde dile getirdiği birçok polemiğin mihenk taşı mahiyetindeydi. İşte o zamandan beri Dugin, Rusya’da ve dünyanın geri kalanında aşırı sağın simgesi haline geldi. Dördüncü Siyaset Teorisi isimli manifestosu, postmodern gericiliğin resmî olmayan el kitabı haline geldi. Bu kitapta Dugin, Heideggerci-Deleuzecü ontolojinin, postmodern bir göreceliğin, anti-liberal söylemlerin ve megalomanyak bir jeopolitiğin şizoid bir karışımını okuruna sundu, ABD’yi de sık sık “küresel aptallığın” en ileri noktası olarak tanımladı. 

“Putin’in Zihnine Bir Yolculuk: Alexander Dugin’in Siyaset Felsefesi” kitabının yazarı Michael Millerman, Dugin’in fikirlerini İngilizce konuşulan dünyada popüler hale getirmek için çok çalışmış biridir. Millerman doktorasını Toronto Üniversitesi’nde siyaset bilimi alanında aldı ve daha sonra aşırı sağcı Arktos Yayıncılık tarafından yayınlanan, ardından da monografiye dönüştürülen tartışmalı bir tez yazdı. Tezin adı “Heidegger, Strauss, Rorty, Derrida, Dugin ve Siyasal Olanın Felsefi Anayasası”ydı. Merion West için kitabı incelemiştim. İncelememde Millerman’ı, Heidegger ve Dugin’i ahlaki ve politik tutarsızlıklarına dikkat çekmeksizin savunduğu için topa tuttum. Millerman son kitabında aynı hatayı tekrarlıyor ve Duginizm’e eleştiriden uzak bir tavırla yaklaşıyor. Ne yazık ki, Auschwitz’den sonra gömüldüğü varsayılan aşırı sağcı ve faşist düşünce tarzlarını popülerleştiren kitaplara gün geçtikçe artan bir talep var. Ancak Millerman’ın kitabı Duginizmi aklama konusunda bir adım öne çıkıyor: kitap şimdiye kadar karşılaştığım en iddialı aklama çabalarından biri. 

Millerman, Dugin’in referans noktalarının Platon, Aristoteles, Nietzsche ve Heidegger gibi insanlar olduğunu belirtiyor ve kendisini bir siyaset felsefecisi olarak ele almakta ısrar ediyor. Hatta Dugin herhangi bir siyaset felsefecisi değil, “insanüstü bir tefekkür”le hemhal “efsanevi bir Merlin figürü” ve hatta imparatorluğun kurucusu olan bir siyaset felsefecisiymiş… Millerman, “Dugin’in görkemli hedefleri, hayal gücünden yoksun felsefe ve siyaset bilimi profesörleri için bir alay konusudur” diyor. Ancak gerçek şu ki, profesörlerin aslında alay ettikleri şey tam da burası: Dugin böyle mühim birisi değil. Gerçekten de, Dugin’i Schmitt veya Heidegger gibi diğer aşırı sağcı ikonlarla bile bir tutmak fazlasıyla abartılı. Dugin olsa olsa Julius Evola ile Olavo de Carvalho arasında bir yerlerde konumlanabilecek bir ikinci lig entelektüel figürdür.

Yine de, yapılan işin inandırıcılığına veya çekiciliğine bakmaksızın siyaset felsefesiyle profesyonel olarak uğraşmaktan söz ediyorsak, eh, Dugin’e siyaset felsefecisi demek adil olur. Fakat siyaset felsefecisi mutlak olarak onurlu bir unvan değildir. Dugin örneğinde gördüğümüz gibi, kişi aynı anda hem bir manyak hem de siyaset felsefecisi olabilir. 

