Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

“Türkiye’nin başkenti Adana”

“Türkiye’nin başkenti Adana”


Kos Cezaevi’nde üç koğuş var. Birinci koğuş Yunanlı mahkûmlara ait, ikinci koğuş Türkiyeliler ile Arnavutlar’a, üçüncü koğuş Araplar ve yine Türkiyeli tutuklulara ayrılmış. Akşam 6’da kapılar kapanıyor ve içeride hararetli sohbetler başlıyor. Durumu iyi olan mahkûmlar ranzaların başına küçük televizyonlar almışlar ama diğerleriyle televizyonlarını paylaşıyor, birlikte haber, daha çok dizileri seyrediyorlar. Altlı üstlü ranzalardan oluşan koğuşta otuz beş kişi aynı havayı soluyor. Bazen bu sayı artıyor ve ranzalarda boş yer olmadığı için yere serilen yataklara kıvrılıp yatıyor yeni gelenler.

Koğuş mümessili bir Arnavut. Kendine ait bir buzdolabı, televizyonu ve idare ile kurduğu iyi ilişkileri sayesinde kazandığı bir “serbestlik” var.

Cezaevinin karantina olarak adlandırdığı, benim ise tabutluk olarak tarif ettiğim yerde dört gün kaldıktan sonra ikinci koğuşa alınmıştım ve geldiğim ilk gün yemek boykotu ile karşılaşmıştım. Bu gibi durumlara alışık olduğum için bana çok yabancı değildi bu eylem. Yemeklerden şikâyetçi olan tutuklular, boykot kararı almışlardı ama ortada bir sorun olduğunu anlamam çok uzun sürmemişti. Parası olan ve dolaplarında yeterince yiyecek bulunanlar bu durumdan etkilenmiyor, hiçbir şey yokmuş gibi hayatlarına devam ediyorlardı ama koğuşun yoksulları için durum farklıydı.

Cezaevi hesaplarında hiç parası olmayan ve kantinden alışveriş yapamayan yoksul tutukluların, karınlarını doyurabildikleri tek şey, cezaevi idaresinin verdiği yemekti. Yemekler geliyor ve kimse almadığı için geri dönüyordu. Grev kırıcısı durumuna düşmek istemeyen ama karnı aç olan insanlar, sanki aç değilmiş gibi davranmaya çalışıyorlardı. Koğuşların kapıları kapatıldığında, durumu iyi olanlar kendi pişirdikleri yemeklerini yiyor, diğerleri ise, arkadaşlarının dolaplarında olanı eğer paylaşırlarsa midelerine birkaç lokma girenler olarak kalıyorlardı. İki gün süren bu eylemden elbette bir sonuç alınamamıştı. Aç olanlar, tok olanlara baskın gelmişti ve hayat “normale” dönmüştü.

Cezaevinin imtiyazlılarına dair yazmak istediklerim de var. Ancak bu yazı dizisinin konusunu dağıtmadan devam edelim.

Ali ve Oğuz’dan daha önce bahsetmiştim. Ali 21 yaşında, Oğuz 22 yaşındaydı. İkisi de ortaokul son sınıftan terk etmişlerdi eğitimlerini. İkisi de askerliğini yapmıştı. Uzandığım ranzadan hem konuşmaları dinliyor hem de kendime ve yaşadıklarıma dair düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum.

Koğuşun “çerçicisi” ismini verdiğim Besim, “Akın abi duydun mu, duydun mu?” diyerek beni dürtüyor. “Ne oldu” diye soruyorum. Ali ve Oğuz’u işaret ederek “onlara Türkiye’nin başkenti neresi diye sorar mısın lütfen” diyor. Başta niye böyle bir soru sormamı istediğini anlamıyorum ve yaşları küçük olduğu için biraz da koğuşun şamatası haline gelen bu iki genç için biraz üzülüyorum. Besim ısrar ediyor ve bundan da şamata çıkmaz herhalde diyerek ranzamdan doğrulup “Türkiye’nin başkenti neresi?” diyorum. İkisi de önce birbirine bakıyor. Ali “Adana abi,” diyor ve hemen arkasından Oğuz “Adana” diye tekrar ediyor. Önce şaka yaptıklarını düşünüyorum.

Gülümsüyorum ve şaka sandığımı düşünen yat kaptanı Besim’in “abi şaka falan yapmıyorlar,” diyen ciddi sesi ile hafiften toparlanıyorum ve tekrar soruyorum. “Adana abi” diyor Ali. Oğuz tereddütte düşüyor şaşkın bakışlarımdan. Peki neden Adıyaman değil de Adana diyorum. Oğuz atlıyor hemen ve “Adana’nın plakası 01 abi” diyor. Yürüttükleri mantıktan çok emin ve özgüvenleri tam. Bir başkası “peki ülkenin doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi neresi” diye soruyor. Bilmiyorlar. “Atatürk ne zaman doğdu, ne zaman öldü?” diyor bir başkası. Bilmiyorlar.

Ali’nin omuzundaki dövmeye takılıyor gözüm. Kocaman bir ay ve bir kurt dövmesi bana doğru bakıyor. Kendisini “milliyetçi” olarak tarif eden Mahmut da duyduklarından şaşkınlığa dönmüş şekilde onlara bakıyor. Diğerleri için eğlenceye, ben ve Mahmut için üzüntüye dönüşen bu an, bir gerçeği çırılçıplak gözler önüne sürüyor. “Vatanın bölünmez bütünlüğü” propagandasının, Büyük Türkiye retoriklerinin üzerindeki sis perdesi içinde gizlenen hakikat tam karşımızda duruyor.

İlk defa böyle bir durumla karşılaşmış olmama tuhaf gözlerle bakan Besim “abi AKP kuşağı bunlar,” diyerek beni aydınlatmaya çalışıyor.

