Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Servet eşitsizliği kapitalizmin tarihi içinde dahi abartılı bir dereceye ulaştı’

'Servet eşitsizliği kapitalizmin tarihi içinde dahi abartılı bir dereceye ulaştı'


Mühdan SAĞLAM


ANKARA – Dünyadaki servet eşitsizliği keskinleşiyor. Türkiye’de yoksulların sayısı artarken yoksulların durumu daha vahim bir al alıyor. Küreselleşme dinamiklerini tersine çeviren yeni teşvik programları ABD öncülüğünde yeniden harekete geçiriliyor. Dünya ve Türkiye ekonomisinde ne oluyor? Kapitalist bir kriz eşiğinde miyiz? Zenginlere daha fazla vergi uygulamak sorunları çözmeye yeter mi? Gelecek günler neye gebe? Bu soruları Türkiye’nin en önemli iktisatçılarından Prof. Dr. Korkut Boratav’a sorduk.

Oxfam International geçtiğimiz hafta ‘the survival of the richests’ (zenginlerin yaşam mücadelesi) isimli bir rapor yayınladı. Dünyada gelir uçurumunun geldiği boyutlar ifade edildi. Örneğin küresel olarak kazanılan 100 doların 63 doları nüfusun yüzde 1’ine giderken kalan 37 dolar geriye kalan yüzde 99 arasında paylaşılıyor. Bu durumu nasıl yorumlamak gerekiyor? Dünyanın süper zenginler, zenginler ve yoksullar olarak ayrıldığını söylemek mümkün mü?

“Oxfam’ın burada verdiği sayılar gelir eşitsizliğine değil, servet (yani mülkiyet) dağılımındaki kutuplaşmaya işaret ediyor. Gelirler arası eşitsizlikler bu derecede kutuplaşamaz; zira dünyamızda ‘sıfır servet sahibi olan’, yani mülkiyetsiz olduğu halde hayatlarını sürdürebilen yüzlerce milyon insan var. Kapitalist ülkelerde kira ödeyerek barınan, sadece emeğini satarak geçinen işçilerin tipik konumunu hatırlayalım. Bilinenleri de kısaca tekrarlayalım: Servet kavramını, üretim araçları üzerinde mülkiyet olarak sınırlarsak, kapitalist sistemde gelir eşitsizliklerinin temel belirleyicisini de teşhis etmiş oluruz. Bu eşitsizlikler de kapitalizmin doğası gereğidir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ortadan kaldırılırsa, eşitsizlikler emek gelirleri arasındaki farklılaşmadan kaynaklanır; nitelikli, niteliksiz emek türleri (ve bunları belirleyen etkenler) önem kazanır. Nitelik farklılaşmasına yol açan doğal veya (eğitim sistemi gibi) kurumsal düzenlemeler gibi.”

Korkut Boratav

‘OXFAM’IN ORTAYA KOYDUĞU NİCEL GÖSTERGELER KIRK-KÜSUR YILLIK BU DÖNÜŞÜMÜN SONUNA AİTTİR’

