Mühdan SAĞLAM
ANKARA – Dünyada resesyon olgusu belirginleşiyor. İngiltere’de Fransa’da kitleler sokaklarda seslerini eşitsizliğe karşı yükseltiyor. Merkez bankalarının faiz artırımı sıradanlaşsa da krize çözüm üretilemiyor. Servet uçurumuna karşı servet vergisi çözüm olarak işaret ediliyor. Türkiye’de yoksulluk mutlaklaşırken, toplumsal buhran derinleşiyor.
Dünya ekonomisinde ne oluyor? Hep bu son denen kapitalist krizler neden son bulmuyor? Türkiye ekonomisinde sorun nereden kaynaklanıyor? Servet vergisi, keskinleşen sınıfsal uçuruma çare olacak mı?
Bu soruları, Türkiye’nin en önemli iktisatçılarından Doçent Doktor Fikret Başkaya ile konuştuk.
Dünyada son iki yıldır bir resesyon beklentisi ve gerçeği var. Merkez bankaları faiz artırarak çözüm üretme arayışında. Yeniden bir krizle mi karşı karşıyayız, neden böyle oldu?
Kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu durumu ‘kriz’ kavramı karşılamıyor. Söz konusu olan ‘kriz’ değil, çöküş… Kriz, genel denge durumundan, normalden bir sapmayı ifade eder ama geri dönüşü de ima eder. İşte ‘kriz geçirmiş’ denir.
Oysa çöküş, geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır. Artık kapitalizm yeteri kadar büyüyemiyor, artı değer, fazla değer, yeni değer yaratmakta zorlanıyor. Oysa kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Büyümek veya yok olmak ikilemi söz konusudur. Artık şeylerin zemini değişmiş bulunuyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak.
‘FAİZLE, DÖVİZLE OYNAYARAK ŞEYLERİ YOLUNA KOYMANIN BİR İŞE YARAMADIĞI ZAMANDAYIZ’
Eğer bir sosyal sistem, bir üretim tarzı, bir uygarlık modeli, verili yasal-kurumsal çerçeve dahilinde toplum çoğunluğunun ‘temel ihtiyaçlarını (su, yemek, barınma, giyinme, ısınma, eğitim, sağlık, güvenlik…) asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse, artık orada krizden değil, çöküşten söz etmek gerekecektir. Şimdilerde dünyanın manzarası öyle. Elbette çöküş her yerde aynı yoğunlukta yaşanmıyor ama hiçbir yeri de ıskalamıyor. İşsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, doğal çevre tahribatı, farklı yoğunluklarda olmak üzere giderek derinleşiyor. Fakat, çöküş zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder. Bir canlının ölümü gibi anlık bir şey değildir.
Kapitalizm kendi mantığının, temel eğilim ve dinamiklerinin, işleyişinin bir sonucu olarak, artı değer üretmekte zorlanıyor. Büyüyemiyor, büyürse de doğa tahribatını azdırıyor. İç ve dış sınırına dayandı. Bu bir tür boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz hali ki artık sürdürülebilir değil. Faizle, dövizle oynayarak şeyleri yoluna koymanın bir işe yaramadığı zamandayız. 16’ncı yüzyıldan başlayarak oluşan kapitalist üretim tarzı, ‘burjuva uygarlığı’ gününü doldurdu. Artık bir ‘çağ dönüşümü’, ‘uygarlık paradigması dönüşümü’ zamanındayız. Dolayısıyla, ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denecektir.
‘TÜRKİYE’NİN ET, SAMAN, YEM, BUĞDAY İTHAL ETMESİ SADECE SAÇMA DEĞİL, UTANILACAK BİR ŞEY’
Bazı ülkeler ‘faiz artırımı krizlere çözüm olmaz’ diyor, Türkiye ise 2021 Eylül’ünden beri faiz indirimi politikası uyguluyor, ancak derin bir kriz yaşanıyor. Türkiye hatayı nerede yaptı?
Türkiye hatayı 1980’de neoliberalizme teslim olmakla yaptı. Aslında 1980’de yapılan bir yeniden kompradorlaşma tercihiydi. Sözde ‘ihracat öncülüğünde büyüme’ retoriğiyle ekonominin iç eklemlenmesi aşındı ve ekonomi dış belirleyiciliklerden kolay yara alabilir hale geldi. Neoliberalizm fanatizmi, ekonominin temelini aşındırdı. Tam bir yıkım tablosu ortaya çıktı. Türkiye’nin et, saman, yem, buğday, kuru fasulye, vebenzeri ithal eder duruma gelmesi, sadece saçma değil, utanılacak bir şey ama kapitalizm dahilinde gayet olağandır.
Aslında politik İslamcı AKP sadece süreci hızlandırdı, yangına körükle gitti. Malum Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur. Dünyayı anlamaktan acizdirler. Çözümü ilerde değil, geride ararlar. Yüzleri geleceğe değil, geçmişe dönüktür. Artık yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar. Sadece bütçenin, hazinenin, müştereklerin değil, doğa yağma ve talanı, doğal çevre tahribatı da insan havsalasını zorlayacak düzeylere çıktı.
Sermaye ‘normal-bildik alanlarda’ yeteri kadar değerlenemiyor, çareyi doğa yağma ve talanını derinleştirmekte görüyor. İnşaata bunca yüklenmelerinin asıl nedeni bu. Malûm inşaat yeni değer, fazla değer, art-değer yaratmaz. Daha önce yaratılmış olanı kullanır. Ortada tevatür edildiği bir büyüme yok ama neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü de önemlidir. Ekonomi büyüyor, işsizlik, yoksulluk, sefalet, doğa tahribatı derinleşiyor. İyi de burada bir yanlışlık yok mu?