Millerman, kitabının çeşitli noktalarında felsefeyi “erdemli bir etkinlik” olarak tanımlar. Fakat bir yandan da Putin’in Zihnine Bir Yolculuk kitabının sonunda, Dugin’in Ukrayna’daki savaşa verdiği destek de dahil olmak üzere Duginizmin pratik sonuçlarıyla ilgilenmemesini, garip gerekçelerle mazur görür. Neden? Kısaca belirtmek gerekirse; Dugin’in fikirlerinin gerçek dünyadaki sonuçlarını tartışmak, onun bir filozof olarak saygınlığını lekeleyecektir.

Ancak Millerman çok açık bir yanılgı içinde. Herhangi bir dürüst felsefeci, bir siyaset felsefesini değerlendirirken, sarf edilen çabanın büyük bir bölümünün o felsefenin pratik sonuçlarını incelemeye ayrılması gerektiğini hemen kabul edecektir. Platon’un Devlet’inde metafizik konular ikincildir. Filozofların şehir içindeki ve şehre karşı sorumlulukları da dahil olmak üzere Platon’da öncelikli olan adalettir. Adaleti vurgulamak, Millerman’ın yazdığı tezde ima ettiği gibi, liberal sağduyu uğruna aşırı sağ fikriyatı kısıtlamak için bir bahane değildir. Sokrates öncesi felsefe merak ve metafizikle başlamış olabilir ancak felsefe Paul Tillich’in tabiriyle “en yüksek kaygısı”na, Sokrates adalet ve iyilik üzerine düşünmeye başladığında ulaştı. Metafiziğe giden yolda etik atlanamaz ya da herhangi bir siyasi cemaatin ilk kaygısı (adalet) hakkında söyleyecek sözü olmayanlar metafizik bir siyaset felsefesi inşa edemez. Bu, özellikle metafizik spekülasyonlarınız Dugin’inki kadar fantastik olduğunda özellikle geçerlidir.

Millerman, şaşırtıcı olmayan bir şekilde Dugin’in felsefesinin pratik veya ahlaki sonuçlarını ve imalarını çok yakından incelemek istemiyor. Dugin’in savunduğu saldırgan savaşlara -ölçülemez düzeyde insani acılara neden olan savaşlara- çok az atıfta bulunuyor. Millerman, Ukrayna’daki savaşın Dugin hakkında giderek büyüyen bir tepkiye yol açtığını kabul ediyor. Öte yandan bu tepkilerin çoğu, kendi görüşüne göre, “aşırı hevesli liberal delilerin histerik saçmalıkları”dır. Millerman, Dugin’in Batılı eleştirmenlerinin hayal gücünden yoksun olduğunu düşünüyor. Ona göre Batılı kritikler temel olarak savaş suçları gibi küçük şeylere odaklanıyorlar ve Dugin’in postmodern Fransız felsefesiyle teorik flörtü gibi gerçekten önemli meseleleri gözden kaçırıyorlar.