“Bu söylediklerim bir sistem olarak kapitalizmin özünde yer alan eşitsizlikleri vurguluyor. Eşitsizliklerin derecesi, tarihsel olarak değişir. Kapitalizmin, sözü edilen kutuplaşmanın arttığı ya da daraldığı dönemlerden de geçmiştir. Oxfam’ın tespitleri kutuplaşmaların arttığı bir döneme, yani günümüze aittir. Bu dönem 1980 dolaylarında başlar. Bana göre sermayenin dünya çapında sınırsız tahakkümünü hedefleyen bir tasarımın ülke ekonomilerine ve uluslararası ekonomik ilişkilere hâkim olması ile gerçekleşmiştir. Bu dönüşüm, bir süre sonra neoliberalizm olarak da adlandırıldı. Oxfam’ın ortaya koyduğu nicel göstergeler kırk-küsur yıllık bu dönüşümün sonuna aittir. Ölçülen servet eşitsizliğinin kapitalizmin tarihi içinde dahi abartılı bir dereceye ulaştığı söylenebilir. Öte yandan bu eşitsizliği telafi eden; ‘yaşanabilir’ kılan bir olguyu da hatırlamak gerekir: Kapitalizm tarihsel olarak dinamik ve büyüyen bir ekonomik sistem olduğu için, artan eşitsizlik uzun dönemde emekçi sınıfların gelir ve tüketim
düzeylerinin de yükselmesine imkân vermiş; bu sayede sineye çekilebilmiştir. Bu kapsamlı tasarım, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen ve kapitalizmin üretim ilişkilerinden kaynaklanan eşitsizliklerin, kutuplaşmanın hafiflediği kabaca kırk yıllık bir dönemin sonunda; ona tepki olarak oluştu. Kapitalizmin Altı Çağı olarak da bilinen bu dönem, sistemin iki temel öğesi olan emek ve sermaye arasındaki sınıflar-arası bir uzlaşma ile gerçekleşti. Bu uzlaşma, emekçi sınıfların kapitalizmin (temel üretim ve mülkiyet biçimlerine göre tanımlanan) bir sistem olarak varlığını kabul etmesine; ancak gelir ve servet eşitsizliklerinin refah devleti olarak tanımlanan bir düzenleme içinde hafifletilmesine dayanıyordu. Farklı ifade edeyim: Batı işçi sınıfının ana örgütleri 19’ncu yüzyılın ortalarından itibaren benimsedikleri devrimci (anti-kapitalist) programı, refah devleti kazanımları karşılığında terk ediyordu. Neoliberalizm, kapitalizmin gelişmiş merkezine, ‘Güney coğrafyası’ olarak da anılan çevresine ve uluslararası ekonomik ilişkilere egemen oldu. Oxfam’ın aktardığı nicel bölüşüm göstergeleri bu dönüşümün bugünkü yansımasıdır.”

‘VERGİ REFORMLARI GÜNCEL TEHLİKELİ EĞİLİMLERE KARŞI FRENLEME ARAYIŞININ ÜRÜNÜ’

– Hem Oxfam raporundan hem de geçtiğimiz hafta gerçekleşen Davos Zirvesi’nde zenginlere daha yüksek vergiler konulması gündeme geldi. Hatta bazı zenginler “Hükümetler bize neden vergi koymuyor?” diyerek bir basın metni yayınladı. Bu vergi çağrıları, gerçekten sistemin içine girdiği sıkışmaya bir yanıt olabilir mi, yoksa günü kurtarmaya, tepkileri yatıştırmaya dönük bir adım mı?

“Kapitalizm 2008-2009 yılarında ağır bir finansal ve ekonomik krize sürüklendi. Ortaya çıkan ‘bölüşüm ve iktidar’ odaklı kimi olgular, bozukluklar Altın Çağ dönüşümünü tetikleyen 1930’lu yılların büyük bunalım dönemini hatırlatıyordu. Sonraki birkaç yılda hem Batı, hem de bazı ‘Güney’ ülkelerinde emekçi sınıfların tepkileri yükseldi; yaygınlaştı. Neoliberalizmi inşa eden, taşıyan IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarda veya Davos’taki gibi bir araya gelen büyük sermaye çevrelerinde bazı aşırılıkları açığa çıkan sistemi ‘rektifiye etme (re-set)’ söylemleri, önerileri başladı. Kapitalist dünya sisteminin en varlıklı patronları, “biz yüksek gelir vergileri ödemeye razıyız; hatta servet vergisini dahi kabul edebiliriz” türü bildirileri imzaladı. Etkili oldukları, bazen yönettikleri muhafazakâr partiler ise çoğunlukla bu önerileri duymazlıktan geldi.