Besim İzmirli bir Atatürkçü. Aslen bir Arnavut.

Hızlı botla yanlış hatırlamıyorsam altı kişiyi Rodos’a geçirmeye çalışıyor. Sahil güvenlik fark ediyor ve Besim kaçmaya başlayınca, kovalamaca çetin bir hal alıyor. Sahil güvenlik botundan açılan ateş, botu delik deşik ediyor ve yakalanıyorlar. Getirdiği kişilerin Gülen Cemaati mensubu olduğunu sonradan öğreniyor. “Bilseydim getirmezdim,” diyor “ama olan oldu” diyerek uzatmıyor.

Ranzama uzanıp düşüncelerime geri dönmeye çalışıyorum ama dönemiyorum. Yerimden kalkıp, ülkenin başkentinin Ankara olduğunu, kuzeyinin, batısının, doğusunun, güneyinin neresi olduğunu anlatmaya başlıyorum.

Kaldığım yerden Mahmut devam ediyor.

Türkiye’nin batısında büyümüş bu çocuklara, doğup büyüdükleri ülkenin temel bilgilerini anlatmanın zul olan yanından bir gün daha akıp geçiyor.

ÇALINAN EMEKLER VE ÇARESİZLİK

Mahmut, içeride en uzun yatanlardan. 2019 yılında girmiş cezaevine. Gün sayıyor ama bir sorun var ve günlerdir o sorunu halletmek için cezaevi idaresinin kapısını arşınlıyor. Her defasında eli boş dönüyor. “Anlamıyorum Akın usta anlamıyorum” diyor. “2019 yılında cezaevine girdim. Girer girmez de çalışmaya başladım ve normalde günümü doldurmuş olarak cezaevinden çıkmam gerekiyor ama bana 2019 ile 2020 arasında hiç çalışmadığımı söylüyorlar. Kayıtlarda gözükmüyormuş.”

Esmer yüzüne ağır bir hüzün ve çaresizlik yerleşiyor. Ailesine “çıkıyorum” demiş ama şimdi onlara dönüp çıkamayacağını söylemek ve kendisini heyecan ve özlemle bekleyen eşine, çocuklarına, babasına bunun nedenlerini anlatmak ve onları kandırıyormuş gibi olmaktan dolayı öfkeleniyor.

Yunanistan cezaevlerinde uygulanan ve mahkûmların cezaevleri işlerini yapmak karşılığında, cezalarından çalıştıkları günlerin düşürülmesi yasal bir hak. Bir ay çalışırsanız, cezanızdan 23 gün düşülüyor. Bu yüzden neredeyse tüm mahkûmlar idarenin kendilerine bir iş vermesi için başvuruyorlar.

Mahmut’un ilk bir yılda çalıştığı günlerin “yok” olduğu haberi hızla yayılıyor cezaevinde ve herkes idareye dilekçe yazarak çalıştığı günlerin hesaplanmasını talep ediyor. En önce Zafer çağrılıyor idareye. Öfkeyle dönüyor Zafer. “Dört aydır çalışıyorum bana 12 gün çalışmışsın diyorlar abi,” diyerek burnundan soluyor. Elinde bir küçük kâğıda karalanmış 12 rakamı var. “Aha buna yazıp elime verdiler. İnsanla dalga geçer gibi bir not kâğıdına yazıp, elime tutuşturdular,” diyor. Hakikaten de hiçbir resmiyeti olmayan bir kâğıt parçasıydı elindeki.

“Kendileri de biliyor geldiğimden beri çalıştığımı, işi de kendileri verdi ama kayıtlara geçmemişler. Onlara her gün çalıştığımı görüyorsunuz, gözünüzün önünde çalışıyorum dedim. Onlar da bana, ama her sabah idareye geçiş noktasında duran gardiyana ‘Kalimera’ deyip, ismini söylememişsin’ deyip, elime bu kâğıdı tutuşturdular işte” diyerek dolan gözlerini bizden saklamaya çalışıyor. Ona düzeltilebilir bir yanlışlık olduğu, kanıtlanabilir olduğu, öfkelenip yanlış bir şey yapmamasına dair cümleler kuruyorum ama emeğinin çalınmış olma duygusu benim söylediklerimden daha baskın çıkıyor ve o günden sonra “çalışmayacağım artık” diyerek, kendini mahkûmların spor aktiviteleri yaptığı alana atıyor. Küçük futbol sahasının etrafında hızlı hızlı yürüyerek, öfkesini dindirmeye çalışıyor.

Mahmut, “kim bilir hangi mahkûmun çalışma gününe ekleyip, o kişiyi erkenden tahliye ettiler,” diyor. Böyle bir şeye cesaret edemeyeceklerine dair cümlemi yutkunuyorum. Çünkü başgardiyanı hoş tutmanın karşılığında neler yapılabildiğine dair anlatılan hikâyeler aklıma geliyor.

Bu konunun tam ortasına bir ses karışıyor “Abiler bir Yunan mahkûma bunu yapsınlar da görelim, bak gör o zaman nasıl ortalık ayağa kalkıyor,” diyerek ekliyor “Ben Yunan arkadaşların koğuşunda kalıyorum ve kimse idareye koşup bizim çalışma günlerimiz nedir diye sormadı. Kimse panik olmadı. Artık varın gerisini siz düşünün,” deyip, sessiz voltasına geri dönüyor.

Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı kitabından bir söz geliyor aklıma o an ve onu mırıldanıyorum;

“Şüphe korkudan kuvvetlidir”

Yunan adalarında göçmen karşıtı çok sayıda gösteri düzenlendi

YARIN: “MERHABA BEN MUSA”

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version