Dugin’i bir siyaset felsefecisi olarak anlamak için en önemli iki kitap, Dördüncü Siyaset Teorisi ile Martin Heidegger: Başka Türlü Bir Başlangıcın Felsefesi’dir. Bu kitapların başlıkları bize Dugin’in sağcı düşünce tarihinde nereye ait olduğu hakkında çok şey anlatıyor. İnsanların sağ hakkında yaptığı temel hata, onun meselesinin sadece statükoyu savunmak veya değişim olgusunu liberallerden farklı olarak daha dikkatli bir biçimde yönetmek olduğunu varsaymaktır. Muhafazakârlığın bazı varyantları gerçekten de bu paradigmaya uyuyor ama hepsi değil. On sekizinci yüzyılın şiddetli karşı-devrimci hareketlerinden Trump’ın temel Amerikan kurumlarını ‘yozlaşmış’ diye tasvir etmesine kadar, Sağın uzunca bir süredir gelen daha isyankâr bir yönü var. Örneğin, Heidegger gibi devrimci bir gerici için geleneksel muhafazakârlar, zamanı yakın geçmişin idealize edilmiş bir versiyonuna geri döndürmeyi amaçlayan ve işte tam da bu nedenle “Batı medeniyetini” kurtarma hususunda gerçek bir cesaretten yoksun olan insanlardır. Heidegger’e göre Batı düşüncesinin tarihi, Platonla başlayıp nihilizme doğru bir kayış olarak anlaşılabilir. Heidegger metafizik hataların modern siyasete sızdığına inanıyordu. Metafiziğe Giriş adlı kitabında, liberalizm ve komünizmi “metafizik olarak aynı şey” diye niteleyerek reddetmişti. Her ikisinin de eşitlikçi ve hümanist doktrinler olduğuna ve her ikisinin de ana motivasyonunun hangi ekonomik sistemin daha iyi buzdolapları üreteceği gibi teknik meseleler olduğuna inanıyordu. Ayrıca Heidegger için her ikisi de kendisini yalnızca maddi gelişmeye adamıştı. İş böyle olunca, Batı’yı kurtarmak, metafiziksel açıdan daha hassas insanlara -Adolf Hitler gibi insanlara- düştü. Böylesi bir anlayış modern eşitlikçiliğin, demokrasinin ve özgürlüğün reddedilmesini gerektiriyor ve tabii daha otantik bir felsefi elit, sorumluluğu üstlenmek zorunda kalıyor. Dugin işte tam da bu fikre özel ilgi duyuyor. Heidegger Üzerine adlı kitabında Dugin, kitlelerin “önemsiz sürüler” olduğu yönündeki Heideggerci düşünceyi tekrarlıyor.

Dugin, Heidegger’in elitizmini yeniden yorumladı ve kendi Avrasya milliyetçiliğinin hizmetine sundu. Megalomani, aşırı sağcı düşünürleri hepimizden daha yüksekte uçtuklarına ikna edebilir. Ancak bu yüksekten uçma hissinin tek nedeni, zemine çakılana kadar düşmenin uçmaya çok benzemesidir. Dugin’in siyaset felsefesinin çoğu liberalizme ve liberal topluma yöneliktir, ancak liberal siyaset felsefesini kendi terimleriyle tartışma zahmetine nadiren girer. Mill, Rawls veya Korsgaard hakkında anlamlı tartışmalar için onun kitaplarına göz attığınızda karşılaşacağınız şey koca bir hiçlik ve boş bir sonuç olacak. Sadece birkaç özet klişeyle ve ezberci referanslarla karşılaşacaksınız. Dugin komünizm içindeki bazı fikirleri ciddiye almaya istekli olsa da, liberal felsefeden almaya istekli olduğu tek şey, tanınmayacak şekilde yeniden kavramlaştırdığı “özgürlük” kavramıdır. Batı’dan gelen her şeyle birlikte liberalizmin kendisinin de “yenilmesi ve yok edilmesi” gerektiğinde ısrar eden Dugin Neo-Avrasyacılığa Giriş’te şunları söylüyor:

“Moderniteyi ve ondan türetilen ideolojileri (bireycilik, liberal demokrasi, kapitalizm vb.) yaklaşmakta olan felaketin ve Batı’nın küresel hâkimiyetinin nedeni olarak gören René Guénon ve Julius Evola’nın fikirlerinin paylaşıyorum. Batı sona yaklaşıyor ve kendisiyle birlikte hepimizi uçuruma çekmesine izin vermemeliyiz.” 