1945-sonrasında söz konusu olan ‘Altın Çağ arayışı’, dünya coğrafyasının üçte birine doğru genişlemiş olan ‘komünizm hayaletini etkisiz kılma’ önceliği taşıyordu. Neoliberal dönüşümlerin ilk on yılı sonunda SSCB ve Doğu Avrupa’da reel sosyalizmler tarihe karıştığı için Davos’ta bu arayışlar söz konusu değildir. Güncel tehdit, ABD’de Trump’ın, Batı Avrupa’da AB-karşıtı aşırı milliyetçi partilerin temsil ettiği küreselleşme-karşıtı eğilimlerdir. Sözü geçen vergi reformu çağrıları bu tehlikeli eğilimleri frenleyebilecek, yatıştıracak seçenek arayışlarını yansıtmaktadır.”

Oxfam raporuna ek olarak Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV), Oxfam ile beraber, Türkiye’de gelir uçurumu verilerini çıkardı. Buna göre 13 milyarderin serveti, 44 milyon kişinin toplam servetinden daha fazla. Keza en zengin yüzde 1’in sahip olduğu servet, en yoksul kesimlerin yüzde 90’ının sahip olduğu toplam servetten 1,5 kat daha fazla. Bu durum Türkiye’de uygulanan ekonomi politikası hakkında bize ne söylüyor?

“Sözünü ettiğiniz sayılar Türkiye’de servet dağılımı ile ilgilidir; yukarıda değindiğim gibi gelir dağılımı istatistiklerinde ortaya çıkan eşitsizliklerin ötesine giden bir kutuplaşmayı yansıtıyor. KEDV’nin bulgularını incelemedim; ama 2015’te yayımlanan bir çalışmada yer alan servet dağılımı bulgularına referans verebilirim. Benim de aralarında bulunduğum Bağımsız Sosyal Bilimciler’in ortaklaşa bir ürünü olan AKP’li Yıllarda Emeği Durumu başlıklı kitaptan söz ediyorum. Orada Credit Suisse Research Insitute’un Dünya Servet Dağılımı raporunda yer alan 2000-2014 Türkiye verileri aktarılmaktadır. En üst servet dilimine sahip olan ‘zenginler’ grubunun toplam servetten aldığı pay ‘kutuplaşma’ doğrultusunda seyretmiş; bu on dört yıl içinde 16,1 puan (%38,1 →%54,3) artmıştır.”

‘EMEKÇİ SINIFLAR TÜKETİM DÜZEYLERİNİ BORÇLANARAK ARTIRABİLMİŞLERDİR’

“Aynı kitapta, doğrudan doğruya TÜİK ve TCMB verileri de kullanılarak 2003-2011 yıları içinde Türkiye’deki çeşitli toplumsal sınıf ve katmanların toplam net finansal servetten elde ettikleri payın seyri de incelenmiştir. (Net finansal varlık, mevduat, hisse senedi, tahvil ve benzeri finansal varlık toplamlarından borç yükü çıkarılarak tanımlanıyor.) Bu tanıma göre hesaplanan servet dağılımının toplumsal sınıf ve katmanlar arasındaki dağılımı, sözü geçen sekiz yıl sonunda Türkiye emekçi sınıflarının ezici çoğunluğunu oluşturan mavi yakalı ve niteliksiz işçi sınıfı, küçük ve orta toprak sahibi köylüler ve işsizlerin aleyhine dönüşmüştür. Daha da önemlisi, dönem sonunda bu toplumsal katmanların
net finansal varlıkları negatif (eksi) değerler taşımaktadır. Farklı bir ifadeyle Türkiye emekçilerinin toplam borç yükleri finansal varlıklarını aşmıştır. Bu duruma yol açan olgu, neoliberal dönüşümün bir parçası olan finansallaşmadır: Emekçi sınıflar tüketim düzeylerini borçlanarak artırabilmişlerdir.”