‘KAPİTALİZM BİR KUTUPTAKİ ZENGİNLİĞİ DİĞER KUTBA TAŞIR, SÖMÜRÜ MEKANİZMASIYLA VAR OLUR’
Türkiye’de 13 kişinin serveti, 44 milyon kişinin toplam servetinden daha fazla. Mutlak yoksulluk sorunu da keskinleşti. Muhalefet partilerinin bu konuda çözüm önerileri var. Bu önerileri nasıl buluyorsunuz? Sizce yeterli mi?
Kapitalizmi bir sömürü metabolizması olarak var oluyor. Bir kutuptaki zenginliği karşı kutba taşımak esastır. Her ileri aşamada zengin-yoksul farkı derinleşiyor. Bu sistemin mantığının dayattığı bir zorunluluktur. Fakat 1980 sonrasında, neoliberal küreselleşme çağında sosyal eşitsizlik skandal boyutlara ulaştı. Bu durum neoliberal çağda devletteki değişimle de ilgili. Burjuva toplumunda devletin üç işlevi vardır: İlk olarak, sermayenin değerlenmesinin koşullarını yaratmak; ikincisi özel sektör (sermaye) tarafından asgari düzeyde bile karşılanması mümkün olmayan kamu hizmetlerini sağlamak ve son olarak zenginleri yoksullardan korumak. Neoliberal çağda her şey özelleştirilip, kamu hizmeti kavramı sahneden çekilince devletin işlevi ikiye indi. İşte gelir uçurumu skandalının gerisindeki asıl neden bu.
‘BU KRİTİK AŞAMADA İŞ EZİLEN-SÖMÜRÜLEN SINIFLARIN, YERYÜZÜNÜN LANETLİLERİNİN BASİRETİNE BAĞLI’
Bu krizle beraber, hep gündeme gelen ‘Bu kapitalizmin son krizi’ söylemlerini duyuyoruz, gerçekten bu son kriz mi? Kapitalizm krizle yıkılacak bir ekonomik sistem mi?
Son dönemde yazdığım kitaplardan birinin başlığı: ÇÖKÜŞ- Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme. Elbette kapitalizm tarihsel ömrünü tamamladı, artık gidecek yolu kalmadı ama bu bir mum gibi sönecek, sessiz sedasız sahneyi terk edecek demeye de gelmiyor. Bir sosyal sistemin, bir uygarlığın tarih sahnesini terk etmesi bir canlının ölümüne benzemez. Zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder.
Her türlü şiddeti, vahşeti, savaşı, çatışmayı, hileyi, komployu dayatarak varlığını sürdürmek isteyecektir, başka türlü yapamaz. Bu kritik aşamada iş ezilen-sömürülen sınıfların, yeryüzünün lanetlilerinin basiretine bağlı olacak. Verili durumda mülk sahibi sınıfların ideolojik hegemonya yaratma, kitleleri aldatma-oyalama yetenekleri aşındı. Bu, top ezilen-sömürülen elinde demektir ama o da şimdilik elindeki topu nereye atacağını bilmiyor, sıkıntı orada. Yeni bir toplum projesi ve perspektifle, kapitalist saldırının karşısına dikilmeden şeylerin seyrini değiştirmek, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak mümkün olmayacak.
‘SERVET VERGİSİNDE YAPILACAK BİR ‘İYİLEŞTİRME’ SEYİRCİYİ OYALAMAYA YARAR’
Son Oxfam raporuyla görüldü ki, dünyada servet uçurumu ciddi biçimde keskinleşmiş. Dünya; süper zenginler, zenginler ve yoksullar olarak ayrılıyor. Bu durumu nasıl değerlendirmek lazım? Servet vergisi bu soruna çözüm olur mu?
Bir sorunun çözümünü, onu yaratan aktörlerden beklemek abesle iştigal etmektir. Bir kere kapitalizm dahilinde hiçbir temel sorunun çözülebilir olmadığının bilinmesi gerekir. Kapitalizm sadece sosyal kötülükler peydahlamıyor ki, aynı zamanda doğa tahribatı – işte iklim krizi, ekolojik yıkım da yaratıyor. Yaşamın temelini-varlık nedenini aşındırıyor. Gelir dağılımında kısmî bir iyileşme, atmosferin ısınmasına, biyo-çeşitliliğin yok olmasına çare olur mu?
Servet vergisinde yapılacak bir ‘iyileştirme’ neyi ne kadar değiştirebilir? Bu tür vaatler seyirciyi oyalamaya yarar sadece. Kaldı ki, o kadarı bile ezilen-sömürülenler tarafından bir zorlama, bir basınç olmadan mümkün olmaz. Geride kalan dönemde sınırlı kazanımlar, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen ve sömürülen sınıfların zorlu mücadeleler sonucu kazanılmıştır. Küresel oligarşiden çözüm beklemek bir şeyi olmadığı yerde aramak, kendini aldatmaktır. Büyük İnsanlığın acil ihtiyacı vakitlice kapitalizmden çıkmaktır. Zira, geç kalınırsa geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir. Velhasıl, İnsanın-insanla, toplumun-doğayla, kadını-erkekle uyumlu (barışık) olduğu bir uygarlığa -komünizme- giden yolu aralamaktan başka çare yok. Bu da eko-sosyalist bir geçiş programıyla mümkün olabilir. Velhasıl kendini aldatmanın bir alemi yok.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***