Peki Dugin’in alternatifi nedir? Dugin, yirminci yüzyılın üç ana siyasi geleneği olarak adlandırdığı şeyin çeşitli unsurlarını yeniden birleştirir: komünizm, faşizm ve liberalizm. Belki de en başta tüm bunların kökeninin korkulan Batı’da olduğunu belirtmekte fayda var. Daha önce de belirttiğim gibi, Dugin özgürlüğün özünü değilse bile retoriğini liberalizmden ödünç alır. İşte bu bile, Dugin’in kaçınmak istediği bir borçtur. Komünizmden aldığı Amerikan emperyalizminin bir eleştirisiyle birlikte, kapitalizme ve piyasa toplumuna yönelik bazı Marksist eleştirileri kendi görüşlerine uyarlar. Ancak Marksistlerin liberal gelenekle paylaştığı bütüncül materyalizmi, bilimsel epistemolojiyi ve eşitlikçi hümanizmi bir kenara atar. Son olarak, faşizmden aşkın bir halk mitini, düşüş ve yükseliş bağlamında döngüsel bir zaman görüşünü ve çok daha fazlasını alır. Dugin, faşizmin ırkçılığını ve biyolojik determinizmle olan flörtünü bir kenara bırakma arzusundadır. Öte yandan faşizmin aşırı milliyetçiliğinden veya militarist emperyalizminden vazgeçmez. 

Başından beri, bu senkretik (bağdaştırıcı) çabalar entelektüel olarak koca bir fırsatçılık dışında hiçbir anlama gelmiyor: Dugin, gerçekten orijinal bir şey söyleyemediği için, bu düşünce geleneklerinde mevcut olan her türlü fikir ve argümanı hunharca ve saygısızca yağmalıyor. Takdire şayan (!) bir şey varsa, o da Dugin’in yeni terminolojiler bulma konusunda epeyce yaratıcı olduğudur. Dördüncü Siyaset Teorisi’nde, inşa etmeye çalıştığı yeni siyaset için bir takım isimlendirmelerle hemhal oluyor ve oynuyor. Favorilerinden biri, 1920’lerin ve 30’ların Almanya’sındaki “Muhafazakâr Devrim”den ve Evola’nın faşist gelenekçiliğinden gelen “Avrasyacılık”tır. Yine de Millerman, Dugin’in sözüne güvenmemiz konusunda ısrar ediyor:

“Sağlam bir analiz yapacaksak eğer, bu analiz bizi Dugin’in faşist olduğu yargısına karşı uyarmalıdır. Dugin’i bir siyaset teorisyeni olarak kendi terimleriyle ele almak, başlamak için çok daha iyi bir yol…. [Dördüncü Siyaset Teorisi’nin]’nin Rusça versiyonunun kapak resmi bu noktayı açıkça göstermektedir. Kapakta, dört parçaya bölünmüş bir kare vardı. Bir kısımda orak çekiç, diğerinde balta, üçüncüsünde dolar, dördüncüsünde soru işareti vardı. ‘Dördüncü siyaset teorisi’, orak çekiç, balta ve dolar işaretinin aksine soru işaretiyle bezenmişti.”

Bu yazılanlara karşı şu eski deyiş hatırlatılabilir: Bir kitabı kapağına göre yargılama! Fakat şu da çok açık: diyagram bir argüman işlevi göremez ve bazen bir soru işareti de aslında basitçe bir soru işareti değildir.

Dugin’in “sağcı popülizmi”ni Millerman’ın temize çıkardığı versiyonundaki gibi kabul etsek bile, yine de mantıksız ve adaletsiz olduğu için reddetmemiz gerekir. Edmund Neill, harika kitabı Muhafazakârlık’ta, sağcı düşünürlerin “ilerici kavramları çürütmek için simbiyotik zıtlıklar geliştirmek” gibi yaygın huylarının olduğunu belirtiyor. Dugin’in yaklaşımında bu uygulamanın çok açık iki örneği var: birincisi, tikelciliği; ikincisi ise demokrasiyi ele alış biçimi. 