“Servet dağılımı bulguları AKP iktidarının 2003-2014 dönemindeki sınıflar-arası gelir dağılımı verileriyle de birleştirilebilir. Bu dönemde iki büyük emekçi sınıfın gelirlerini oluşturan ücret/maaş ödemelerinin ve çiftçi gelirlerinin millî gelirdeki payları gerilemiştir. Buna karşılık bu sınıfların ortalama tüketim düzeyleri gelirlerini aşabilmiştir. Bu olanak, aynı dönemde cari işlem açıkları/millî gelir oranının ortalama yüzde 5 civarında seyretmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Farklı ifade edelim: Uluslararası sermaye hareketlerinde bu dönemdeki canlanma/yükseliş konjonktüründen Türkiye de yararlandı. Ancak, örneğin bazı Asya ekonomilerindeki gibi dış kaynak girişlerini denetleme, yönlendirme seçeneklerini kullanmadı; süreci olduğu gibi neoliberal reçeteye, yani finans kapitale teslim etti. Makro-ekonomik sonuç iyimser beklentileri geçekleştirmedi: Net dış kaynak girişleri, sermaye birikiminin millî gelirdeki oranını, böylece ekonominin büyüme potansiyelini artırmadı. Tam aksine özel ve kamusal tüketim harcamalarını payını yukarı çekti. Neoliberal finansallaşmanın Türkiye emekçi sınıflarına getirdiği “afyonlu armağan” budur: Borç tuzağına sürüklenerek tüketim tempolarını gelir düzeylerinin üzerinde sürdürebilmek…”

“Bu gelişmeler dünya ekonomisi için yukarıda tartıştığım neoliberal dönüşümün Türkiye’deki uzantılarıdır. Türkiye’deki neoliberalizmin de başlangıç yılı 1980’dir. On yıllık ağır bir bölüşüm şoku, 1990’lı yıllarda kısmen telafi edilmiş; 2001 krizi sonrasında AKP iktidarının (yukarıda gözden geçirdiğim özellikleri içeren) ilk dönemine geçilmiştir. Türkiye ekonomisinde son iki yılda görünür olan krizle beraber, sınıflar arasındaki uçurum daha da büyüyor. Orta sınıf için tanımlanan konut projesinde pek çok çalışanın maaşı nedeniyle bu kredilere başvuramadığı görüldü. Bu yeniden akla dünya ve Türkiye’de orta sınıf kalmadı, iddiasına götürüyor. Orta sınıflar eridi mi? Neden? Bu soru, “Türkiye ekonomisinde son iki yılda görünür olan krizin sınıflar arasında yarattığı uçurum” üzerinde odaklanıyor. Ben bu çerçeveyi 2015 sonrasında Türkiye ekonomisinin sürüklendiği çalkantılı yıllara taşımayı tercih ediyorum. AKP iktidarının ikinci dönemi söz konusudur. Sonuçlar, bence, ücretli sınıfların sürüklendiği bir bölüşüm şokunu da içeren ağır bir toplumsal bunalımdır.”

“Bu gelişmeyi 2003-2015 yıllarında neoliberal reçeteye teslim olan AKP’nin ekonomi politikalarında iki etkenin yol açtığı “ revizyon” belirledi. Birinci etken, 2015’ten itibaren uluslararası sermaye hareketlerinin durgunlaşmasının Türkiye’ye de yansıması oldu. Önceki ve sonraki beşer yıllık ortalamalara baktığımızda ülkemize giren yabancı sermaye akımları yarı-yarıya geriledi. Dış kaynak girişlerinin ekonomiye kendiliğinden taşıdığı büyüme ivmesi de aşağı çekildi. Bu değişen ortamda neoliberal reçete, “enflasyon hedeflemesi” adı altında finansal istikrara öncelik verir.”

‘2015’TEN SONRA ‘NE PAHASINA OLURSA OLSUN İKTİDARI KORUMAK’ AKP’NİN STRATEJİK HEDEFİ OLDU’

“Ekonomi politikalarında revizyonu tetikleyen ikinci etken, Haziran 2015 genel seçimlerinde AKP’nin ilk kez azınlığa düşmesiyle ilgilidir. Bu tarihten itibaren “ne pahasına olursa olsun iktidarı korumak” AKP’nin stratejik hedefi oldu. Büyüme ivmesini frenleyen parasal istikrar ilkesinin, ölçütlerinin çiğnenmesi gerekli görüldü. Bu ilkeleri uygulaması beklenen TCMB’nin özerkliği iptal edilecek; para politikasını Saray belirleyecek; faizler enflasyonun altında tutulacak, şirketlere ölçüsüz ve ucuz kredi pompalanacaktır.

Bu düzenleme içinde kaynak tahsisi ölçüsüz ve ucuz kredi akımlarını sağlayan bankalar sistemine ve bunlardan beslenen şirketlere teslim edilmiştir. Makro-ekonomik uzantılarını ve bölüşüm sonuçlarını özetleyelim: 2016-2022’de cari işlem açıkları tırmanmış; ekonomi üç ağır döviz krizinden geçmiş, buna rağmen yüzde 4,2 oranında büyümüştür. Sermayenin net millî hasıladaki payı 10,5 puan (%47,8 → %58,3) artmış; ücretlerin payı 9,6 puan (%39,5 → 29,9) gerilemiştir. Dönem sonunda enflasyon yüzde 85 eşiğine ulaşmış; ücretlerin aşınmasına önemli katkı yapmıştır.”

MUTLAK YOKSULLAŞMAYI YAYGINLAŞTIRAN BÜYÜME

“Ücret payındaki gerileme, ücretli istihdam artışına refakat ettiği için kişi başına reel ücretler de dönem boyunca baskı altında kalmıştır. Kullanılan enflasyon verisine göre son yedi yılda işçi başına reel ücretlerin yüzde 15 veya yüzde 25 oranında gerilediği; ortalama ücretli bir işçinin kapsanan dönemin üç veya dört yılında da mutlak anlamda yoksullaştığı hesaplanıyor. Özellikle son üç yılda hızlanan enflasyon, toplumumuzun ücretli olmayan sınıf ve katmanlarında, özellikle çiftçi, topraksız köylü, küçük üretici, faal nüfusun yüzde 20’sini oluşturan ‘âtıl emek kitlesi’nin bileşenlerinde de göreli veya mutlak yoksullaşmalara yol açmıştır. Bence bu bilanço bir ekonomik kriz değil, toplumsal bunalım olarak ifade edilmelidir. Bu veriler, neoliberal istikrar ilkeleri çiğnenerek Türkiye ekonomisinin ılımlı bir tempoda büyüyebildiğini gösteriyor. Ancak, sadece sermayeyi besleyen; başta işçi sınıfı olmak üzere, toplumumuzun kalabalık katmanlarında mutlak yoksullaşmayı da yaygınlaştıran bir büyüme biçimi içinde…”

‘KALICI BİR ONARIM, NEOLİBERAL İSTİKRAR REÇETELERİYLE MÜMKÜN OLAMAZ’

“Sürekli olamayacağı, 2023 sonrasında son bulacağı söylenebilir. Ama nasıl? Türkiye’nin son yedi yılda savrulduğu istikrarsızlığın neoliberal bir reçete içinde giderilmesi IMF öngörülerine göre ekonominin yüzde 3’lük bir büyüme temposu içinde durgunlaşması sayesinde mümkün olacaktır. Bu büyüme temposu, Türkiye’nin 2023’te yaşamakta olduğu toplumsal bunalım koşullarının kalıcı hale gelmesi anlamına gelir. Azgelişmişliğin henüz aşılamayan mirası, Türkiye ekonomisinde çok kalabalık âtıl emek rezervleri biçiminde yaşanmaktadır. Kalıcı bir onarım, neoliberal istikrar reçeteleriyle mümkün olamaz. Büyük boyutlu bir onarım gereklidir. Gündem, emek rezervlerinin içerdiği potansiyeli üretime ve dinamik bir büyüme ivmesine çekmek olabilir. İlk adım, herhalde, bölüşüm ve üretim ilişkilerinde çok daha radikal bir hamle ile atılacaktır. “

– Dünya bir yandan gelir uçurumu artarken bir yandan da 1990’lardan itibaren tanıklık ettiğimiz küreselleşme dinamiklerini tersine çeviren gelişmeler oluyor. ABD, yakın dönemde Amerika’da üretilen araçlara teşvikler, vergi indirimleri getirileceğini aktardı. Benzer bir tutumun Avrupa ve Çin’de de görülmesi bekleniyor. Yani devletler yeniden ulusal sınırlar içinde üretimi teşvik etmeye başladı. Küresel ekonomi yeni bir aşamaya mı geldi? Bu durumu nasıl yorumlarsınız?