Duginizmin en şaşırtıcı özelliklerinden biri, liberal evrenselciliğe karşı çıkmanın bir aracı olarak kültürel görecelikle flört etme isteğidir. Dugin, Foucault ve Derrida gibi çağdaş postmodern solcuların -liberalizm ve komünizm gibi hümanist doktrinler de dahil olmak üzere- her türlü evrenselciliğin aslında büyük ölçüde belirli bir medeniyetin olumsal entelektüel ürünleri olduğunu gösterdiklerini söylüyor ve bunda ısrar ediyor. Dugin’e göre her medeniyetin ihraç etmesi imkânsız kendine has bir “episteme”si vardır. Bu nedenle Dugin, Rusya’nın Batı’nın tam olarak kavrayamayacağı ve o medeniyetin içinde olmadığı için eleştiremeyeceği kendine özel bir hakikate sahip olduğu konusunda ısrar ediyor. Bu düşüncelere paralel olarak, her biri kendi karakterleri ve hakikatleri tarafından yönlendirilen farklı uygarlıkların çok kutuplu bir jeopolitiğinin ortaya çıkmasını memnuniyetle karşılamamız gerektiğini savunuyor.

Elbette Dugin, Batı’yı kendi perspektifinden eleştirmekten asla çekinmediği gibi Amerikan emperyalizmini kınamaktan ve hemen ardından Rus emperyalizmine coşkuyla amigoluk etmekten de hiç çekinmedi. Buradaki sorun sadece kişisel ikiyüzlülük değil, mantıksal tutarsızlıktır. Batılı bir liberal, Dugin’e basitçe, kendi medeniyetinin, “episteme”sinin, dünyadaki herkesin bir gün Batı merkezli dünya görüşünü benimseyeceği fikri olduğunu belirterek cevap verebilir. Yani Batılı bir liberal, Batı’nın tikelciliğinin liberal evrenselciliğin onaylanması olduğunu söyleyerek Dugin’e karşı bir cevap geliştirebilir. İşte burada dile getirilmesi gereken soru şu: Dugin, Batı’nın dışarıdan bir gözlemcisi olarak, kendi rölativizminden vazgeçmeden Batı medeniyetini nasıl eleştirebilir? Sık sık yaptığı gibi Dugin, Batı’yı “gerçek olmadığı” veya yozlaştığı için reddettiğinde, kendi “episteme”sini başkalarına empoze etmiyor mu?

Dahası, Dugin’in “Avrasya” medeniyeti olarak adlandırdığı medeniyetin mensupları onun “özel hakikatine” inanmıyor gibi görünüyor. Buna kendi ülkelerindeki otoriter tiranlığa cesurca direnen binlerce Rus da dahildir ve dahası, Putin gibi bir diktatörün ilk kurbanlarının kendi halkı olduğunu her zaman hatırlamalıyız. Ama böyle diktatörler aynı zamanda Ukrayna örneğinde görüldüğü gibi ülkelerin Batı’ya yakınlaşma çabalarını da kurban ediyorlar.

Dugin, bu halk hareketlerinin her zaman “küresel oligarşiye aktif veya pasif olarak direnen, onun çıkarlarına meydan okuyan ve gerek politika gerek de bölgesel meseleler ve ekonomik meseleler bağlamında bir miktar bağımsızlık sağlamaya çalışan toplumları veya siyasi rejimleri hedef aldığını” söylüyor. Ve böylece, “küreselci seçkinler tarafından konuşlandırılan kitle iletişim ağları aracılığıyla organize edilen ‘renkli devrimler’ ortaya çıkıyor.”

Ancak Dugin, kendi “özel gerçeğine” katılanlar hakkında çok konuşsa da, bu sözde kişiler büyük oranda bir soyutlamadır ve gerçek hayattaki insanlardan çok farklıdır.