“Yukarıda sermayenin dünya çapında sınırsız tahakkümünü hedefleyen bir tasarım olarak tanımladığım neoliberalizm, ilk on yılda ülke ekonomilerinde yoğunlaştı. Adım adım uluslararası ekonomik ilişkilere küreselleşme olarak da ifade edilen yöntemlerle taşındı. Önce ülkeler-arası ticarette korumacılığa son verildi. İkinci aşamada ise sermaye hareketleri üzerindeki denetim ve kısıtlamalar tümüyle kaldırıldı.

Kırk yılda dış ticareti ve sermaye hareketlerini serbestleştirmek dünya emek piyasalarını da fiilen bütünleştirdi. Dünya çapında tek bir emek piyasasının oluşmasının ön koşulu, serbest ticaret ve sermaye hareketlerinin sınırsız serbestliğidir.

“Tek bir dünya emek piyasasının oluşmasına sosyalist bloktaki dönüşümler de katkı yaptı. Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ni birleştiren ekonomik blok reel sosyalizmle birlikte son buldu; bu ülkeler de serbest dış ticaret ve sermaye hareketleri yoluyla uluslararası kapitalizmle ve emek piyasasıyla bütünleşti. Çin Komünist Partisi yönetimini sürdüren Çin ise dış ticareti ve sermaye hareketlerini tümüyle serbestleştirdi. Bu dönüşümler sonunda Rusya, Doğu Avrupa ve Çin’in 2,4 milyar civarında emekçisi, uluslararası tedarik zincirlerine katılarak dünya emek piyasasının parçası oldular.”

‘NEOLİBERAL DÖNEMDE IMF VE DB PROGRAMLARI DEVLET ÖNCÜLÜĞÜNDE ULUSAL SANAYİLERİ DAĞITTI’

– Bu durumda sanıyorum beraberinde uluslararasılaşan bir üretim ve tedarik zinciri yapısı getirdi?

“Evet, neoliberalizm öncesinde Güney coğrafyasının büyük bölümü korumacı, planlı, ithal ikameci sanayileşme programları izlemekteydi. Tarımda ise gıda egemenliğini, köylülüğü koruyan teşvik ve destekleme politikaları öne çıkmıştı. Emek piyasaları ancak ulusal düzlemlerde geçerliydi. Neoliberal dönemde IMF ve Dünya Bankası programları devlet öncülüğünde ulusal sanayileşme biçimlerini dağıttı. Çevre ülkelerinde ülke içinde kalan sanayi üretimi de uluslararası sermayenin denetlediği uluslararası tedarik zincirleri içine kaymış oldu.”

“Bu zincirlerin ana özelliği sanayi üretiminin bazı aşamalarını parçalamak ve düşük emek maliyetli Güney ve Doğu coğrafyalarına taşımaktır. Üretim ülkeler arasında dağıtıldı; şirketlerin bünyesinde bütünleşti. Emekçiler de ulusal emek piyasasından ziyade dünya emek piyasasının parçaları oldu.”