Teorilerinin bariz sonucuna göre ortaya şu çıkıyor. Bir medeniyetin kendi olumsal hakikat görüşünü diğerine empoze etmesi yanlışsa, bir medeniyet içindeki bir grup insanın kendi vizyonunu başka bir gruba empoze etmesi daha az yanlış değildir. O halde neden Rus devleti, gerçeğin çarpık bir versiyonunu vatandaşlarına empoze ediyor ve bu anlatıyı dayatıyor? Dugin göreceliğini tutarlı bir şekilde uygulasaydı, cinsel azınlıklara veya diğer başka kültürel hareketlere zulmetmek için devlet gücünün kullanımını desteklemezdi. Gerçekten de, Dugin’in desteklediği postmodern görecelik doğru bir biçimde anlaşıldığında, her kişinin özel “episteme”sinin kendisine ait olduğu ve hiç kimsenin daha yüksek bir amaç adına kendi “episteme”sini bir başkasına empoze edemeyeceği şeklindeki radikal bireyci fikirlere varılır.  

Bu bizi Dugin’in demokrasiye ilişkin tutumuna getiriyor. Avrasya Görevi adlı kitabında Dugin, Avrasyacı ‘demokrasi’ kavramını “halkın kendi kaderini tayin etmeye aktif katılımı” olarak tanımlıyor. Peki nasıl bir katılımdan bahsediyoruz? Açıktır ki böylesi bir katılım anlayışı, genellikle demokrasiyle ilişkilendirdiğimiz temsil ve toplu müzakere süreçleriyle bağlantılı değil. Bunun yerine, bu “kadere” katılım anlatısı, Dugin gibi insanlar tarafından tasavvur edilen geniş çaplı siyasi projelere pasif bir boyun eğiş anlamına geliyor gibi gözüküyor. Millerman’ın da dediği gibi:

“Otantik varoluş projesine karar veren merci ne seçkinler ne de kitlelerdir. Bunun aksine, bu sürece karar veren bir bütün olarak Dasein’ın (varoluş) kendisidir… Yine de bu projeyi gerçekleştirenler (halkı kaderine yönlendiren filozoflar, tarihçiler ve liderler) tek tek kişilerdir. Bir halk, yalnızca otantik olarak yaşamayı seçtiğinde gerçekten bir kadere sahiptir.”

Kısacası, “Avrasyacı demokrasi”, antik Yunanlıların anladığı şekliyle demokrasi anlamına gelmez. Yani bu anlayış “halkın yönetimi” idealine uymamaktadır. Aksine bu anlatı, otantik olarak yaşamayı seçen soyut bir “insan”ı gündeme getirmektedir. Otantik olarak yaşamanın tam olarak ne anlama geldiğine ise kendi çıkarlarının peşinden koşan bireyler değil, “Dasein’ın kendisi” adına hareket eden seçkinler karar verir. Bu seçkinler, halkın gerçek kaderinin sözcüleridir. Bu sözcüler öylesine “derin” kişilerdir ki gerçeği yalnızca onlar görebilir. Peki ya “insan” kategorisini oluşturan asıl insanlar kendileri için farklı bir kader seçmek isterse? İşte bu oldukça kötü bir durum olur, zira seçkinler “başı boş yığınları” şımartmak zorunda değildir. Dugin bu mesele bağlamında şunları yazıyor:

“Batı’nın seçime dayalı demokrasi sisteminin yerini, topluluk temsilcilerinin ulusal hükümete yaratıcı katılımıyla oluşacak organik bir demokrasi alacak. İşte böylesi bir demokrasi ayaktakımının değil, yurttaşların demokrasisidir.”

Sahicilik Jargonu adlı eserinde Theodor Adorno, bu tür bir gerici retoriğin tahakkümü meşrulaştırmada (bu tahakküm ister piyasa ister faşistler tarafından kurulsun) son derece önemli olduğuna işaret ediyor. Piyasa aktörleri, gösterişçi tüketim vasıtasıyla kapitalizmin hegemonyasını meşrulaştırır ve sonuçta homojen bir tüketici kitlesi yaratır. Faşist aşırı milliyetçiler ise halktan büyük projelere ilişkin gerçek bir bağlılık talep ederler ve sonunda terör ya da şiddet yoluyla uyumu dayatırlar. Aynı süreç Duginizmde de gözlemlenebilir. Duginizm, otantiklik uğruna liberal evrenselciliğin emperyal gücüne karşı aptalca bir haçlı seferi talep ederek işe koyulur. Dugin’in son kertede vardığı yer ise belli: Batılı oligarkların önderliğindeki hayali komplolara karşı Rusya’yı müdafaa etmek için Donbass’ta altmış yaşındaki askerlerin öldüğü bir savaşa histerikçe tezahüratta bulunmak. 