İŞÇİ SINIFINI SAYISAL OLARAK ARTIRAN DİĞER KAYNAK: GÖÇ

“Dünya işçi sınıfını sayısal olarak genişleten ikinci bir kaynak daha var: Güney’den Kuzey’e; Doğu’dan Batı’ya göçler… Bunların arkasında hem neoliberalizmin hem de emperyalizmin Güney coğrafyasında yarattığı ekonomik, siyasal, toplumsal çöküntüler etkili oldu. Güney coğrafyalarında eriyen ulusal sanayileri, tarımın uluslararası ticarete açılması izledi. Kendini besleyen, kendini doyurabilen pek çok ülkede hububat üreticileri ticari tarım ürünlerine geçti. Güney ülkesi bu ürünlerde ihracatçı olurken, Batı’nın teşvikli, verimli hububatını ithal etmek zorunda kaldı. Açlık riskiyle karşılaşıldı. Neoliberalizmin Güney ve Doğu coğrafyasında yarattığı ekonomik şoklara 2000 sonrasında emperyalizmin tüm çevre ülkelerinde, özellikle Orta-Yakın Doğu ülkelerinde yarattığı saldırganlıktan, yıkımlardan etkilenen milyonlar katıldı. Neoliberalizmin veya emperyalizmin ülkelerinden kopardığı emekçiler Batı ve Kuzey ülkelerine göçtüler; bu ülkelerde ekonomik göçmenlerin ve sığınmacıların oranı hızla yükseldi. Dünya emek piyasalarına Batı ülkelerinin içindeki, düşük ücretli işçileri olarak katıldılar.”

“Bu büyük dönüşümün gelişmiş Batı ülkelerine de çarpıcı siyasal sonuçlarını da yaşıyoruz. Son çeyrek yüzyılda dış dünyadaki tedarik zincirlerine taşınan Batı emekçilerinin kayıpları, Güney coğrafyasından akan siyah tenli, esmer emekçilerin rekabeti karşısında daha da yoğunlaştı. Batı Avrupa’ya, ABD’ye göçen Orta Doğu, Afrika, Latin Amerika emekçileri işgücü piyasalarında rekabet, ücretler üzerinde baskı yarattı. Kuzey’in tedirgin emekçileri, geleneksel sol siyasetin dağılması nedeniyle sahipsiz kaldı. Egemen sınıflar geleneksel solun birikimlerini taşıyan örgütlerin, akımların tasfiyesine öncelik verdi. Bunun bir sonucu Batı’da yükselen, “popülizm” diye adlandırıldığı için bir anlamda saygınlık da kazanan neo-faşizmdir. ABD ve Britanya’da merkez-sağ’ın ana akımlarını temsil eden Cumhuriyetçi ve Muhafazakâr partiler Trump ve Johnson liderliğinde neo-faşizme yöneldi. Irkçı, göçmen ve küreselleşme-karşıtı söylemlerle işçi sınıfı saflarından yaygın destek aldı.”

‘NEO-LİBERAL KÜRESELLEŞME ARTIK ABD’YE DEĞİL, ÇİN VE GÜNEY ÜLKELERİNE YARIYOR’

“AB içinde İtalya’da, Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da, İskandinavya’da, Polonya ve Macaristan’da neo-faşist partiler iktidardadır veya iktidara adaydır. Hepsinde faşizmin ideolojik, siyasal öğeleri yer almakta; neoliberalizmin küreselleşmeye taşınan reçeteleri reddedilmekte veya itibardan düşmektedir.
Neoliberal küreselleşmenin ana dayanaklarından biri olan serbest ticaret doktrini, artık ABD’ye değil, Çin’e, giderek onu izlemeye yönelen Güney ülkelerine yaramaktadır. Çin’in düşük emek maliyetlerini teknolojik atılımlarla destekleyen rekabet gücü karşısında ABD yenik düşmüştür. Ticaret savaşları veya vergi teşvikleri ile Çin’de üretim yapan Apple’ı ABD’ye çekmeye çalışmakta; ama başaramamaktadır.

Kapitalizmin ekonomik çelişkilerinin yoğunlaştığı, çözüm arayışlarında da ikinci soruda da değindiğim dağınıklığın yaygınlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bu ortama emperyalizmin 20’nci yüzyılda Orta-Doğu’da yarattığı kanlı yıkımları ve Ukrayna savaşını tetikleyerek dünyayı bir nükleer felaketin eşiğine taşıyan pervasızlığını ekleyin. Hastalıklı, çürümüş bir sistemin krizi içinde olduğumuzu düşünüyorum.”

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version