Dugin sadece bir “sağcı popülist” değil, aynı zamanda bir faşist. Çökmekte olan liberal materyalizmin nihilist bir tehdit oluşturduğuna inanıyor. Dugin’e göre bu tehdidin üstesinden gelecek olan şey “küresel ölçekte devrimci bir mücadele yürüten” aşırı milliyetçiler:

“Yalnızca bu savaş meşru, adil ve ahlakidir. Sadece onun kuralları ve amaçları meşrudur ve saygıya değerdir. Devrimcilerin safında bu savaşa dahil olmayan herkes, küresel oligarşinin gücünü korumasına ve güçlenmesine yardım ediyor.”

Başka bir yerde ise şöyle yazıyor: 

“Savaş bizim anavatanımız ve muzaffer bir şekilde var olmayı öğrenmemiz gereken doğal çevremizdir.”

Millerman, Dugin’in faşist olduğunu reddediyor. Dugin’in biyolojik ırkçılığı kınadığına ve hatta “halk (narod) ve ulus farklı olduğu” için milliyetçiliği reddettiğine dikkat çekiyor. Dugin, devletler açısından değil, medeniyetler açısından düşünmeyi tercih eden biri. Öte yandan bu düşünce tamamen faşizmle örtüşüyor. Roger Griffin’in Faşizm adlı kitabında haklı olarak belirttiği gibi, 20. yüzyıl faşistleri mitselleştirilmiş bir “ultra-ulus”un ulus-devletin sınırlarını aştığı konusunda sık sık ısrar etmekle kalmadılar, aynı zamanda yayılmacı pratiklerini ve şiddet merkezli savaşlarını meşrulaştırmak için de bu mite başvurdular. 

Savaşlar arası dönemde faşist “ultra-ulus”, ulusal yeniden doğuşun bağlamı ve çerçevesi olarak ezici bir çoğunlukla ulus-devletle özdeşleştirilirken, aslında o zaman bile pan-Slavizm, pan-Latinlik, Yeni Avrupa düzeni vs gibi ideallerden de anlayacağımız üzere zaman zaman böylesi projeler faşistlerin hayali topluluğunun kalbindeki temel varsayımları ulus devletin tarihsel ve coğrafi sınırlarının çok ötesine genişletti.

Dugin, başı dik bir Avrasya medeniyetinin mihenk taşı olan yenilenmiş ve genişlemiş bir Rusya tasavvur ediyor. Otoriter liderlerin, beyaz milliyetçilerin, köktendincilerin ve diğer başka hırslı karakterlerin stratejik ittifakı olan bu medeniyet, evrenselci iddialara meydan okuyarak çökmekte olan Batı ile savaşa girecek. Aslında Dugin’e göre bu medeniyet zaten Batı ile halihazırda bir savaş halinde zira Ukrayna’da yaşananlar çok daha geniş çaplı mücadelenin sadece bir cephesini teşkil etmekte.

Dugin kader hakkında konuşmayı pek sever. 20. yüzyıl faşizminin kaderi, muazzam acılara sebebiyet verdikten sonra tarihin çöplüğüne atılmaktı. Şimdi ise soru şu: 21. yüzyıl faşizmi aynı sonuca ulaşmadan önce ne kadar acıya sebebiyet verecek? 

Çeviri: Hasan Ayer

Kaynak: https://www.commonwealmagazine.org/just-call-it-fascism

Kaynak: Serbestiyet
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version